Atatürk Dönemi’nin (1923-1938) bütün siyasî, iktisadî, hukukî, kültürel icraatları bu “mürşid”in yani bilimin rehberliğinde gerçekleştirilecektir.
Atatürk, “Dünyada her şey için, maddiyât için, maneviyât için, hayat için, muvaffakiyet için en hakikî mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir.” derken, aslında “alaturka bilim inkârcıları”na karşı Cumhuriyet’in kültür politikasını özetlemiş oluyordu.
22 Eylül 1924’te Samsun’da yapmış olduğu meşhur konuşmasında, Mustafa Kemal Atatürk,
“Dünyada her şey için, maddiyât için, maneviyât için, hayat için, muvaffakiyet için en hakikî mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir. Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü idrâk etmek ve tekâmülü zamanında takib eylemek şarttır.”
demişti. Atatürk Dönemi’nin (1923-1938) bütün siyasî, iktisadî, hukukî, kültürel icraatları bu “mürşid”in yani bilimin rehberliğinde gerçekleştirilecektir.
Güneş Kazdağlı’nın Atatürk ve Bilim (2002) ve Metin Özata’nın Atatürk, Bilim ve Üniversite (2007) adlı yapıtları konunun çeşitli yönlerine parlak bir ışık tutmuş olmasına karşın, Atatürk’ün, bir yönetici kimliğiyle 1923-1938 yılları arasındaki 15 yıllık süre içinde Türk Bilimi’nin gelişimine yapmış olduğu etkilerin veya katkıların boyutları ayrıntılı bir biçimde betimlenmemiş ve tartışılmamıştır; öyle tahmin ediyorum ki etkileri bir yana bırakacak ve sadece katkılara bakacak olursak, bunlardan iki tanesinin Türk Bilim Hayatı’ndaki yerini öncelikle teslim etmek gerekecektir:
Atatürk’ün, bir yönetici kimliğiyle 1923-1938 yılları arasındaki 15 yıllık süre içinde Türk Bilimi’nin gelişimine yapmış olduğu etkilerin veya katkıların boyutları ayrıntılı bir biçimde betimlenmemiş ve tartışılmamıştır.
(1) Bunlardan biri, yukarıda da belirttiğimiz üzere, her türlü konuya yaklaşımda veya her türlü sorunun çözümünde akıl ve bilimin rehberliğini ölçüt alan bir yaklaşımın, yönetsel bir ilke olarak benimsenmesi ve uygulanması ve (2) Diğeri ise bilimsel eğitimin ve üretimin önünü açacak ve dolayısıyla yukarıda belirtilen ilkenin kökleşmesini sağlayacak devrimlerin gerçekleştirilmesi ve yatırımların yapılmasıdır.
Atatürk Dönemi’nde bilimsel çalışma ve araştırmanın önünü açan siyasî kararlar ve uygulamalar şunlardır:
1924 Öğretimin Birleştirilmesi, Medreselerin Kapatılması ve Diyanet İşleri Riyaseti’nin Kurulması 1925 Saat ve Takvim Sisteminin Değiştirilmesi 1925 Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması 1928 Alfabenin ve Rakamların Değiştirilmesi 1931 Ağırlık ve Uzunluk Ölçülerinin Değiştirilmesi 1937 Laikliğin Anayasaya Girmesi
Bu yenilikler, hiç şüphe yoktur ki Batı Uygarlığı ve bunun önemli bir bileşeni olan Batı Bilimi ile bütünleşmenin yolunu açmıştı; ancak bunlar arasında laikliğin kabulünün müstesna bir yeri vardı; çünkü laiklik sayesinde düşüncenin konusu olan “öznelere/nesnelere” ve “olaylara/olgulara” akılcı ve bilimci bir açıdan bakmanın yolu açılmış oluyordu. Niyazi Berkes’in 1973 yılında yayımladığı Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı yapıtında ayrıntılı olarak belirtildiği üzere, bu durum XIX. yüzyılda başlayan ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde sonuçlanan bir laikleşme ve dolayısıyla özgürleşme sürecinin sonunda ortaya çıkmıştı ve Mustafa Kemal Atatürk ile Arkadaşları’nın, 5 Şubat 1937’de Anayasa’nın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğunu açıkça duyurmak suretiyle yapmak istedikleri şey, bir bakıma geçmişte olgunlaşmış olan bu süreci tamamlamak ve meşrulaştırmak olmuştu.
Laiklik sayesinde düşüncenin konusu olan “öznelere/nesnelere” ve “olaylara/olgulara” akılcı ve bilimci bir açıdan bakmanın yolu açılmış oluyordu.
Atatürk Dönemi’nde bilimin kurumsallaşmasını ve gelişmesini sağlayan icraatlar ise şunlardır:
1921 Serbest Âli Dersler’in Başlatılması 1924 Yükseköğretim Öncesi Eğitim Kurumlarının Düzenlenmesi 1924 Numune Hastahanelerinin Açılması 1924 Zonguldak Maden Mühendis Mektebi 1924 Türkiyat Enstitüsü 1924 Yurtdışına Öğrenci Gönderilmesi 1925 Harita Umum Müdürlüğü 1925 Meteoroloji Enstitüsü’nün Kurulması 1926 Gazi Eğitim Enstitüsü 1926 Merkezî İstatistik Dairesi 1927 Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi 1927-1928 Herbert George Wells’in (1866-1946) The Outline of History (1920) Adlı Yapıtının, Cihan Tarihinin Umumî Hatları adıyla Türkçeye tercüme ettirilmesi 1928 İTÜ’nün Düzenlenmesi 1928 Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi’nin Kurulması 1930 Türk Tarihinin Ana Hatları Çalışmasının Başlatılması 1931 Türk Tarih Kurumu 1932 Türk Dil Kurumu 1932 Yükseköğretimde Yapılacak Düzenlemeler İçin Albert Malche’ın Çağrılması 1933 Yurtdışından Akademisyen Getirtilmesi ve Yurtdışına Öğrenci Gönderilmesi 1933 İstanbul Üniversitesi’nin Kurulması 1933 Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün Kurulması 1933 Türk İnkılabı Enstitüsü 1933 Arkeolojik Kazıların Başlatılması 1933 AOÇ Hayvanat Bahçesi’nin Kurulması 1935 Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü 1935 DTCF’nin Açılması 1936 Kandilli Rasathanesi
II
Yukarıdaki liste daha da uzatılabilir; ancak bu kadarı bile öyle tahmin ediyorum ki bilim alanına yapılmış olan yatırımın büyüklüğü konusunda bir fikir vermeye yetecektir. Burada bu gelişmeleri ayrıntılarıyla tanıtmak olanaklı değildir; ancak çok önemli gördüğümüz bir tanesinden, “Üniversite Reformu”ndan kısaca söz etmekte yarar vardır.
Cenevre Üniversitesi Pedagoji Profesörü Albert Malche, 2 Nisan-9 Haziran 1932 tarihleri arasında Türkiye’nin yegâne üniversitesi olan Dârü’l-Fünûn’u inceleyerek bir rapor düzenlemiş ve çağdaş eğitim ve araştırma anlayışına uygun olarak bu kurumun yeniden düzenlenmesini önermişti. Bu rapordan anlaşıldığına göre, dersler müderrislerin takriri biçiminde veriliyor ve yayınlar ise özgün araştırmalara dayanmıyordu. Buradaki değerlendirmeler de dikkate alınarak 31 Mayıs 1933’te İstanbul Dârü’l-Fünûn’u kapatıldı ve yerine İstanbul Üniversitesi açıldı. Bu sıralarda gerçekleşen koşut bir gelişme Türk Bilim Hayatı’nı derinden etkilemişti. 1933 yılının Ocak ayında, yani Üniversite Reformu’nun gerçekleştirilmesinden takriben dört ay öncesinde Almanya’da Naziler yönetime gelmiş ve akabinde Alman Üniversiteleri’nde çalışan Yahudi ve Solcu öğretim üyelerinin görevlerine son verilmişti. Prof. Dr. Albert Malche ve İsviçre’deki dayanışma örgütünün başkanı Prof. Dr. Philipp Schwartz önerileri ve aracılıkları sayesinde, bu hocalardan bir kısmı Türkiye’ye getirildi ve İstanbul Üniversitesi’nde görevlendirildi.
31 Mayıs 1933’te İstanbul Dârü’l-Fünûn’u kapatıldı ve yerine İstanbul Üniversitesi açıldı.
“1933 Üniversite Reformu” olarak adlandırılan gelişmeler, bugün de yoğun bir biçimde tartışılmaktadır ve anlaşıldığı kadarıyla bundan sonra da tartışılacaktır; ancak bu konuya ilişkin tartışmaları, sadece Fen Fakültesi’nden tasfiye edilenler üzerinden yürütmek kanaatime göre hatalıdır; çünkü “Dârü’l-Fünûn’dan Üniversite’ye Geçiş Süreci”nde ve dolayısıyla yeni kadronun teşkili esnasında bütün fakültelerden,
(1) Görevde bırakılanlar, (2) Yurtdışından getirilenler, (3) Yurtdışında eğitim görenler ve nihayet (4) Görevden atılanlar olmak üzere dört farklı “bilimsel topluluk” üzerinde işlem yapılmıştır.
Burada bunların hepsinin ismini sıralamak mümkün değildir; ama görevde bırakılanların (60 kişi) en tanınmışları, Mustafa Şekip Tunç, Fuad Köprülü, İbrahim Hakkı Akyol, Besim Darkot, Ahmet Caferoğlu, Orhan Sadettin, Ali Yar, Hamit Nafiz Pamir, Şevket Aziz Kansu, Fahir Yeniçay, Ebü’l-Ulâ Mardin, Nurettin Ali Berkol, Âkil Muhtar Özden, Tevfik Salim Sağlam, Tevfik Remzi Kazancıgil, Fahrettin Kerim Gökay, Süheyl Ünver, Sadi Irmak, Şerafeddin Yaltkaya ve Kilisli Rifat, yurtdışından getirilenlerin en tanınmışları Fritz Arndt, Leo Brauner, Erwin Findlay Freundlich, Hans Rosenberg, Thomas Royds, Leo Spitzer, Wolfgang Gleissberg, Alfred Heilbronn, Ernst Edward Hirsch, Julius Hirsch, Alfred Kantorowicz, Curt Kosswig, Richard Edler von Mises, Fritz Neumark, Willy Prager, Hans Reichenbach, Ernst von Aster, Rudolf Nissen, Wilhelm Liepman, Fritz Neumark, Helmut Ritter, Wilhelm Röpke, Alexander Rustow, Philipp Schwartz ve Andreas Schwartz, yurtdışında eğitim görenlerin (77 kişi) en tanınmışları Sadri Maksudî Arsal, Şemsettin Günaltay, Yusuf Akçura, Vehbi Eralp, Mehmet Karasan, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Sabri Esat Siyavuşgil, Reşit Rahmeti Arat, Sabahattin Eyuboğlu, Suut Kemal Yetkin, Mükrimin Halil Yinanç, Akdes Nimet Kurat, Enver Ziya Karal, Hilmi Ziya Ülken, Ali Nihat Tarlan, Ömer Lütfi Barkan, Kerim Erim, Saffet Rıza Alpar, Cahit Arf, Ali Rıza Berkem, Ratip Berker, Remziye Hisar, Fazıla Şevket Giz, Celal Saraç, Sıddık Sami Onar, Ali Fuat Başgil, Ömer Celal Sarç, Yavuz Abadan, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hulusi Behçet ve Mazhar Osman Usman’dır. Aşağı yukarı toplam sayıları 170’i bulan söz konusu araştırmacıların müşterek özellikleri, yurt dışında eğitim görmüş olmaları ve belki daha da önemlisi çağdaş bilimsel araştırma yöntemlerine uygun araştırma yapacak beceriyle donanmış olmalarıdır. Buna karşılık görevden alınanların (84 kişi) ve toplam öğretim üyesi nüfusunun % 33’ünü oluşturanların en tanınmışları olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Ahmed Naim Babanzâde, Ahmet Refik Altınay, Ali Ekrem Bolayır, Avram Galanti, Ömer Ferit Kam, Halil Nimetullah, Hamit Sadi Selen, Kadri Raşit Paşa, Esat Paşa, Besim Ömer Paşa, Hüsnü Hamid Sayman, Said Gelenbevioğlu, Esad Şerefeddin Köprülü, Fatin Gökmen, Ligor Efendi, Ali Vehbi Türküstün ve Ahmet Malik Sayar’dan birkaçı istisna tutulacak olursa, geriye kalanların bu niteliklere sahip olmadıkları anlaşılmaktadır; [Bunlar arasında meselâ Türkiye’de Patolojik Anatomi’yi bir bilim dalı olarak kuran Hamdi Suat Aknar, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, göz hastalıkları uzmanı Esat Paşa ve Besim Ömer Paşa gibi değerli hocalar da bulunuyordu; söylendiğine göre, bu hatanın en büyük nedeni, “Islahat Komitesi”nin üyeleri arasında Dârü’l-Fünûn hocalarını iyi tanıyan bir şahsın bulunmayışıdır].
Aslında yabancı ülkelerden öğretim üyesi getirme ve yabancı ülkelere öğrenci gönderme yoluyla bilim ve teknolojiyi başka bir uygarlığa aktarma siyaseti, Osmanlılar Dönemi’nde de uygulanmış evrensel nitelikte bir siyasettir ve bu nedenle söz konusu siyasetin farklı dönemlerde Rusya, Japonya ve Mısır’da gerçekleştirilen bilim nakli uygulamalarıyla benzer özelliklere sahip olduğu gözlenmektedir. 1795 yılında açılan Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’un öğretim kadrosu teşkil edilirken veya 1829’da Fransa’ya bilim eğitimi için öğrenciler gönderilirken, Osmanlı Yönetimi de aynı yoldan gitmiştir; ancak Cumhuriyet Dönemi’ndeki uygulama ile Osmanlı Dönemi’ndeki uygulama arasındaki en bariz farklılık, gönderilen öğrencilerin ve getirilen öğretim üyelerinin nicel ve nitel üstünlüğüdür.
III
ABD’li bilim tarihçisi Robert P. Crease’in birkaç sene önce yayımlanan ve Türkçemize Bilim Devrimcileri (2022) adıyla çevrilen The Workshop and the World: What Ten Thinkers Can Teach Us About Science and Authority (2019) başlıklı ilginç eseri, Atatürk’ün bilim tarihindeki yerinin tartışılması bakımından geniş bir ufuk açmış görünmektedir. Yazar bu çalışmasında Francis Bacon, Galileo Galilei, René Descartes, Giambattista Vico, Mary Shelley, Auguste Comte, Max Weber, Edmund Husserl ve Hannah Arendt gibi isimler arasında, “Kemal Atatürk: Bilim ve Vatanseverlik” gibi bir başlık altında Atatürk’e de yer vermiş ve onun “bilim inkârcıları”na karşı vermiş olduğu mücadelenin önemine dikkat çekmiştir. Crease’e göre Tanzimat Reformları, modern ve Avrupa’ya (genellikle de Fransa’ya) özgü “yeni bilgiler” ile Türklere ve Müslümanlara özgü “eski bilgiler” arasında gittikçe belirginleşen kültürel çelişkiyi daha da pekiştirmiştir. Bu reformlar, bir tür bilgiden diğerine basit bir geçiş değildir:
“Bu bilgi türlerinin her biri, farklı insan türleri, hatta toplumsal gruplar tarafından benimsenen kendi varsayım, yaklaşım ve davranış gruplarına sahipti. İkisi için de kapsayıcı kültürel stereotip gelişti: İşler ya geleneksel biçimde -alaturka- ya da yeni yollarla -alafranga, yani Fransız usulü- yapılıyordu”.
İşte Atatürk, “Dünyada her şey için, maddiyât için, maneviyât için, hayat için, muvaffakiyet için en hakikî mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir.” derken, aslında “alaturka bilim inkârcıları”na karşı Cumhuriyet’in kültür politikasını özetlemiş oluyordu.
100 sene sonra gelmiş olduğumuz nokta, ayrıca betimlenmeye ve açıklanmaya muhtaçtır!
Mustafa Kemal Atatürk’ün 27 Ekim 1922’de Bursa’da Öğretmenlere Yapmış Olduğu Konuşma
Hanımlar, Beyler. Bir milleti, dûçâr olduğu herhangi bir felâketten kurtarmakta, bir milleti irşâd etmekte, ricâlinin haiz olduğu büyük ehemmiyet gayr-ı kabil-i inkârdır. Hattâ diyebiliriz ki, bugünü görmek; millet ricâlinin iffet ve namusu, gayret-i milliye-i vatanperverânesi ve bilhassa menâfii istihkar hisleri sayesinde müyesser olmuştur. Fakat bugün, vâsıl olduğumuz nokta, halâs-ı hakikî değildir. Bu fikrimi izah edeyim: Bir milletin mâruz-ı felâket olması demek, o milletin hasta, mariz olması demektir… Binaenaleyh halâs, hey’et-i içtimaiyedeki marazı teşrih ve tedavi etmekle elde edilir. Marazın tedavisi ilmî ve fennî bir tarzda olursa şifâbahş olur. Yoksa bilakis maraz müzmin olur ve gayr-ı kabil-i tedavi bir hale gelir. Bir hey’et-i içtimaiyenin marazı ne olabilir? Milleti millet yapan, terakki ve tefeyyüz ettiren kuvvetler vardır: Fikir kuvvetleri ve içtimaî kuvvetler… Fikirler, manasız, mantıksız safsatalarla mâlî olursa, o fikirler marizdir. Kezâlik hayat-ı içtimaiye akıl ve mantıktan ârî, bîfâide ve muzır birtakım akideler ve an’anelerle meşbu olursa meflûc olur. Evvelâ fikir ve içtimaiyat kuvvetlerinin menbâlarını tathirden başlamak lâzımdır. Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, hamiyet, hüsnüniyet, fedakârlık elzem olan evsaftandır… Fakat bir hey’et-i içtimaiyedeki marazı görmek, onu tedavi etmek, hey’et-i içtimaiyeyi asrın icâbâtına göre terakki ettirebilmek için, bu evsâf kâfi gelmez; bu evsâfın yanında ilim ve fen lâzımdır. İlim ve fen teşebbüsâtının merkez-i faaliyeti ise mekteptir. Binaenaleyh mektep lâzımdır. Mektep namını hep beraber hürmetle, ta’zîmle zikredelim. Mektep genç dimağlara, insanlığa hürmeti, millet ve memlekete muhabbeti, şeref-i istiklâli öğretir… İstiklâl tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için takibi muvafık olan en salim yolu belletir… Memleket ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuskâr mütehassıs ve birer âlim olmaları lâzımdır. Bunu temin eden mekteptir. Ancak bu tarzda her türlü teşebbüsâtın mantıkî neticelere îsâli mümkün olur.
Hanımlar, Beyler.
Memleketimizin en mamur, en latif, en güzel yerlerini üç buçuk sene kirli ayaklariyle çiğneyen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nerededir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen düsturlarını rehber ittihâz etmektedir. Milletimizi yetiştirmek için asıl olan mekteplerimizin, dârülfünûnlarımızın teessüsünde aynı mesleği takip edeceğiz. Evet, milletimizin siyasî, içtimaî hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Mektep sayesinde, mektebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, iktisadiyâtı, Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedâyiiyle inkişâf eder…
Görülüyor ki, en mühim ve feyizli vazifelerimiz maarif işleridir. Maarif işlerinde behemehal muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin halâs-ı hakikisi ancak bu suretle olur. bu zaferin temini için hepimizin yekcan ve yekfikir olarak esaslı bir program üzerinde çalışması lâzımdır. Bence bu programın esaslı noktaları ikidir:
Hayat-ı içtimaiyemizin ihtiyaca tetâbuk etmesi.
İcâbât-ı asriyeye tevâfuk etmesidir.
Gözlerimizi kapayıp mücerret yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp cihân ile alâkasız yaşayamayız… Bilakis müterakki, mütemeddin bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ferd-i milletin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.”
Eşitleştiren, özgürleştiren, mutlu kılan, bilgi midir yoksa cehalet mi? Mutlu kılan, cehalet mutluluktur sözünde ifade edildiği gibi, bilgisizlik ve cehalet…