Sovyetler Birliği’nin bütün kazanımlarının ve başarılarının temeli Stalin döneminde atılmıştır. Fakat Putin’in “Tarihin en büyük stratejik felaketi” dediği 1991 çöküşünün, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının sorumluluğu da Stalin dönemine aittir.
Yavuz Alogan
Çevirmen, Yazar, Editör
Röportaj: Emrah Maraşo
GazeteBilim Genel Yayın Yönetmeni
Toplumsal devrimlerin bilim üzerindeki etkisi
Devrimler ve bilim arasındaki ilişkiye dair tartışma Celal Şengör’ün “Fransız Devrimi insanlık için felaket olmuştur, aklı öldürmüştür” sözüyle başladı. Aynı Şengör farklı konuşmalarında da Rus Devrimi ve Çin Devrimi’ni hedef alıyordu. Şengör’ün iddia ettiği gibi devrimler aklı ve bilimi öldürmüş müdür?
Toplumsal ve bilimsel devrimler ayrı süreçlerdir; dinamikleri, etki ve sonuçları farklıdır. Etkileşirler fakat ayrı yollardan giderler. Birincisi, toplumun sınıfsal yapısını değiştirir ve tarihin gidişatını etkiler. İkincisi ise insanın dünyayı ve içinde yaşadığı maddi ortamı algılama biçimini değiştirir. Bilim, Kilise’ye, ruhbana, dinî hurafelere, boş inançlara karşı burjuva devrimcilerinin, sosyalist devrimcilerin, anarşistler dâhil bütün liberterlerin açtığı yoldan ilerleyerek yerleşik bilimsel paradigmaları (bkz. Thomas Kuhn) değiştirebileceği sosyal ve siyasal ortamlara ulaşabilmiştir. Toplumsal ya da bilimsel bütün devrimlerde din kurumuna karşı “aklı özgürleştirme” amacı vardır. Bu amacın kaynağı Aydınlanma’dır. Aklını kullanmaya cesaret eden insan (Kant) devrimcidir. Toplumsal devrimlerin bilim üzerindeki olumlu etkisi uzun vadede ortaya çıkar. Bu uzun vadeli etkiyi, devrimlerin kaotik başlangıç ve ilk dönemlerini veri alarak yargılarsanız, yanlış sonuçlara varırsınız. Fransız Devrimi’ni, kimya alanında devrim yapan aristokrat Lavoisier’nin giyotinde öldürmesine (1794) ya da Çin Devrimi’ni “Kültür Devrimi” (1966) sırasında üniversitelerin yok edilerek bilimin ideolojiye kurban edilmesine indirgeyemeyiz. Her devrim bir öncekinin birikimiyle gelişir. Sonuç olarak, günümüzde geçmiş devrimlerin etkisi azaldığı, küresel düzeyde devrimci süreçler kesintiye uğradığı için akıl ölmekte, bilim de özgürlüğünü ve özerliğini giderek emperyalist ülkelere ve hâkim sınıflara teslim etmektedir. Asıl felaket budur, aklın ve bilimin yavaş ölümüdür. Aklı yeniden ele geçirmek ve bilimin istikametini değiştirmek bundan sonraki devrimlerin işidir.
Fransız Devrimi’ni, kimya alanında devrim yapan aristokrat Lavoisier’nin giyotinde öldürmesine (1794) ya da Çin Devrimi’ni “Kültür Devrimi” (1966) sırasında üniversitelerin yok edilerek bilimin ideolojiye kurban edilmesine indirgeyemeyiz.
Bilimsel birikim ve üretici güçler
Rus Devriminin hemen ardından Lenin “elektrifikasyon” konusuna büyük önem verdi ve hatta komünizmi bununla eşitledi. Wells, Lenin’le yaptığı görüşmede de onun “tüm enerjisini Rusya’da büyük güç istasyonları geliştirmeye adadığını” aktarır. Bu sadece bir üretici güçleri geliştirme hamlesi miydi yoksa bilimsel birikimin zemini oluşturulmak mı isteniyordu?
Lenin’in “işçi sınıfının önderliğinde burjuva demokratik devrim aşaması”nı atlayarak doğrudan sosyalizme geçiş sürecini başlatması, Kurucu Meclis’i kapatarak bütün iktidarı Sovyetler’de toplaması, giderek (iç savaş koşullarında) iktidarı Sovyetler’den alarak önce Bolşevik Partisi’ne ve nihayet 10. Parti Kongresi’nde (1921) bu kez partiden alarak parti genel sekreterliğine vermesi, 1991’den 1917’ye doğru baktığımız zaman bir tür “ilk günah” gibi görünüyor. Ancak bunu bir “sapma” olarak değil koşulların zorlamasıyla ortaya çıkan, o vakit geçici olduğu düşünülen bir yapılanma olarak görmek gerekir. Gelişmiş kapitalist Avrupa ülkelerinde devrim olasılığı ortadan kalkınca “devrimin kalesini koruma” fikri ortaya çıktı. Lenin sadece dış saldırılardan değil, Rusya’daki Asyatik despotizm potansiyelinden ve “büyük Rus Şovenizmi”nin devrimi boğmasından da korkuyor ve bunu açıkça yazıyordu. Bu korku “hızlı iktisadi kalkınma/sanayileşme” fikrini ortaya çıkardı. “Elektrifikasyon,” bilime önem vermekten çok bu bağlamda anlaşılmalıdır.

Çarlık Rusyası bilim ve teknikte çağdaş kapitalist ülkelerin çok gerisinde değildi. Dünya standartlarında 12 üniversite vardı. Devrimden sonra bunlara pek çok üniversite eklendi. 1921’de Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV) gibi Komintern’e bağlı bir uluslararası üniversite kuruldu (Nazım Hikmet’in mezun olduğu okul). Çocuklara ve gençlere parasız eğitim ve geniş burs imkânları sağlandı. Sanayileşme süreciyle entegre pek çok teknik okul açıldı. Stalin döneminin belirli alanlarda uyguladığı baskı ve sansüre rağmen Sovyetler Birliği’nde bilim, eğitim ve kültüre değer ve önem verildi. Andrey Saharov, Yakov Zeldoviç, Lev Landau gibi fizikçiler, tıpta, mimaride ekol yaratan bilim adamları bu sistemden çıktılar. Bilimsel eğitimin sağladığı birikim üretici güçlerin gelişimini sağladı. Sovyet yurttaşı eğitim sistemi sayesinde Batı ülkelerinde görülmeyecek ölçü ve yaygınlıkta kitap okuyan, edebiyatla ilgilenen, klasik müzikten, görsel sanatlardan anlayan gelişmiş bir varlıktı. Putin’in Ortodoks Kilisesi’ni güçlendirerek halkı dindarlaştırma çabasına rağmen -sanırım- bugün de öyledir.
Andrey Saharov, Yakov Zeldoviç, Lev Landau gibi fizikçiler, tıpta, mimaride ekol yaratan bilim adamları bu sistemden çıktılar.
Kolektifleştirme, bilim ve teknoloji
1929’da hayata geçen kolektifleştirme hamlesi çok tartışıldı. Kimilerine göre erken ve zorlamaydı kimilerine göre ise ulusal ve uluslararası konjonktürün getirdiği bir dayatmaydı. Bu hamle Sovyet bilim ve teknolojisinin ve üretici güçlerinin gelişmesini nasıl etkiledi?
1929’da insanüstü bir emek seferberliği başlatıldı. İnsan ile üretim aracı neredeyse aynılaştı. Nazım Hikmet’in “Makinalaşmak İstiyorum” şiirindeki gibi, insanda makineleşme arzusu uyandıran, tekno-fetişist bir dönemdi. Andrey Platonov’un (1899-1951) Çevengur (1928 / İthaki 2022) romanının kahramanlarından Zahar Pavloviç’in şu iç sözleri, Sovyet emekçisinin üretilmiş teknik nesnelere bakışını ortaya koyar: “Başmakinist, makinelerin yaşadıklarını, insanların aklından ve becerisinden ziyade kendi arzularınca hareket ettiklerini pek iyi bilirdi; bu bâpta insanların bir önemi yoktu” (s.41). “Yoldaş makine” zamanla “makine yoldaş”a yol açtı. Teknoloji, üretici güçler gelişti, endüstriyel keşifler yapıldı. Stahanov Hareketi (1935) işçileri rekabete zorladı, “emek kahramanlığı” kavramı bu dönemde ortaya çıktı.
“Yoldaş makine” zamanla “makine yoldaş”a yol açtı. Teknoloji, üretici güçler gelişti, endüstriyel keşifler yapıldı.
İşçi kitleleri bir adım sonra sosyalizm cennetine kavuşacaklarmış gibi koşullandırıldı. En küçük bir eleştiri, ihmal ya da kusur ihanet ve sabotaj olarak cezalandırıldı. Lenin sonrası dönemde iktisadi planlama ve tarımın kolektifleştirilmesi, sosyalizme geçişin başlıca koşulu olarak görüldü (devrimin ilk iktisadi programı için bkz. Buharin, Preobrajenskiy, Komünizmin ABC’si, Belge Yayınları, 1992). Ayakta kalmak, savaşa hazırlanmak, halkı örgütlemek ve ona umut vermek için “sanayileşme” zorunluydu. Kolektifleştirme için aynı şeyi söylemek zordur. Kulak sınıfının tasfiyesi daha insanî ve NEP benzeri iktisadi yöntemlerle yapılabilirdi. Neticede Stalin 1936’da SSCB’de sosyalizmin “temel olarak” kurulduğunu ilan etti. Bu bağlamda Troçki’nin “tek ülkede sosyalizmin nihai zaferinin imkânsızlığı”na ilişkin teorik görüşlerinin, mevcudun sosyalizm gibi gösterilmesinde önemli bir etken olduğunu belirtmek gerekir. Sosyalizmin “temel olarak” kurulmadığı, Stalin sonrasında sosyalizme geçiş sürecinin yozlaşarak sönümlendiği 1991’de anlaşıldı. Tarihin kaydettiği en beleşçi burjuvaziyi oluşturan oligarkların Sovyet halkının yarattığı bütün değerleri yağmalaması insanlık tarihinin belki de en büyük trajedisidir.
Stalin dönemi tasfiyeleri ve aydın ortamı
Stalin iktidarında parti içinde yaşanan tasfiyeler ve belki de daha önemlisi tasfiye yöntemleri Sovyetlerin bilim, felsefe ve aydın ortamını nasıl etkiledi?
Stalin döneminde ve sonrasında partiden bağımsız bir aydın ortamı yoktu. Felsefe, sanat, genelde kültür Andrey Jdanov’un geliştirdiği “sosyalist gerçekçilik” doktrininin baskısı altındaydı. Ancak bütün bunların sanayi üretimiyle entegre bilimsel teknik eğitim ve gelişmeyi durdurduğunu, hatta yavaşlattığını bile söyleyemeyiz. Emekçi halkın coşkusu ve morali yüksek tutuldu. Tasfiye yöntemleri (ağır işkence, düzmece ifadeler, yargısız infazlar vs) halktan gizlendi. Stalin döneminde medyada parti yetkililerinin alt kadro faaliyetlerini izinli olarak eleştirmesi, hainlerin, sabotajcıların, casusların lanetlenmesi dışında tek bir olumsuz haber, cinayetler, trafik kazaları bile yer almadı. Sovyet Termidoru (her türlü muhalefetin politik karar mekanizmalarıyla imhası) diyebileceğimiz, 1936-1939 yargılama ve infazlarında Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren lider kadroların neredeyse tamamı öldürüldü, halk bunların hain, casus vb olduklarına inandırıldı. Yargılanacağını anlayan pek çok kadro intihar etti (Adolf Joffe’nin veda mektubu ve Buharin’in karısı Anna Larina’nın anıları ibretliktir). Ancak bunun sanayileşme üzerinde etkisi olmadı, yukarıda da belirttiğim gibi, kitleler bir adım sonra sosyalizm cennetine ulaşacaklarına, engellerin kaldırıldığına, hainlerin tasfiye edildiğine inandırılmıştı. Ancak 1937’de Kızıl Ordu içinde yapılan tasfiyeler (yine düzmece ifadeler, ağır işkence ve sahte tanıklıklarla) askerî teknik planlama, teknoloji kullanımı ve stratejik düşünceyi olumsuz etkiledi. Bu yüzden Finlandiya Kış Savaşı’nda (1936-1940) ve Büyük Anavatan Savaşı’nın başlangıç evrelerinde (1941-1942) ağır kayıplar verildi. Kızıl Ordu kadroları savaşın içinde eğitim gördü, tertiplendi ve tecrübe kazandı.

Lisenko, “burjuva ve proleter bilimi”
Lisenko olayı nedir ve nasıl yorumlarsınız?
Bu olay Stalin’in mekanik biçimde yorumladığı diyalektik ve tarihsel materyalizm teorisinin botanik alanına uygulanmasından kaynaklandı. Genetik teorileri ile diyalektik materyalizm bağdaşmıyordu. Zürafanın boynu neden uzundur? Fasulye ile bezelye arasındaki farkı nasıl anlarız, gibi sorular vardı. Lisenko’ya göre ortam ve koşullar zürafayı yüksek ağaçların yapraklarını yemeye zorladığı için hayvanın boynu uzamıştı ve fasulye ile bezelye arasındaki farkı ikisini de yiyerek anlayabilirdik. Bilim alanında çatışma, bezelyenin genetik yapısını keşfeden Mendel ve sirke sineklerinin “kromozom mekanizması”nı keşfeden Morgan’ın görüşlerini savunan, bunları geliştirmek için deneyler yapan ve bir “tohum bankası” kurmayı amaçlayan botanik uzmanı Nikolay İvanoviç Vavilov ile Darwin’in “doğal seçilim” kuramını edinilmiş özelliklerin kalıtımı teorisine dönüştürerek “burjuva bilimi”ne karşı bir “proleter bilim” geliştirmeye çalışan Tirofim Lisenko arasında gerçekleşti. Sonunda Vavilov tutuklandı ve cezaevi koşullarında yok edildi. Lisenko ise Stalin’in desteğiyle yapay ısı değişimleri yaratarak kış buğdayını özel bir teknikle bahar buğdayına dönüştürme uygulamalarına (jarovizasyon) girişti. II. Dünya Savaşı sırasında Rusya’da patlak veren kıtlık ve açlığın, yine 1932-1933’te Ukrayna’da Holodomor (açlıkla gelen ölüm) felaketinin Lisenkocu tarımsal uygulamaların sonucu olduğu öne sürülmüştür. Stalin’in ölümünden sonra Sovyet bilim dünyası bilimin proleteri ya da burjuvası olamayacağını kabul etti ve Lisenko sessizce unutturuldu. Günümüzde Nikolay İvanoviç Vavilov’un Tohum Bankası kuzey kutbuna yakın Svalbard Adası’nda milyonlarca tohum örneği ve bitki türünü muhafaza ediyor.

Sputnik 1: Sovyetler bilim ve teknolojide öne geçiyor
Stalin döneminde Sovyetler Birliği atom bombasının formülünü ele geçiriyor ve bugün de adı dünya çapında olan fizikçiler arasında bir sempati yaratıyor. Bu durumu söz konusu bilim insanları için sadece ABD’nin dengelenmesi ihtiyacı olarak mı yoksa sosyalizme olan bir yönelim olarak mı yorumlamak gerekir?
Atom bombasının sosyalizm ya da kapitalizmle ilgisi yoktur, insanlığın ve gezegenin geleceğine yönelik en büyük tehdittir. ABD 1945’te Almanya’nın yenildiği, Japonya’nın Pasifik savaşını kaybettiği koşullarda Sovyetler Birliği’ni yıldırmak için bombayı Hiroşima ve Nagasaki’de “denedi.” Sovyetler Birliği “bomba”yı yapmak, stratejik dengeyi sağlamak zorundaydı. Sovyetler Birliği’nde nükleer fizik araştırmaları II. Dünya Savaşı’ndan önce başlamıştı. ABD Başkanı Harry Truman, Potsdam Konferansı sırasında Stalin’e “Bombayı başarıyla test ettik, Sayın Genel Sekreter,” dediği andan itibaren Stalin atom bombasına odaklandı. Sovyet istihbaratı ABD’nin Manhattan Projesi’ni içeriden takip ediyordu. İstihbarat şefi (NKVD başkanı) Lavrentiy Beria’nın yönettiği proje, fizikçi İgor Kurçatov tarafından geliştirildi ve 1949’da Kazakistan’da ilk Sovyet atom bombası başarıyla test edildi. Bu gelişmenin fizikçiler arasında dünya çapında sempati değil kaygı yarattığını sanıyorum. Meselâ Oppenheimer “İki akrep bir şişede” demiştir.

Sovyetler Birliği’nin esas başarısı nükleer silah edinmesi değil, 1957 yılının Ekim ayında Sputnik 1’i yörüngeye oturtup dünyanın çevresinde 96 dakika süren bir tur attırmasıydı. O sırada teknolojik başarı gibi algılanan bu olay ABD’nin askerî nükleer stratejisini çökertti. O zamana kadar Amerikalılar iki konu üzerinde yoğunlaşmışlardı: Bomba patlatılacağı yere nasıl taşınacaktı ve ilk vuruşu Sovyetler’in yapması halinde misilleme imkânı olacak mıydı? Amerikalılar birinci sorunu çözmek için düşmana yakın üsler kurmuşlar, B serisi uzun mesafe uçakların menzilini geliştirmeye başlamışlardı. Sputnik durumu değiştirdi. Artık pilota ve yakın üslere gerek yoktu; bomba dünyanın herhangi bir yerinden havalanabilir, yörüngede bir tur attıktan sonra istenen yerde patlatılabilirdi. Sovyetler Birliği bilim ve teknolojide öne geçmişti.
Sovyetler bütün başarı ve başarısızlıklarını Stalin dönemine borçlu
Sovyetler Birliği uzay çalışmalarını Stalin dönemine mi borçlu yoksa Stalin’den sonrasına mı?
Sovyetler Birliği’nde uzay programı 1930’lu yıllarda, Stalin döneminde başlatıldı. Savaş sırasında askerî havacılık teknolojisi deneme yanılma yoluyla muazzam bir çabayla, büyük kayıplara rağmen geliştirildi. Savaştan sonra mağlup Almanya’dan uzman ve tasarım (V serisi roketler) düzeyinde sağlanan katkılarla roket teknolojisi geliştirildi. Askerlikte “Komutan, olan ve olmayan her şeyden sorumludur” diye bir laf vardır. Stalin için de geçerli. Sovyetler Birliği’nin bütün kazanımlarının ve başarılarının temeli Stalin döneminde atılmıştır. Fakat Putin’in “Tarihin en büyük stratejik felaketi” dediği 1991 çöküşünün, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının sorumluluğu da Stalin dönemine aittir. Stalin aptal değildi, Sovyet sisteminin ayrıcalıklı bir bürokratik kast yarattığını ve bunun karşı devrim potansiyeli taşıdığını, bürokratik yozlaşmanın sosyalizmin bütün kazanımlarını yok edebileceğini en az Troçki kadar biliyordu. İnfaz, sürgün, tasfiye, sürekli görev değiştirme yöntemiyle yozlaşmanın üstesinden gelmeye çalıştı. Yolsuzluk yapan, rüşvet yiyen kimseyi esirgemedi. Anavatan Savaşı’nın şanlı kahraman mareşallerini bile yozlaştıkları anda kurşuna dizdirdi (Mareşal Kulik) ya da görevden aldı (Mareşal Jukov). Bu süreç ters etki yaratarak bürokrasinin daha da yozlaşmasına, liyakatsız fakat sadık (görünen) unsurların güçlenmesine neden oldu ve Gorbaçev ihanetine zemin hazırladı.

Bir tür sosyalist demokrasiyle bürokrasinin denetlenmesi ve yenilenmesi sağlansaydı, Çin’deki Kültür Devrimi’ne benzer kitlesel seferberliklerle devrime süreklilik kazandırılsaydı, Sovyetler Birliği, kazanımları, ideolojisi ve olanca birikimiyle böylesine trajik biçimde çökmez, yerini Ortodoks Çarlık bozuntusu kimliksiz kişiliksiz bir rejime bırakmazdı.
Huruşov ve Brejnev döneminde büyük başarısızlıklar oldu
Huruşov ve Brejnev dönemini bilim ve teknolojik rekabet açısından nasıl değerlendirirsiniz? ABD’yle olan silahlanma yarışı bu durumu nasıl etkilemiştir?
Bilimsel ve teknolojik gelişmenin iki şartı olsa gerektir: Kurumsal süreklilik ve özerklik/özgürlük (politik dalgalanmalardan bağımsızlık). Sovyetler Birliği’nde kurumsal süreklilik vardı. Dünya çapında bir kurum olarak hâlâ ayakta olan SSCB (günümüzde Rus) Bilimler Akademisi’nin kuruluş tarihi 1925’dir. Özerklik, Lisenko olayındaki gibi bazen ideolojiye kurban edildiyse de Batı’yla rekabette bilim ve teknolojinin önemine ilişkin güçlü farkındalık eksik olmadı. Buna rağmen Huruşov ve Brejnev döneminde büyük başarısızlıklar oldu. Huruşov’un bir Kremlin darbesiyle tasfiye edilmesi, Küba Krizi’nin (1962), 20. Parti Kongresi’yle (1956) başlatılan “destalinizasyon” sürecinin Doğu Avrupa’da ayaklanmalara yol açmasının yanı sıra, “bâkir topraklar kampanyası”nın (1954-1956) sonucuydu. Bu kampanyada siyasî irade (volontarizm) bir kez daha bilimle karşı karşıya geldi. Kazakistan’ın nüfus yapısı bozuldu, önce artan tarımsal rekolte daha sonra hızla düştü, bâkir toprakların büyük bölümü yanlış tarımsal yöntemler yüzünden kullanılmaz hâle geldi.
Özerklik, Lisenko olayındaki gibi bazen ideolojiye kurban edildiyse de Batı’yla rekabette bilim ve teknolojinin önemine ilişkin güçlü farkındalık eksik olmadı.
Brejnev dönemiyle birlikte Sovyetler Birliği, Anthony Barnett’in isabetli deyişiyle, “uzun kış uykusu”na girdi (bkz. A. Barnett, Sovyetler’de Özgürlük, İletişim 1988). Sovyet halkı “istikrar” ya da “barış içinde birarada yaşama” gibi görünen bu uzun kış uykusundan kapitalizme uyanacaktı. Brejnev, Stalin’in nefret ettiği türden kalantor ve yozlaşmış bir büyük bürokrattı. Otomobil koleksiyonu yapmak gibi pahalı zevkleri vardı. Mayıs 1972’de Nixon’la masaya oturarak Detant (karşılıklı yumuşama, nükleer silahların sınırlanması vs) sürecini başlattı. Huruşov-Brejnev döneminde işletme bazında kârlılığı ve verimliliği esas alan Liberman reformları (1962-1965) beklenen sonucu vermedi. Yine bu dönemde başlayan Pekin-Moskova çatışması bir “bilim olarak sosyalizm” düşüncesini sarstı. Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin yolsuzlukları giderek norm hâline geldi, Brejnev’in emriyle başlatılan Afganistan savaşı ekonomiyi canlandıracağına ağır bir durgunluğa sürükledi.

Batı’da Sovyetler Birliği’nin ABD tarafından uzay rekabetine ve aşırı askerî harcamalara zorlandığı için dağıldığına ilişkin yakınlarda ortaya atılan iddialar bence gerçeği yansıtmıyor. Bilim ve teknoloji alanında Sovyetler Birliği Batı’nın çok gerisinde değildi, bazı alanlarda belki de daha ileriydi. Fakat sistem kendini yenileyebilecek yönetim mekanizmalarına sahip değildi, içten içe yozlaşmış, çürümüştü. Son yıllarda ortaya çıkan “gerontokrasi” (en yaşlıların yönetimin en üst kademesine çıkması) sorunu, bu çürümenin göstergelerinden biriydi. Sovyet işçi sınıfının “devrimci özne” olma özelliğini çok önceden kaybettiğini, bürokrasiye karşı “politik devrim” şöyle dursun, asgari sınıfsal çıkarlarını bile koruyacak kabiliyete sahip olmadığını anlıyoruz. Emekle yaratılan bütün değerler, hızla oligarklara dönüşen parti bürokratları tarafından yağmalanırken, partiden bağımsız örgütleri olmayan sınıf da kendi içinde parçalandı.