Kadın bedeninin tarihsel serüvenine kısaca baktığımızda onun siyasal politikanın konusu haline gelmesi durumu kafamızda daha da netleşecektir. Yirmi birinci yüzyılda kadın bedeni ile ilgili doğum kontrolü, kürtaj, doğum şekli gibi konuların hala iktidarın denetimi altına alınması çabaları, bu durumun bariz göstergesidir.
Prof. Dr. Nüket Örnek Büken
HÜTF Tıp Etiği AD Başkanı, HÜ Biyoetik Merkez Müdürü
Tarihsel süreçte bedene yüklenen anlamlar, kadın bedeni, beden politikaları
Kadın bedeninin tarihsel serüvenine kısaca baktığımızda onun siyasal politikanın konusu haline gelmesi durumu kafamızda daha da netleşecektir. Yirmi birinci yüzyılda kadın bedeni ile ilgili doğum kontrolü, kürtaj, doğum şekli gibi konuların hala iktidarın denetimi altına alınması çabaları, bu durumun bariz göstergesidir. Tarihin bedeni ilk konumlandırışı, onu aklın karşısında arka plana iterek gerçekleşir. Beden sahnenin arkasına itilir ancak dinin karşısında korkulan bir tuzak olmaktan da kurtulamaz. Erkek egemen bir toplumsallığın temel özelliklerinden olan ikilik anlayışı (diyalektik), bir yandan kadın ve erkeği birbirinin kutbu olarak kurarken, diğer yandan bedenin dizginlenmesi gereken bir iblis olduğu düşüncesini ortaya atar. Böylece bedenin politik düzenlemelerin konusu haline getirilmesinin ilk sinyalleri de verilmiş olur.
Tarihin bedeni ilk konumlandırışı, onu aklın karşısında arka plana iterek gerçekleşir. Beden sahnenin arkasına itilir ancak dinin karşısında korkulan bir tuzak olmaktan da kurtulamaz.
Batı aydınlanma döneminin önemli filozoflarından Descartes’e göre ruh, insanın gerçek boyutu ve aklın dengi olup erkekle özdeşleştirilir, doğanın dengi olarak görülen beden ise kadınla özdeşleştirilir ve bedenin (kadın), ruhu (erkek) baştan çıkarma çabaları ile ruhun bu duruma karşı koyma iradesi çatışır. Ruh ve beden arasındaki bu ayrım, yalnız Batı düşüncesine özgü olmayıp, İslam düşüncesinde de kendisini gösterir. Bu ikili ayrım hem aydınlanma döneminde hem de modern düşüncede devam eder. Aynı ikili ayrım “bilgi iktidardır” diyen Bacon ile de devam eder; Bacon aklı eril, doğayı dişil olarak görmeye devam eder ve bedenden tamamen soyutlanmış akıl ile doğa arasındaki ilişkiyi, bir ele geçirme, fethetme ilişkisi olarak görme eğilimindedir. Yani onu/doğayı, kendine yararlı kılmak için girişilen, saldırgan bir ilişkidir bu.
Böylesi yoğun cinsiyetçi metafor, modern bilimin kuruluşunda “özne ile nesne”, “akıl ile doğa”, “tin ile akıl”, “akıl ile beden”, “madde ile tin” arasında güçlü karşıtlıklar sistemini ve bu ayrımların çok güçlü bir eril/dişil ayrımına dayandığını gösterir. Ancak sekülerleşme süreci ile birlikte aydınlanmacı geleneğin, aklı bedenin önüne koyan yaklaşımının değişeceği, yeni bir döneme girilecektir. Bu değişim Foucault’nun, Platoncu- Hıristiyan tanımında biçimlenen “beden ruhun hapishanesidir” şeklindeki söylemi, “ruh bedenin hapishanesidir” şekline değiştirmesi ile de ifadesini bulacaktır. Baudrillard bu durumu “günümüzde ruhu sarmalayan bedendir” şeklinde ifade eder.
Ancak sekülerleşme süreci ile birlikte aydınlanmacı geleneğin, aklı bedenin önüne koyan yaklaşımının değişeceği, yeni bir döneme girilecektir.
Bu sekülerleşme sürecinde geçmişte benimsenmiş olan pek çok edimin tıbbileştirilerek kategorize edilmesi de etkili olacaktır. Dini pek çok ritüel de bu süreçte tıbbın ilgi ve otorite alanına çekilir. Bryan Turner’a göre tek tanrılı dinlerde, özellikle Hıristiyanlıkta diyetler ruhu korumak adına bedenin kontrolü iken, daha sonra tıbbi sistemlerin konusu olmaya başlamıştır. Foucault ve takipçileri bedeni politik gözetim ve denetimin aracı olarak ele alırlar. Devletin, bedeni; tıp, eğitim sistemi, psikiyatri, hukuk gibi kurumlar aracılığıyla disipline etmesi söylemi böylece önemli bir tartışmayı da başlatır.
Kadın ve kadın bedeni arasına sızan iktidar ve erk sorunu
Tüketim toplumunda hem bedenin korunmasına hem de bedenin görünümüne yönelik mekanizmalar işlemeye devam etmektedir. Bu süreç bedenin kozmetikten tıbbileşmeye çeşitli biçimlerde düzenlendiği bir süreç olarak güzellik, cinsellik, sağlık gibi konular üzerindeki tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Toplumsal yargılar örneğin bakire olmayı, anne olmayı, belli sayılarda çocuk doğurmayı, vajinal doğum yapmayı, çekici olmayı norm olarak kabul ederek, bunun dışındaki durumları, kişinin bilgisizliği, ahlaksızlığı, beceriksizliği, yetersizliği şeklinde etiketleyip kişi üzerinde baskı kurulmasına yol açar. Bunun dışındaki tercihlerde kişilerin kendilerini yalnız hissetmeyeceği, sosyal ya da kurumsal mekanizmaların eksikliği önemli bir sorundur.
Tüketim toplumunda hem bedenin korunmasına hem de bedenin görünümüne yönelik mekanizmalar işlemeye devam etmektedir.
Tarihsel süreçte kadınların bilgileri, kendi bedenlerinin ötesinde yaşamın dönüştürülmesi için gerekli ve hayatiydi, kadınlardan kadınlara aktarılan bu bilgi, bir tür ağ vazifesi de görmekteydi. Kadınların çocuk düşürme için yapraklarını kullandığı ağaçların, devlet tarafından özellikle ortadan kaldırılması, sağaltıcı bilgilere sahip ya da sahip olduğu iddia edilen kadınların cadılar olarak yakılması, bedenler üzerinde modern tıbbın kendi kendine kazanılmış gibi görünen otoritesinin tarihsel zor koşullarını ifşa etmektedir aslında. Sınıfın oluşmaya başladığı andan itibaren sağlık, hiyerarşik üstünlüğü olanların denetimine geçti ve bir üst yapı kurumuna dönüştü.
Şeflerin bir kısmı krallaşırken, şamanlar rahipliğe ya da hekimliğe terfi ettiler, pek çok toplulukta rahip hekimler erki ellerine aldılar. Orta çağ ve yeniçağ krallıklarında kral, Tanrının yeryüzündeki ifadesi olarak şifa gücüne de sahipti ve haftanın 1 günü şehir meydanında toplanan hastaların “kral dokunması” ile iyileşeceklerine inanılıyordu. Tüm bu ayrışmalar kurumsal yapıyı güçlendirdi ve bu ayrışmanın dışında kalanlar, örneğin orta çağ cadılarının öncülleri olan otacılar düşman ilan edildi, cadı kazanları kuruldu. Kuşkusuz bunun nedeni sağlığın gasp hakkının tek bir elde toplanmasının sağlanmasıydı.
Hastalık ve hasta kimi zamanlarda şeytanla özdeşleştirilebiliyor ya da yakın yüzyıllara kadar iğrençlik olarak tanımlanabiliyordu. Hastalık hakkındaki bilinen bilginin hastadan saklanması, bu erk ilişkisi içinde hasta haklarına yönelik ilk müdahaleyi içerir. Böylece bilgi üstünlüğü bir egemenlik aracı durumuna dönüşmüş oldu. Tıp, bir taraftan erk aracı olmanın yanında, zamanla sermayeyi de koruyan bir unsur haline geldi. Kadınlar geleneğin ve bilgisizliğin kurucusu olarak aydınlanmanın önünde büyük engeller olarak görülerek, özellikle hasta bakımı ve tedavisi ve çocuk bakımının yönetimi, kadından erkeğe, sonra da devlete geçirilmeye çalışıldı.
Tıp, bir taraftan erk aracı olmanın yanında, zamanla sermayeyi de koruyan bir unsur haline geldi.
Tıbbileştirmek ve kriminalize etmek, kadının kendisine ilişkin bilgisinin elinden alınmasına ve bedenle arasına devletin ve devlet kurumlarının tıbbi dilinin girmesine neden oldu. Aydınlanma döneminde ebe kadınla hamile arasındaki ilişkinin içine genellikle genç erkek doktorların dahil edilmeye çalışılması, doğuma “yardımcı” olması beklenen yaşlı ebe ve genç doktorlar arasında büyük otorite problemlerine neden olmakta ve ebeler “doğanın kölesi” olmakla suçlanmaktaydı. Kadın ve bedeni arasına sızan iktidarı ve erk sorununu bu örnekler çok iyi anlatmaktadır.
Bir otorite kurumu olarak tıp ve bedeninin tıbbileştirilmesi
Ivan Illich, Sağlığın Gaspı adlı kitabında; tıp kurumunun denetlenemeyen bir otorite olarak, neyin hastalık olduğunu, kimin hasta olduğunu ve hastalara ne yapmak gerektiğini belirlediğinde sağlığımız için büyük bir tehdit oluşturduğunu; bedenlerimiz üzerindeki hakkımıza tecavüz ettiğini; ilaç tüketimini teşvik ederek toplumun hastalıklı yapısını güçlendirdiğini; sağlığa bir “mühendislik modeli” olarak yaklaştığı için insanların kendi insani zaafları, incinebilirlikleri ve biriciklikleriyle, kişisel ve özerk bir biçimde baş etme potansiyellerini yok ettiğini anlatır.
Böylece yaşam boyu tıbbi gözetim, yaşamı, her biri özel bir tür vasilik gerektiren riskli dönemlerden oluşan bir zincire dönüştürmektedir. Hem zengin hem de yoksul için yaşam, ‘chech-up’lardan ve kliniklerden geçip, başladığı yere geri dönen bir hac yolculuğu gibidir. Yaşam, daha iyi ya da daha kötü olması için kurumsal olarak planlanması ve biçimlendirilmesi gereken bir aralık olarak algılanmakta, adeta istatistiksel bir fenomene indirgenmektedir. Bu yaşam aralığı hekimin fetusun (cenin) doğup doğmayacağına ya da nasıl ve ne zaman doğacağına karar verdiği prenatal (doğum öncesi) işlemlerle başlar ve hastaya “canlandırma uygulamayınız” (DNR order) komutuyla son bulur.
Böylece yaşam boyu tıbbi gözetim, yaşamı, her biri özel bir tür vasilik gerektiren riskli dönemlerden oluşan bir zincire dönüştürmektedir.
Toplumumuzun kimi önemli hastalıklardan kurtulması bir yana her geçen gün bir yenisiyle tanışması ve “hastalık icadı” diye adlandırılabilecek bir sosyoekonomik fenomenle yüz yüze kalması düşündürücüdür. Asıl sorun tek başına tıbbın kendisinden kaynaklanmamakta, toplumsal ve ekonomik bir kaynaktan da beslenmektedir. Söz konusu sorun emperyalist küreselleşmenin etkisiyle toplumların tümünde yaygınlaşmakta, bu ise küresel bir sağlık krizini derinleştirmektedir. Hastalık icadının başlıca sorumlusu ve en önemli dinamiği küresel pazar ekonomisi içerisinde büyük kârlar elde eden ilaç-tıbbi cihaz endüstrisidir. Böylece “gündelik yaşamın tıpsallaştırılması” gerçekleşmektedir.
Tüm bilimlerde olduğu gibi tıbbın da neredeyse daha ilk andan itibaren iktidar için gerekli erkin birer aracı durumuna gelmesi ya da ideolojik bir argüman olması, uygulayıcılarını yani hekimleri ve sağlık personelini iktidar kurma aracı haline getirirken, bu bağlamda özneleri yani hastaları baskı altında tutmanın aracı ve onları durumlarından ya da hasta olmalarından- ötürü “hak arayıcı” konumuna indirgemiştir. Böylece, insan hakları perspektifinde iktidar-insan şeklinde karşımıza çıkan zorunlu kutuplaşmada sıfatlar, hasta hakları söz konusu olduğunda tıp-hasta ikilisine dönüşmektedir.
İktidar için “sağlık” bu kadar önemli olunca bu kurumun erk dışına çıkması da engellenmelidir. Otacılardan cadılara uzanan ve çoğu zaman oldukça şiddet içeren karşı kampanya alanı günümüze yaklaştıkça başka alanlara yönelmiş ve tıp bir erk aracı olarak bu kampanyada iktidarların en önemli ideolojik argümanını oluşturmuştur. Kişinin hastalanma sürecinin başlangıcından herhangi bir nedenle bu hastalıktan kurtuluşuna değin geçen sürede o kişinin -ve toplumunun- tıp kurumu ile olan ilişkisinde belirleyici olanın tıbbın erki olduğu görülmektedir.
Kişinin hastalanma sürecinin başlangıcından herhangi bir nedenle bu hastalıktan kurtuluşuna değin geçen sürede o kişinin -ve toplumunun- tıp kurumu ile olan ilişkisinde belirleyici olanın tıbbın erki olduğu görülmektedir
Foucault’nun bedenleri disipline etme tekniği olarak tıbbileştirme tespiti, dolaylı olarak kadının cinselleştirilmesi eğilimine dikkat çekmesi açısından önemlidir. Kadının üremeye dönük özelliklerinin aşırılaştırılmasıyla mümkün olan modern tıbbileştirme, kadını temsil eden organın dönüşmesi, doğum da dahil olmak üzere her türlü belirtinin hastalıkmış gibi ele alınmasına ve “kadın bedeninin patolojikleştirilmesine” neden oldu. Tıbbileştirmenin cinselleştirmeyle birlikte nasıl gerçekleştiği, tıbbi illüstrasyonlarda kadın bedeninin göze çarpan kısımlarıyla belirginlik kazandı. Bu temsil, kadını “cinsel” varoluşuyla, erkeği ise cinsellikten azade kılınmış gibi duran aktif ve hareketli varoluşuyla yani kaslarıyla resmetti. Yine, kadınlığı tanımlayan organların tıbbın farklı tarihsel evrelerince yer değiştirdiğini görmek de bu açıdan ilginçtir.

Beden konusu neden öne çıktı ve bedenin bir araştırma konusu olarak ele alınmasını sağlayan belirleyenler neler oldu? Kuşkusuz feminist hareket erkeğin kadın bedeni üzerindeki baskı ve denetimini deşifre etmede ve insan biyolojisindeki farklılıkların toplumsal davranışlar üzerinde belirleyici olduğu görüşünün yıkılmasında etkili olmuştur. Tarihsel eşitsizliklerin insan bedeninden yola çıkılarak doğallaştırılması, kadın bedeninin kadına uygulanan şiddetin gerekçesi olarak sunumu, eleştirilmeye başlandı. Sonrasında bedenin yalnızca biyolojik değil (biyolojik cinsiyet), yanı sıra toplumsal bir varlık olarak kabulüyle biyolojik olanla toplumsal olan (toplumsal cinsiyet) arasındaki ilişki gündeme gelecektir.
Tarihsel eşitsizliklerin insan bedeninden yola çıkılarak doğallaştırılması, kadın bedeninin kadına uygulanan şiddetin gerekçesi olarak sunumu, eleştirilmeye başlandı.
Kadınlar biyolojik üretim kapasitelerine ve buna dayalı cinsiyetçi iş bölümündeki geleneksel rollerine göre tanımlandığında, kadınların erkeklere olan tabiliğinin kaynağında biyolojik cinsiyetleri yerine aslında toplumsal cinsiyetin olduğu ve doğanın yerini toplumun aldığı gerçeği göz ardı edilebilmektedir. Yani biyolojik bedenlerimize toplumdaki eşitsiz ve hiyerarşik iktidar dağılımına göre toplumsal anlamlar yüklenmektedir. Toplumsal cinsiyetimiz kaçınılmaz bir kader değildir. Toplumsal ilişkiler ağı içinde, toplumsal iktidarın eşitsiz dağılım sürecinde toplum tarafından oluşturulduğundan, değişebilir. Toplumsal cinsiyetin oluşturulma sürecine en büyük katkıyı aslında farkında olarak ya da olmadan tıp kurumunun kendisi yapmıştır.
Kadını baskılayan toplumsal normların, tıp aracılığıyla meşrulaştırılması konusunda sayısız örnekler verilebilir.
İnsan biyolojisinin toplumsal süreçlerin düzenlenmesi ve denetimindeki etkisi tıbba geniş bir iktidar olanağı sunmuştur. Kadını baskılayan toplumsal normların, tıp aracılığıyla meşrulaştırılması konusunda sayısız örnekler verilebilir. Toplumsal iş bölümü kaynaklı hiyerarşilerin, tıbbi terimlerle ifade edilerek görünmez kılınması, belki de en az fark edilendir. Örneğin “doğum sonrası sendrom”, “premenstrüel sendrom”, “menapozal sendrom” “histeri”… gibi.
Doğumun tıpsallaştırılması
Peki, doğum süreci ve doğurganlığın anlamı açısından baktığımızda ne söyleyebiliriz? Hamilelik öncesi, hamilelik ve hamilelik sonrası olarak adlandırılan sıkı takip gerektirdiği söylenen bu süreçte medikalizasyon (tıbbileştirme) en üst noktaya ulaşmış değil midir? Annelik, artık medikal bir süreç olarak değerlendirilirken ve yaşamın başlangıcı olan “fizyolojik sosyal doğum”, “tıbbi doğum”a doğru evrilirken, normal fizyolojik bir olay patolojik bir sürece dönüştürülmekte değil midir? Bilimin ataerkil yapısı ve erkek egemen bir toplumda kadınlar için karar verme konusundaki korkuları düşünüldüğünde, kadınların daha güvenli bir yol olarak sunulan medikal süreçlere başvurması son derece anlaşılırdır.

Bütün hamilelikleri tehlike potansiyeli ile tanımlayan, doğum yapacak annenin hasta olarak kaydını yapan, sürecin her noktasına müdahale eden bir tıp kurumu vardır karşımızda. Üstelik biyomedikal teknoloji ve IVF teknolojisinin altında yatan kapitalizm, kadınlara kendi çocuğuna “sahip olma” isteği şeklinde yansımaktadır. Üreme, kadınlar için halen toplumsal bir statü kaynağıdır. Ayrıca doğurganlık cinselliği görünür kılan, kadının cinselliğini meşrulaştıran bir araçtır. Bir yandan annelik yüceltilirken öte yandan çocuk doğurma özelliği olmayan ya da bu özelliğini yitirmiş olan kadınların cinselliklerinin ve dolayısıyla kadınlıklarının iptali doğurganlığın etkisini göstermektedir.
Üreme, kadınlar için halen toplumsal bir statü kaynağıdır. Ayrıca doğurganlık cinselliği görünür kılan, kadının cinselliğini meşrulaştıran bir araçtır.
Günümüzde cinselliğin üreme odaklı olması, istenmeyen gebelikleri sorun haline getirmekte, gebelik süreci ve çocukla ilgili sorumlulukların neredeyse tamamı kadına yüklenerek ve bunun etkileri de göz ardı edilerek kadın yalnız ve güçsüz bırakılmaktadır. Bu nedenle, kadınların deneyimlerinde cinsellik ve üreme her zaman birbirinden ve toplumsal cinsiyetten ayırt edilemeyen unsurlar olmuştur. Kadınların erkeklere tabi olmaları, gebelik ve doğum konusunda yeterince söz sahibi olmamalarıyla bağlantılıdır. Kendi arzusu doğrultusunda olmayan ve yeterince korunma imkânına sahip olmadığı cinsel ilişkinin, istenmeyen gebelikle sonuçlanması, kendi arzusu dışında kadınları gebe kalmaya zorlamak, ailedeki cinsel tahakkümün bariz bir örneğidir.
Bu açıdan bakıldığında kürtaj kadınların kendi bedenleriyle ilgili haklarının bir sonucudur ve kadın hareketinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu nedenle devletin sadece kürtaja izin veren kanuni düzenlemeler yapmakla yetinmesi yeterli değildir, kadınların sağlıklı koşullarda kürtaj olabilmeleri için gerekli kamusal desteğin de verilmesi gerekmektedir. İstemediği bir gebeliğe son vermek isteyen kadına en iyi koşullarda kürtaj olabilmesi için her türlü teknolojik, ekonomik ve tıbbi desteği verecek şekilde kanuni düzenlemeler yapıldığında, hukuk yoluyla kadınlarla erkeklerin cinsel eşitsizliğini gidermeye yönelik bir adım atılmış olur. Diğer taraftan doğum kontrol yöntemlerinin herkes için ulaşılabilir olmasının devlet eliyle sağlanması da önemlidir.
Bu nedenle devletin sadece kürtaja izin veren kanuni düzenlemeler yapmakla yetinmesi yeterli değildir, kadınların sağlıklı koşullarda kürtaj olabilmeleri için gerekli kamusal desteğin de verilmesi gerekmektedir.
Vajinal doğum mu, sezaryen doğum mu?
Doğum tercihi ve doğum şekli konuları ülkemizin gündemine sık olarak girmektedir. Bu konunun da kadın bedenini ilgilendiren ama “kadının adı olmayan” bir sorun alanı olarak tartışılmakta olduğuna öncelikle vurgu yapmak istiyorum. Bu kararın, gebe kadının özerkliğine saygı bağlamında, gerekli bilgilendirme kendisine yapılarak ve aydınlatılmış onam süreci doğru işletilerek, hekim- hasta iletişiminde alınması gereken bir tıbbi karar olduğunun altını özellikle çizmek istiyorum. Sağlık politikalarının ve sağlık ekonomisinin pratik klinik uygulamalara ve tercihlere yansıması kaçınılmazdır.
Bu kararın, gebe kadının özerkliğine saygı bağlamında, gerekli bilgilendirme kendisine yapılarak ve aydınlatılmış onam süreci doğru işletilerek, hekim- hasta iletişiminde alınması gereken bir tıbbi karar olduğunun altını özellikle çizmek istiyorum.
Özellikle kadın doğum alanında diğer uzmanlık alanlarına kıyasla daha fazla görülen, görülmesi olası olan medikolegal sorunlar ve malpraktis korkusu, defansif tıp uygulamalarına ve dolayısıyla da sezaryen oranlarında artışa yol açmaktadır. Diğer taraftan, günümüz Türkiye’sinde kentleşmenin artması, hasta hakları ve tüketici haklarının gelişmesi ve farkındalığının artmasına bağlı olarak, hastaların şikâyet başvuruları ve ilgili davaların da giderek artmakta oluşu, rücu meselesi ve bu bağlamda kurumlarda oluşturulan mesleki sorumluluk kurulları risk algısını da arttırarak, kontrollü sezaryen oranlarını arttırmaktadır.
Vajinal doğum sırasında ortaya çıkabilecek öngörülen ya da öngörülemeyen kimi komplikasyonlar medikolegal soruna yol açabileceğinden, defansif tıp uygulamaları da giderek artmıştır. Medikolegal sorun yaşama korkusu hekimleri vajinal doğumdan uzaklaştıran önemli gerekçelerden birisidir. Dava süreçlerinin uzun olması, istenen tazminatların Türkiye standartlarının çok üstünde yüksek olması, dava sürecinde şikayetçi tarafından hekime şiddet veya tehdit uygulanması, hekimlik hizmetini mesleğini sürdüren kişi için oldukça yıpratıcıdır. Bu şekilde bir suçlamaya maruz kalan bir kadın hastalıkları ve doğum hekimi vajinal doğum pratiğinden uzaklaşmaktadır.

Tıbbın modernleşmesi sürecinde hem dünyada hem de ülkemizde ebelerin bu sürecin dışına itilmesi ve genç erkek hekimlerin sürece dahil edilmesi kadın çalışmaları alanında inceleme konularından birisidir ve bu konuda kuşkusuz kadın bedenine müdahale ve kadın sağlıkçılara yönelik müdahale bağlamında çok şey söylenebilir, söylenmiştir de. Konumuz bağlamında tıbbi ve teknolojik gelişmelerin kadın sağlığına olumlu katkılarından birisi de sezaryendir. Anne ve bebek hayatının riske girdiği durumlarda uygulanan sezaryen operasyonları çoğu zaman hayat kurtarıcı olabilmektedir. Ancak tüm cerrahi girişimler gibi sezaryenin de kadın sağlığını olumsuz etkileyen bazı riskleri bulunmaktadır. Bu nedenle tıbbi bir endikasyon olmadıkça sezaryen ile doğum önerilmemektedir.
Konumuz bağlamında tıbbi ve teknolojik gelişmelerin kadın sağlığına olumlu katkılarından birisi de sezaryendir.
Sezaryen, her şeyden önce her olguda tıbbi endikasyona dayanarak değerlendirilen, hekimin tıbbi ve cerrahi değerlendirmesi ile verilen bir girişimsel operasyondur. Diğer taraftan, Türkiye’de sezaryen ile doğum oranlarındaki artış sıklıkla gündeme getirilmekte, bu artışı yaratan sağlık koşulları, politikaları, ekonomisi göz ardı edilerek, yasaklanmasına yönelik uygulamalar öne çıkmaktadır. Tıp Etiği açısından sezaryen, tüm girişimsel işlemler gibi tıbbi gereklilik saptandığında, hastanın (gebenin) operasyon hakkında tam ve ayrıntılı olarak bilgilendirilmesi, işlemin normal doğuma göre avantajlı ve dezavantajlı yönlerinin anlatılması, hastanın olası yararlar ve riskler konusunda aydınlatılması, tüm bunların hasta tarafından anlaşıldığından emin olunması ile hastanın onamı alınarak uygulanmalıdır.
Türkiye’de sezaryen ile doğum oranlarındaki artış sıklıkla gündeme getirilmekte, bu artışı yaratan sağlık koşulları, politikaları, ekonomisi göz ardı edilerek, yasaklanmasına yönelik uygulamalar öne çıkmaktadır.
Sezaryen operasyonu anne ve bebek açısından hayat kurtarıcı tıbbi-cerrahi müdahaledir. Annenin normal doğum sürecinden duyduğu kaygı ile sezaryen yapılması talebi de hekim-hasta ilişkisi içinde değerlendirilmelidir. Bu özellikleriyle sezaryen operasyonu, ilgili yasal metinlerle sınırları çizilmiş prototip bir işlem olmaktan çok; klinik ortamda hekim-hasta ilişkisi kapsamında, tıbbi endikasyon var ise, anne ile çocuğun sağlığını korumak ve yararını sağlamak gerekçeleriyle, tıbbi olgu özelinde, yukarıda tanımlanan etik zeminde gerçekleştirilebilecek bir cerrahi müdahaledir. Fetal monitarizasyon yöntemlerinin teknoloji ile daha da gelişmesi, anne çocuk doğurma yaşının artması, tekrarlayan (elektif) sezaryenlerin varlığı, ağrı, acı ve doğum olayından korkma gibi birçok faktör isteğe bağlı sezaryen oranının artmasına neden olmuştur.
Ülkemizde sezaryen çok yaygın olarak, tıbbi bir endikasyon olmaksızın annenin ya da hekimin isteğine bağlı olarak da uygulanabilmektedir. Anne adayının normal doğumdan korkması, doğum sürecinin sıkıntılarını çekmek istememesi, bebeğin olası bazı risklere (fiziksel ve nörolojik sekeller) maruz kalmasını istememesi, doğum öncesi sağlık hizmetlerinin yeterli ve etkili verilmemesi gibi nedenler isteğe bağlı sezaryen oranının artmasına neden olabilmektedir. Bu gibi nedenlere bağlı artan sezaryen ameliyatları anne ve bebek sağlığı açısından kuşkusuz çeşitli riskleri beraberinde getirebilmektedir. Bunun sonucunda endikasyonsuz olarak yapılan sezaryen ameliyatları kaçınılmaz bir biçimde bazı etik sorunların yaşanmasına da neden olabilmektedir.
Sezaryenin cerrahi bir operasyon olması avantaj ve dezavantajlarının birlikte düşünülmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Sezaryenin cerrahi bir operasyon olması avantaj ve dezavantajlarının birlikte düşünülmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kadın sezaryenle doğuma oranla vajinal doğum nedeniyle ortaya çıkabilecek sıkıntıları daha az yaşamak için bu yolu tercih edebilir. Sezaryen doğuma göre vajinal doğum sonrası daha fazla gelişme riski olan sorunlar nelerdir? Doğum öncesi travay korkusu, ağrı ve acı, doğum esnasında servikal- vajinal laserasyonlar, doğum sonrası cinsel ilişkide yaşanan sorunlar, üriner inkontinans sayılabilir. Ancak, sezaryen her ne kadar usule uygun yapılırsa yapılsın, uterusta skar dokusuna neden olmaktadır ve oluşan bu skar dokusu yeni gebeliklerde uterusun büyümesi ve kasılmaları nedeniyle yırtılma eğilimini artırmaktadır.
Aynı zamanda sezaryenin diğer olumsuz yönlerine bakıldığında; annenin kan transfüzyonu gereksinimini, enfeksiyon gelişim riskini, hastanede kalış süresini ve maliyeti artırmaktadır. Bunlara ilaveten annenin ağrıdan kaçmak isterken daha fazla ağrı çekmesini ve emzirmenin gecikmesine neden olabilmektedir. Sezaryen sadece annenin değil, aynı zamanda yeni doğanın da çeşitli risklere maruz kalmasına neden olabilmektedir. Doğumda akciğerlerdeki sıvının yeterince boşalmaması nedeniyle yeni doğanda solunum sıkıntısı gelişmesi, emzirmenin ve anne bebek iletişiminin geç başlaması, maternal sedasyonun bebek üzerine olumsuz etkileri sayılabilir. Tüm bu durumlar sezaryenin hem kadın ve hem neonatal mortalite ve morbidite riskini artıran önemli bir durum olduğunu göstermektedir.
Tüm bu durumlar sezaryenin hem kadın ve hem neonatal mortalite ve morbidite riskini artıran önemli bir durum olduğunu göstermektedir.
Diğer taraftan kadının kendi bedeni ile ilgili vermiş olduğu karara saygı göstermek, değer yargıları ve düşünceleri tarafından biçimlenen kararlarını tanımak anlamına gelen bireyin özerkliğe saygı kapsamında düşünüldüğünde, kadının sezaryanla doğum yapma isteği de dikkatle değerlendirilmesi gereken bir talep olarak ele alınmalıdır. Gebe kadının sezaryen nedeniyle gelişebilecek komplikasyonlar hakkında bilgi durumu nedir? Gebe kadın sezaryenle ilgili komplikasyonlar hakkında hekimi tarafından bilgilendirilmiş midir? Doğum öncesi dönemde takip, bilgilendirme, korkularının giderilmesi, doğum sürecine biyopsikososyal hazırlık yapılmış mıdır?
Kadınların sezaryenle doğum yapmak istemeleri bazı durumlarda ağrıdan kaçmak, doğum stresi yaşamamak gibi nedenlerle değil, doğacak bebeğin aile açısından uzun sürelerdir beklenen kıymetli bebek olma durumu gibi sosyal nedenlerden dolayı da olabilir. Bu nedenle hekim, gebe kadının doğum konusundaki kişisel tercihini de dikkate alarak, planlama yapmalıdır. Ancak, böyle bir durumda hekimin sezaryen operasyonun riskleri konusunda da gebe kadının bilgi durumunu belirlemesi ve operasyonla ilgili olası komplikasyonları hastasına açıklaması gerekir. Hekim tarafından sezaryen konusunda hastaya bilgilendirilme yapılmaması ya da direkt olarak hekimin de sezaryeni tıbbi neden olmaksızın teşvik edici olması etik açıdan yarar sağlama- zarar vermeme ilkeleri açısından doğru değildir.
Yeni doğan açısından da riskleri bulunan sezaryenin, endikasyon olmaksızın isteğe bağlı olarak uygulanıyor olması, kendi adına karar veremez konumda olan canlı bir birey adına diğer kişilerin karar verir konumda olması açısından etik ilkeler ışığında değerlendirilebilir. Bebeğin en üstün tıbbi çıkarının karar verme sürecinde gözetilmesi istenir.

Anne ve bebeğin sağlığı için doğum şeklinin seçilmesi sürecinin tüm basamaklarında anne, baba bilgilendirilmeli, biyopsikososyal açıdan anne tam olarak desteklenmeli ve bilgilendirilmelidir. Tıbbi karar verme sürecinde; tıbbi belirleyenler, hasta tercihleri, bireyin yaşam kalitesi ve diğer kültürel ve çevresel belirleyenler sırasıyla göz önünde bulundurularak karar verilmeli, sağlık ekibinin kararı temellendirilmelidir. Sadece tıbbi endikasyonlar değerlendirilerek verilen kararların her zaman hasta adına en doğru karar olmadığını bilmek önemlidir. Hastanın tercihleri, tercihlerinin kaynakları değerlendirilmelidir. Her vakanın kendi belirleyenleri içinde “biricik” olduğu ve genelleme yaparken o “biricikliği” görmemenin ya da dikkate almamanın ortaya çıkaracağı olumsuz sonuçları öngörebilmek ve gerekirse inisiyatif kullanabilmek de gerekir.
Tıbbi karar verme sürecinde; tıbbi belirleyenler, hasta tercihleri, bireyin yaşam kalitesi ve diğer kültürel ve çevresel belirleyenler sırasıyla göz önünde bulundurularak karar verilmeli, sağlık ekibinin kararı temellendirilmelidir.
Kanun koymada geleneksel biçimde eşitlikçi yaklaşım, kadınların dezavantajlarını ortadan kaldırmamaktadır, çünkü hukuk görünüşte cinsiyetsiz ve tarafsız formüle edildiği halde, hukuk düzeninde kadınların yaşam deneyimleri hemen hemen hiç hesaba katılmamakta ve yalnızca erkeklerin deneyimlerine göre hukuk biçimlenmektedir. Cinsiyetler arası hiyerarşik yapılanmaya dayanan toplumsal yapıda soyut eşitlik standartları ve prensiplerine yer verilmesi, devletin ve kanunların tarafsızlığının ilan edilmesi, aslında kadınlar üzerindeki erkek egemenliğinin hukuk yoluyla rasyonelleşmesine neden olmaktadır.
Kanunların cinsiyet körü olması, yalnızca kanunların kadınlar ile erkekler arasında biçimsel eşitlik esasına dayanmasından ibaret değildir. Kanunların cinsiyet körlüğü bazen kadınları açıkça erkeklere tabi kılan güç ilişkilerine yönelik olarak hiç düzenleme yapmayıp, görmezden gelmesiyle de olabilmektedir. Eşitlik kavramının soyut ve biçimsel algılanmasından vazgeçilip, kadınların kendi somut deneyimleri ışığında içerikli bir şekilde yeniden tanımlanmalıdır. Bunun için de ilk önce kadınların gerçek hayatta erkeklerle eşit güce sahip olmadığı gerçeğinin göz önüne alınması, daha sonra da cinsiyet eşitsizliğinin doğal ya da biyolojik kaynaklı değil, politik ve toplumsal güç eşitsizliğinden kaynaklandığının kabul edilmesi gerekmektedir.
Bunun için de ilk önce kadınların gerçek hayatta erkeklerle eşit güce sahip olmadığı gerçeğinin göz önüne alınması, daha sonra da cinsiyet eşitsizliğinin doğal ya da biyolojik kaynaklı değil, politik ve toplumsal güç eşitsizliğinden kaynaklandığının kabul edilmesi gerekmektedir.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırdığınızda ve toplumdaki gücün eşit dağılımını sağladığınızda doğurganlığa, kürtaja, doğum şekline iktidarın ve erkin karar vermesi sürecinin farkına varılarak, kadının özerkliği, deneyimleri, talepleri öne çıkacak ve kadına atfedilen değerler de değişime dönüşüme uğrayacak, böylece gerçek eşitlik sağlanacaktır. Bu konudaki mücadeleye verilen desteğin çoğalması dileğiyle…
İleri okumalar için
Michel Foucault, Cinselliğin tarihi, Ayrıntı Yayınları, üçüncü baskı, çeviren; Uğur Tanrıöver, 2010, İstanbul.
Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yayınları, 2008, 3. Basım, İstanbul.
Pierre-Felix Bourdieu, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, 3.Baskı, 2010, İstanbul.
Ivan Illich, Sağlığın Gaspı, Ayrıntı Yayınları, 1995, İstanbul.
Catharine A. MacKinnon, Feminist bir devlet kuramına doğru, Metis yayınları 2. Basım, Eylül 2015.
Büken NÖ. Sağlığın Sesi Gazetesi, Ağustos-Eylül 2011 “Kadın Bedeninin Tıbbileştirilmesi”
Büken NÖ. Sağlığın Sesi Gazetesi, Aralık 2011 “Kadın Hareketini Oluşturan Farklı Dinamiklerin Karşılaştırılması -1”
Büken NÖ. Sağlığın Sesi Gazetesi, Mart 2012 “Kadın Hareketini Oluşturan Farklı Dinamiklerin Karşılaştırılması- 2 ”
Büken NÖ. Sağlığın Sesi Gazetesi, Aralık 2012 “Feminist Hukuk Açısından Mackinnon’un Feminizme, Cinselliğe ve Üremeye Bakışı”
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, e. Kitap, Editörler: Prof. Dr. Aksu Bora, Dr. Öğr. Üyesi Şengül İnce, HÜ HÜKSAM Yayınları, Ankara, 2021.