Birçok Rönesans sanatçısının eserlerini ve yorumlarını inceleyerek bu üç disiplinin örtüştüğü ve hümanistlerin geometrik bir doğal dünyaya dair yeni vizyonunu gerçeğe dönüştürmeye yardımcı olmak için sentezlediği de ortadadır.
Dylan Kawende FRSA
Çeviren: Pınar Daylan
Rönesans’ta (1450-1630) sanat, bilim ve matematiğin birbirleriyle olan ilişkisi geleneksel anlamda modern standartlara göre çok daha az bir kesinlikle birbirinden ayrılır ve bariz biçimde birbirine bağlı kabul edilirdi. Bu makalede öncelikli olarak Rönesans sanatçılarının doğal dünyanın daha gerçekçi, daha geometrik bir tasvirine yönelik arzusunu, bu üç disiplininin nasıl örtüştüğünü ve sentezlendiğini araştırmayı amaçlıyorum. İkinci olarak Rönesans sanatçıları tarafından Antiklerin ve onların modellerinin açıkça reddedilmesini ve bu durumun disiplinlerin arasındaki ilişkiyi nasıl tamamladığını inceleyeceğim. Son olarak bu üç disiplinin felsefi ve epistemik amaçları nedeniyle nasıl çatıştığını ve üniversite çalışmalarının Rönesans bilginlerine sunduğu engelleri araştıracağım.
Öncelikle Rönesans’ın birkaç tanımının ve gerçekleşme tarihinin olduğunu belirtmekte fayda var. Bu makalenin amaçları doğrultusunda Rönesans’ı “bilginin yeniden doğuşu” ve “yeni bilimin gelişimi” olarak tanımlamaya ve 1453-1630 yılları arasındaki yıllara odaklamaya karar verdim çünkü genel olarak bu dönemde Rönesans sanatçılarının, antik düşüncenin sınırlarını aşmaya başladığı kabul edilmektedir. Bunlara ek olarak hümanizmi, klasik Latinceyi (ve daha sonra Yunancayı) dikkate alarak neo-Latin ve yerel edebiyatta antik metinlerin yaratıcı taklidiyle “bilimsellik ile karakterize edilen entelektüel hareket” olarak tanımlayacağım ki hümanistler ve Rönesans sanatçıları da bunun bir parçasıydılar.
İkinci olarak çağdaş sanat ve bilim tanımları, bu disiplinlerin her ikisinin de doğa yasalarına ışık tutmaya çalışması bakımından belirgin bir şekilde birbirinden farklı olmadıklarını göstermektedir. O zamanlar bilim terimi çeşitli dilbilimsel biçimler aldı ve şimdiki anlamını ancak 17. yüzyılda kazandı. Ayrıca o dönemde bilimin gözlemsel kanıtlar aracılığıyla doğanın araştırılması ile ilgilendiği de yaygın olarak kabul ediliyordu. Bu da bazı hümanistlerin sanat hakkında düşündükleriyle benzerlik taşır. Romantizm akımından İngiliz John Constable resmin bir bilim olduğunu ve doğa yasalarının araştırılması olarak sürdürülmesi gerektiğini savunmuştur. Böylece bu savunma bilim ve sanatın her ikisinin de matematik kullanarak doğal dünyayı yorumlamakla ilgilendiği ve doğa hakkında yasalar ve teoriler türetmeye çalıştığını desteklemektedir. Ayrıca matematik ve bir dereceye kadar teknoloji, sanatçılar tarafından geometrik oranlar kullanarak dünyayı doğru bir şekilde temsil etmek için bir araç olarak giderek daha fazla güven kazanmaya başlamış ve bir sanatçı için temel bir gereklilik şeklinde kabul edilmiştir. Bu görüş Leonardo da Vinci’nin (1452-1519) “Hiçbir ressam kapsamlı bir geometri bilgisi olmadan iyi resim yapamaz.” iddiasıyla desteklenmektedir. Başka bir deyişle Vitruvius Adamı’nda insan oranları üzerine yaptığı çalışmalar insan anatomisinin incelenmesi açısından hayati önem taşıyan Leonardo da Vinci gibi Rönesans sanatçıları, dünyayı geometrik olarak temsil etme yönündeki sanatsal amaçlarını ilerletmek için matematiksel ve bilimsel ilkeleri uygulamışlardır.
Rönesans sanatçılarının matematiksel ve bilimsel ilkeleri sanatlarına uygulamaya çalıştıkları ve sanattaki gelişmelerin de bilimsel düşünceyi ilerlettiği görüşü, Rönesans’ın kurucu babalarından Flippo Brunelleschi’nin (1377-1446) 15. yüzyılın başlarında doğrusal perspektifi keşfetmesi ve Galileo’nun ivme deneyleri ve fırlatma hareketi analizinin iki yüzyıl sonra perspektif çizim eğitimi sonucunda geliştirilmiş olmasıyla kanıtlanmıştır. Brunelleschi’nin perspektifi keşfedinceye kadar mekanik aygıtlar ölçek planlarından inşa edilmiyor ve çizimler de perspektif olmuyordu. Ancak Brunelleschi’nin optik ayna yansımasının geometrik kurallarını uygulayan doğrusal perspektifinin ortaya çıkmasıyla modeller daha doğru bir halde geldi. Ancak tüm bunların yanı sıra Galileo’nun yeni icat ettiği ve o zamanlar perspektif tüpü olarak adlandırılan optik teleskopuyla ay gözlemlerini yaparken bulgularını doğru bir şekilde yorumlayamayacağı ve resmedemeyeceği iddia edilebilir. Bu nedenle Brunelleschi’nin doğrusal perspektif keşfi sanatsal bir olay olsa da bilimsel ilerleme için hayati bir önem taşımaktadır.
Ayrıca o dönemdeki anatomi çalışmaları sanat ile bilim arasındaki sentezin geleneksel olarak bilimsel bir çalışma alanı olan alanda nasıl ilerleme sağladığına dair daha fazla kanıt içermektedir. Modern insan anatomisinin kurucusu olarak kabul edilen Andreas Vesalius 1543’te De Humani Corporis Fabrica ile insan vücudunun tanımını geliştirme yönünde yeni bir eğilim başlattı. Buna ek olarak Vesalius’un, sanatçının gücünü bilim insanının becerisiyle birleştirdiği söylenir çünkü anatomik çalışmanın ilerlemesi için gerekli olan insan vücudunun yapısının daha doğru ve ayrıntılı görsel çizimlerini sağlamaya çalışmıştır. Tıpkı Brunelleschi’nin doğrusal perspektifi keşfetmesinden önce mekanik aygıtlar için modellerin olduğu gibi insan anatomisinin çizimleri de çoğunlukla yanlıştı ve bu durum Vesalius’un katkılarına kadar tipik olarak Antiklere duyulan saygı ve Galen’in görüşlerinin yanılmazlığını gösterme zorunluluğu nedeniyle değişmemişti. Vesalius’un kendisi bile gözlemsel kanıtlar ve daha bilimsel bir yaklaşım lehine görüşlerini çürütmeye karar verene kadar Galen’in fikirlerinin şiddetli bir savunucusu olduğunu kabul etmektedir:
“Kısa bir süre önce Galen’in fikrinden kıl payı ayrılmaya dâhi cesaret edemezdim. Ancak septum kalbin geri kalanı kadar kalın, yoğun ve sıkıdır.”
Böylece sanat, bilim ve matematik yalnızca insan anatomisinin görsel tasvirlerinin doğruluğunu arttırmak ve böylece geleneksel, bilimsel bir uğraş olarak kabul edilen şeyi ilerletmek için sentezlenmekle kalmadı. Aynı zamanda bu sentez sadece hümanistlerin Antiklere karşı benimsedikleri eleştirel bakışın bir sonucu olarak gerçekleşti.
Şüphecilik ve Antik otoritenin açıkça reddedilmesi sanat, matematik ve bilim arasında köprü kurmaya yönelik önemli çıkarımlara sahipti ve bu da klasik modeller yerine yeni modellerin keşfedilmesine yol açtı. Öncelikle Rönesans sanatçılarının resim ve sanat konusunda yeni bir doğuşa veya vizyona sahip oldukları açıktır. Örneğin Leon Battista Alberti (1404-1472), Rönesans sanatçılarının şöhretinin ancak öğretmenler veya herhangi bir model olmadan, daha önce duyulmamış ve görülmemiş sanat ve bilimleri keşfetmesi durumunda Antiklerden daha büyük olması gerektiğini ifade etmiştir. Burada Alberti’nin diğer hümanistlerle birlikte doğa hakkında benzeri görülmemiş gerçekleri keşfederek Antik düşünceden kurtulmaya çalıştığını ve sanat ile bilimin birleşmesiyle neler başarılabileceği konusunda iyimser olduğunu görebiliriz. Ayrıca bu durumda Alberti’nin devrimci entelektüel ilerlemenin hem sanatların hem de bilimlerin ortak çabaları olmadan gerçekleşebileceğini düşünmesi de pek olası değildir, aksi takdirde ifadelerinden birini veya diğerini hemen geri alırdı. Sanat geleneğinin Antikleri geride bırakmak için bilimlerle nasıl sentezlenebileceğinin daha ileri bir örneği Masaccio’nun Carmine kilisesindeki gerçekçi anlatı freskleri ve doğrusal perspektif ve kaybolma noktası kullanımı resim geleneğindeki en çarpıcı tek kopuş olarak kabul edilir çünkü Antik çağda matematik doğal dünyanın araştırılması ve tasviri için hayati öneme sahip olarak ele alınmazken Masaccio’nun devrimci sanatı matematiği bolca kullanmıştır. Dolayısıyla sanatın yeni ölçütü gerçekçiliğinin içinde yatıyordu. Aksine birçok Rönesans sanatçısının klasik modelleri tamamen ortadan kaldırmadığı da kabul görmektedir. Bu Bilimsel Devrim’in sonraki döneminde geleneksel olarak benimsendiği düşünülen tutumdur.
Gerçek şu ki birçok Rönesans sanatçısı klasik modelleri çalışmalarına dahil etti. Örneğin skolastisizme yani Hristiyan ve Aristoteles ideolojilerine olan şiddetli bağlılığa karşı çıkan Desiderius Erasmus’un (1466-1536) edebiyat eleştirmeni Aristoteles ve biyolog Aristoteles’e eşit derecede hayranlık duyarken kozmolog ve semantik filozof Aristoteles’e saldırmıştır. Bu örnek klasik modellerden kopma ve böylece üç disiplin arasında yeni bağlantılar kurma girişimlerine rağmen Rönesans bilginlerinin aynı konularla ilgilenerek hâlâ Antikleri taklit etmeye çalıştıklarını göstermektedir. Bu da Antiklere adanmışlığın Rönesans hümanizminin bilindik bir özelliği olduğu fikrini desteklemektedir. Antiklere olan bu adanmışlığın nedenleri üniversite eğiliminin skolastik rejimine kadar izlenebilir.

Bazı tarihçiler üniversite çalışmalarının belirli konulara vurgu yapması nedeniyle entelektüel gelişimi engellediğini savunurlar. Hümanist ve öğretmen Vittorino de Feltre şöyle açıklar:
“Öğrenciler sporda başarılı olmaya ve askeri tatbikatlar öğrenmeye teşvik edildi. Retorik, müzik, coğrafya ve tarih çalıştılar. Modellerini kadim insanlardan aldılar. Hem ahlaki ilkeleri hem de siyasi eylemi dilbilgisi, retorik ve mantık üçlemesinin temel ilkelerinin veya geleneksel felsefi ve bilimsel konuların incelenmesinin üstünde tutmaları öğretildi.”
Burada Antiklere yönelik tutumda bir değişim olmasına rağmen bilimsel ve matematiksel konulara karşı edebiyat, tarih ve ahlak felsefesine vurgu yapılması yukarıda belirtilen önemli eserlerden bazılarında gördüğümüz sentez karşılıklı ilişkinin yalnızca Yunan metinlerine saygı ve ustalığı, yenilik arzusuyla birleştirmeye istekli olan Rönesans bilginleriyle sınırlı olduğu açıktır ki ancak o zaman önemli entelektüel ilerleme kaydedilmiştir.
Tıpkı Antikler gibi Rönesans sanatçıları da okültizme (gizli öğreti, inanç ve büyüler bütünü) büyük ilgi gösterdiler ve sanat ile büyü arasında hem imalı hem de maneviyat ve mistisizmle ilgili olmaları bakımından bariz benzerlikler vardır. Hatta Rönesans sanatçılarının gözünde büyünün Rönesans terimleriyle bile bir izleyiciyi kasıtlı olarak şok etmek veya hayrete düşürmek için doğaya meydan okuyan muhteşem görsel gösteriler kullandığı için genişletilmiş bir sanat biçimi olarak kabul edileceğini iddia edecek kadar ileri gideceğim. Tıpkı bir resmin bir tür görsel ve genellikle ürkütücü estetiğin kullanımıyla bir izleyicide hayranlık veya bir duygu uyandırması gibi. Bu bağlamda büyü tartışmam resim ve heykel gibi daha geleneksel sanat biçimleri ve bunların matematik ve bilim ile karşılıklı ilişkileri hakkındaki tartışmamdan daha az alakalı değildir. İlk olarak Rönesans bilginlerinin bir kısmı özellikle çağdaş standartlara göre yalnızca sanat ve belki de daha büyük ölçüde dinle yakından ilişkili olan ve ilahi hakikatlerin arayışında doğayı ve dini birleştirmeyi amaçlayan büyü alanına ait olan doğa ve ilahiyatın mistik hakikatlerini ortaya çıkarmak için matematiği kullanmayı unutmuşlardı.
Ayrıca bu dönemde Platoncu, neo-Platoncu ve Hermesçi yazılara olan ilgi yeniden canlandı. Bunların hepsinde okült etkiler vardı ve gizemli Rönesans çalışmaları temel gerçeklerin keşfedilmesi umuduyla İncil metinlerinin gizemli bir matematiksel incelemeye tabii tutulmasına teşvik etti. Hem bilimsel hem de okült konulara ilgi duyan Robert Fludd matematiğin daireler, üçgenler ve karelerin karşılıklı ilişkileri aracılığıyla doğanın ilahi uyumunu anlayabileceği inancındaydı. Bu da hem büyünün hem de matematiğin mistik gerçekleri ortaya çıkarmak için el ele çalıştığı iddiasını desteklerken matematiğin kesinlikle fiziksel dünya ve ruhsal olmayan konularla ilgilendiği fikrini çürütmekteydi. İlginçtir ki Fludd, ayrıca matematiğin Galileo’nun hareket yasaları gibi daha küçük fenomenlerle değil evrenin genel tasarımıyla ilgilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu da Fludd’a göre matematiğin aslında yalnızca evrenin temel yapısı gibi aşkın ve ruhsal fenomenlerle ilgilendiğinde alakalı ve yararlı olduğunu gösteriyordu. Bu hem teolojik soruları öğrenme hiyerarşilerinin en üstüne yerleştirdiklerinden Rönesans bilginlerinin Hristiyan otoritesinden ne kadar etkilendiklerinin kanıtıdır hem de matematiğin baskın ve tamamen ayrı bir bilgi arayışı olmaktan ziyade dini amaçlara yardımcı olacak ikincil bir araç olarak görüldüğünü gösteriyordu.
Matematiğin mistik gerçeklere dair içgörü sağlayıp sağlamadığı ayrı bir konudur ancak Rönesans sanatçılarının uzayın yapısı hakkında daha rafine bir anlayış elde etmeye ve neo-Platoncu ve Hristiyan idealleri ışığında doğanın bazı sırlarını keşfetmeye çalıştıkları yine de açıktır. Buna ek olarak matematik, sanat, bilim, büyünün yanı sıra hepsinin bu hedefi belirlemede önemli bir rol oynadığı da ortadadır. Üstelik bu çabada büyü ve sanatın, bilim ve matematikten önce geldiğini iddia edebiliriz çünkü başarıları gerçekleştirenler ağırlıklı olarak Rönesans sanatçılarıydı. Bunu kendi zihinlerinde dini amaçla yapıyorlardı.
Şimdiye kadar Rönesans döneminde sanat, matematik ve bilimin doğal dünyanın daha doğru bir temsilini oluşturmak için nasıl birbirine bağlandığını ve sentezlendiğini araştırıp savundum ancak bu dönemde bile bu üç disiplinin epistemik temellerine göre bölünebileceği argümanı da vardır. Bilim tarihçisi Dr. Marie Boas Hall o dönemdeki matematikçilerin doğanın görsel nesnelleştirilmesinden ziyade üretim mühendisliği, özellikle aerodinamik için büyük önem taşıyan bir temsili tekniği mükemmelleştirmeye çalıştıklarını ileri sürdü. Ayrıca Hall geometrik içgörü arttıkça sanatsal ilhamın azaldığını iddia ediyor. Bu görüşe göre matematik sanatsal eserleri daha geometrik hale getirerek sanatı bilgilendirmek yerine aslında doğal dünyanın araştırılmasında sunabileceği daha fazla şey olan baskın bir disiplin olarak kendini sunuyordu ancak bu akıl yürütme çizgisi tamamen sizin sanat tanımınıza ve sanatsal ilhamın yalnızca matematiğin antitezi olduğu somut olmayan ve soyut özelliklerle mi nitelendirildiğine inandığınıza yoksa sanatın hem matematiksel hem de bilimsel olabileceğine ve gerçekliğin yaratıcı veya soyut bir yorumunu sunabileceğine mi inandığınıza bağlıdır. Rönesans sanatçıları için sanatın bu kadar pratik olmayan bir şekilde ele alınmaması gerektiğini, sanatın matematik ve bilim ile karşılaştırıldığında anlamsız olduğu görüşünün yaygınlaşmasının ancak Bilimsel Devrim’deki makineleşmenin yükselişi sırasında olduğunu savunuyorum.
Sonuç olarak sanat, bilim ve matematik arasındaki ilişkinin öncelikle karşılıklı bir anlayışa dayalı olduğu ortadadır. Aynı zamanda birçok Rönesans sanatçısının eserlerini ve yorumlarını inceleyerek bu üç disiplinin örtüştüğü ve hümanistlerin geometrik bir doğal dünyaya dair yeni vizyonunu gerçeğe dönüştürmeye yardımcı olmak için sentezlediği de ortadadır. Dahası bu yeni vizyon, hümanistlerin okült ve mistik gerçeklere dair derin köklü inançlarını korumalarına rağmen Antiklere karşı duydukları şüphecilik tarafından açık bir şekilde tetiklenmiştir. Ayıca üniversitelerin skolastisizme bağlılığı nedeniyle sanat, bilim ve matematiğin yüksek öğrenimde eşit statüye sahip olmadığı da barizdir ancak üniversite çalışmalarının Rönesans bilginlerine sunduğu engeller söz konusu kişiler tarafından muhakkak hissedildiği söylenemez. Çünkü onlar Yunan bakış açısının güçlü ve zayıf yönlerini üçünün de yeni bir kombinasyonunu kullanarak değerlendirmeye henüz başlıyorlardı.
Son Erişim Tarihi: 23.09.2024