Canlılık nedir? Bir organizmayı diğerinden ayıran temel özellikler nelerdir? Doğa, yaşamın sınırlarını nasıl çiziyor? Biyoloji felsefesi, bu gibi temel sorulara yanıt ararken yalnızca bilimsel verilerle değil, aynı zamanda düşünsel derinlikle de ilerler. İşte bu noktada, doğanın en ilginç ortak yaşam örneklerinden biri olan likenler de sahneye çıkar. Bugün, Doç. Dr. Mustafa Yavuz ile likenler ve biyoloji felsefesi üzerine konuşacağız. Bu röportajı okuduğunuzda etrafınızdaki tüm canlılara çok farklı bir gözle bakmaya başlayacaksınız!
Doç. Dr. Mustafa Yavuz
Röportaj: Sedef Çakır, Beyza Aydoğdu
Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz ve GazeteBilim’e zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Dilerseniz hemen sorularımıza geçelim. İkinci doktora tezinizde, İbn Sînâ’nın Kitâb el-Nebât adlı eserini incelediğinizi görüyoruz. Bu eserde bitki yaşamı ‘vejetatif ruh’ kavramı çerçevesinde ele alınırken, Aristoteles’in De Plantis adlı eserinde ise daha çok doğal süreçlere dayalı bir yaklaşım benimsenmektedir. Bu iki yaklaşım, bitki yaşamının doğası ve amacı açısından hangi yönleriyle örtüşmekte ya da ayrışmaktadır? Sizin bu karşılaştırmalı inceleme üzerinden felsefî biyoloji literatürüne sunduğunuz özgün katkılar nelerdir?
Bugün elimizde Aristoteles’e atfedilen bir kitap bulunmaktadır. Ancak bu eserin gerçekten Aristoteles tarafından yazılıp yazılmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Söz konusu metin, “De Plantis” yani “Bitkiler Üzerine” adlı eserdir. Hikâye bu noktada başlar.
Aristoteles ile İbn Sînâ arasında bu bağlamda dikkat çekici farklılıklar söz konusudur. Aristoteles, filozof kimliğinin yanında ilk biyolog olarak da kabul edilir.
Aristoteles ile İbn Sînâ arasında bu bağlamda dikkat çekici farklılıklar söz konusudur. Aristoteles, filozof kimliğinin yanında ilk biyolog olarak da kabul edilir. Bu nedenle hem felsefe hem biyoloji açısından kendisiyle meslektaşlık ilişkimiz söz konusudur. Ben şahsen Aristoteles’i en çok değer verdiğim filozoflardan biri olarak görürüm. Bu sadece fikirlerinin doğruluğu ya da yanlışlığından bağımsız bir durumdur. Meslekî aşinalık ve saygıdan kaynaklanan bir durumdur. Rivayete göre Aristoteles, bitkilerle ilgili De Plantis adlı bir kitap yazmıştır. Eserin dili Grekçedir. Bu metin, M.Ö. 3. yüzyılda ortaya çıkmış; M.Ö. 1. yüzyılda ise muhtemelen Yahudiye (Judaea) bölgesinden biri bu eseri alıp ona Grekçe bir yorum (tefsir) yazmıştır. Daha sonraki dönemlerde bu yorum metni Arapların eline geçmiş ve Arapçaya çevrilmiştir. Uzun süre boyunca bu eser İslam medeniyeti içinde Arapça olarak varlığını sürdürmüştür.
İki makaleden oluşan ve Aristoteles’e atfedilen bu metin, esasen Şamlı Nikolaos adındaki bir düşünürün tefsiridir. Şam bölgesinden çıkan Nikolaos, hem bir filozof hem bir öğretmendir. Eserde, bitkilerin hayvanlardan ne gibi farklara sahip olduğu; kök, gövde, yaprak, çiçek gibi bitki parçaları ve bitkilerin farklı habitatlarda (çöl, bozkır, bataklık, nemli alanlar) nasıl ortaya çıktığı gibi konular ele alınır. Bu yönüyle eser, botanik biliminin kurucu metinlerinden biri olarak değerlendirilebilir.
İbn Sînâ, 980-1037 yılları arasında yaşamış ve bu Arapçaya çevrilen metni okumuştur. Ancak İbn Sînâ bu metni okuduktan sonra ne Aristoteles’e, ne Şamlı Nikolaos’a, ne de metinde adı geçen diğer filozoflara doğrudan atıf yapmaz.
İbn Sînâ, 980-1037 yılları arasında yaşamış ve bu Arapçaya çevrilen metni okumuştur. Ancak İbn Sînâ bu metni okuduktan sonra ne Aristoteles’e, ne Şamlı Nikolaos’a, ne de metinde adı geçen diğer filozoflara doğrudan atıf yapmaz. Görünüşe göre, metni birkaç kez okuyarak, belki de ezberleyerek, sonra tamamen kendine özgü yeni bir metin kaleme almıştır. Bu durum metinlerin karşılaştırmalı incelenmesinden anlaşılmaktadır. Zira Nikolaos’un metninde belirli bir konu sıralaması varken, İbn Sînâ’nın metninde bu sıralama tamamen değişmiştir. Konular yeniden düzenlenmiş, bazı kısımlar kısaltılmıştır. İki metin arasında açık bir yapısal fark vardır.
Bu konuyu ikinci doktora tezimde ve kitabımda inceledim. Kitabımın ilk bölümü Şamlı Nikolaos’a, ikinci bölümü İbn Sînâ’ya, üçüncü bölümü ise aynı konuyu ele alan Endülüslü filozof İbni Bâcce’ye ayrılmıştır. Bu durum bize şunu göstermektedir: İslam medeniyetinde yetişen filozoflar bu tür eserleri ciddiye almış, onlara dair görüşlerini kaleme alarak entelektüel katkılarda bulunmuşlardır. Bugün biz modern bilimde bu tür bir yaklaşımı pek sergilemiyoruz. Günümüzde bir makale yayımlandığında, onu okuyan kişi doğrudan bir “görüş” ya da “reddiye” yazmak yerine laboratuvar ya da arazi çalışması yaparak ampirik veriler üretmeye çalışır. Oysa klasik dönemlerde bu tür ampirik yöntemler daha az yaygındı. Buna rağmen, Aristoteles’in eserlerinde yalnızca soyut düşünceler yoktur. Kendisinin arıların halkasal dansı gibi davranışlarından ya da ahtapotların üreme biçimlerinden söz ettiğini biliyoruz. Kendisi bu gözlemleri doğrudan yapmasa da, böylesi bilgileri inci ve mercan toplayan dalgıçlardan, arıcılardan, çobanlardan ve öğrencilerinden edinmiştir.
Günümüzde bir makale yayımlandığında, onu okuyan kişi doğrudan bir “görüş” ya da “reddiye” yazmak yerine laboratuvar ya da arazi çalışması yaparak ampirik veriler üretmeye çalışır.
İbn Sînâ’nın bu tür bir gözlem ağına sahip olduğuna dair güçlü bir veri yoktur. Muhtemelen böyle bir kaynağı bulunmamaktadır. Bu nedenle İbn Sînâ’nın eserleri daha teorik düzlemde kalmıştır. Bu iki filozof arasında önemli bir fark da metafizik anlayışlarıdır. Aristoteles, naturalist bir düşünürdür. Yani doğada olan her şeyi doğanın kendisine atfeder. Oysa İbn Sînâ için doğada gerçekleşen her olay, en üstteki yaratıcı olan Allah’ın hikmetiyle açıklanır. İbn Sînâ, her ne kadar doğadaki süreçleri tanımlasa da, nihai nedeni Tanrı’ya bağlar. Bu, İslam düşünce sistemine uygun bir yaklaşımdır.
Aristoteles’in yaşadığı dönemde henüz Hristiyanlık bile ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla onun metafizik pozisyonu doğal süreçleri temel alır. Bu fark, yüzeyden bakıldığında çok belirgin görünmeyebilir; ancak derinlemesine incelendiğinde felsefî sistemler arasındaki ayrım ortaya çıkar.Son olarak, kitabın “biyoloji felsefesi literatürüne özgün katkısı” konusuna da değinmek isterim. Açıkça söylemek gerekirse, bu eser günümüz biyoloji felsefesine doğrudan bir katkı sunmaz. Ancak Türkiye’de ve dünyada hâlâ gelişmekte olan bir alan olan botanik yani bitkibilim felsefesi açısından ön açıcı nitelikte olabilir. Ne yazık ki biyoloji felsefesi bile ülkemizde yeterince kurumsallaşmamıştır. Bu alana özgü sempozyumlar, kongreler ya da ders müfredatları henüz yaygın değildir. Bu durum, biyoloji felsefesinin ve alt alanlarının hâlâ filizlenme aşamasında olduğunu göstermektedir.
Ne yazık ki biyoloji felsefesi bile ülkemizde yeterince kurumsallaşmamıştır. Bu alana özgü sempozyumlar, kongreler ya da ders müfredatları henüz yaygın değildir. Bu durum, biyoloji felsefesinin ve alt alanlarının hâlâ filizlenme aşamasında olduğunu göstermektedir.
‘‘Biyoloji ve Felsefesinin Serencâmı” adlı çalışmanızda, biyoloji tarihine üç farklı bakış açısı öneriyorsunuz: Ereksiz-Zorunsuz, Adcı-Terimci ve İçerikçi-Bağlamcı. Bu bakış açıları, biyoloji biliminin evrimsel gelişimini ve disiplinler arası ilişkilerini nasıl şekillendiriyor? Özellikle modern biyoloji anlayışında bu yaklaşımların yeri nedir?
Bu konuyu ilk düşündüğümde zihnimde birtakım sorular şekillenmeye başlamıştı. Özellikle biyoloji tarihinin nereden başlatılması gerektiği uzun süredir aklımı kurcalayan bir meseleydi. Bunu bir hikâye gibi anlatmak istiyorum.
Biyoloji tarihine dair birçok kaynak mevcut. Hem İngilizcede hem de Türkçede bu alana dair kitaplar var; çeviri eserler olduğu gibi, yerli akademisyenler tarafından kaleme alınmış çalışmalar da bulunuyor. Ancak bu kaynaklar beni bir noktada tatmin etmedi. Örneğin, biyolojinin kurucusu olarak Aristoteles gösterilir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın 9. sınıf biyoloji kitaplarında da hâlâ böyle yazıyor. Ben de öğretmenken yıllarca bu şekilde öğrettim. Ancak sonra kendime şu soruyu sordum: Aristoteles ilk biyologsa, günümüzde biyoloji çalışan bilim insanları ne oluyor? Onların yaptığı biyolojiyle Aristoteles’in yaptığı biyoloji aynı şey mi? Değilse, bu kişilere nasıl bir unvan vermeliyiz? Bu da bizi doğrudan biyoloji biliminin tarihsel olarak nerede başladığı sorusuna götürüyor.
Ancak sonra kendime şu soruyu sordum: Aristoteles ilk biyologsa, günümüzde biyoloji çalışan bilim insanları ne oluyor? Onların yaptığı biyolojiyle Aristoteles’in yaptığı biyoloji aynı şey mi?
Bu düşünceler zihnimde dolaşırken, bir gün tıp tarihi alanında çalışan bir meslektaşım, Türkiye Klinikleri tarafından yayımlanacak bir derleme kitap için katkı vermemi istedi. Kafamda bu konuyla ilgili bir fikir vardı; biyoloji tarihine dair üç farklı bakış açısı öneriyordum. Bu yaklaşımlardan biri biyolojiyi sadece Aristoteles’e bağlamıyor, aynı zamanda İbn Sînâ’yla da ilişkilendiriyordu. Makaleyi gönderdim, beğenildi ve yayımlandı.
Başlangıçta biyolojinin tarihini Carl Linnaeus ile başlatmayı düşünmüştüm. Kendisi sistematik biliminin kurucularındandır. Onun biyolojinin tanımına dair önemli bir cümlesi vardı. Fakat yayıma yakın bu kısmı yeniden ele almak zorunda kaldım. Bu noktada asıl meselemiz şuydu: Biyoloji tarihini nereden başlatmalıyız? Bu soru yapay mı, yoksa gerçekten bilimsel bir sorun mu? Bence gerçek bir sorun. Özellikle biyoloji ya da moleküler biyoloji gibi alanlarda çalışan biri bu farkı daha net görür. Aristoteles döneminde mikroskop yoktu; hücre teorisi yoktu; fotosentez bilinmiyordu. O hâlde, Aristoteles ne kadar biyolojik kuram geliştirebilmiş olabilir?
Aristoteles döneminde mikroskop yoktu; hücre teorisi yoktu; fotosentez bilinmiyordu. O hâlde, Aristoteles ne kadar biyolojik kuram geliştirebilmiş olabilir?
Eğer modern biyolojiyi bir bilim dalı olarak ele alıyorsak, bazı biyologların bu başlangıç noktasını 1802 yılına, Lamarck’ın “biyoloji” terimini ilk kez kullandığı yıla dayandırdığını görüyoruz. Ancak araştırmalar gösteriyor ki, bu terim 1766 yılında da kullanılmış. Bu nedenle biyoloji tarihini biraz daha geriye çekmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Lamarck’tan önce de bu kavramı kullananlar olmuş. Öte yandan, Teodosius Dobzhansky’nin ileri sürdüğü gibi biyolojiyi evrim kuramı temelinde tanımlarsak, o zaman 1859 yılı, yani Darwin’in Türlerin Kökeni eserinin yayımlandığı yıl, önemli bir başlangıç noktasıdır. Ancak burada da bir soru doğuyor: 1859’u mu esas alacağız, yoksa Darwin’in Beagle gemisiyle yaptığı gözlemler mi başlangıç olacak? Bunlar sembolik tarihlerdir ve tercih meselesidir.
Darwin’in çalışmaları evrim kuramına giden yolda bir dönüm noktasıdır. Ondan önce de bu yolda katkılar sunanlar olmuştur; örneğin dedesi Erasmus Darwin veya Jean-Baptiste Lamarck. Her ne kadar Lamarck’ın bazı fikirlerini bugün geçersiz bulsak da (kullanılan organların gelişmesi, kullanılmayanların körelmesi gibi), modern epigenetik bulgular bu görüşleri yeniden yorumlamamıza neden olmuştur.Sonuç olarak, biyoloji biliminin başlangıç noktasını belirlemek tarihsel ve felsefî bir problem olarak önemini korumaktadır. Bu noktada ereklilik (teleoloji) kavramı da devreye girer. Aristoteles’in görüşleri, canlıların belirli bir amaç doğrultusunda var olduğunu savunur.
Darwin’in çalışmaları evrim kuramına giden yolda bir dönüm noktasıdır.
Darwin sonrası biyolojide ise bu tür amaçlara yer verilmez; burada “olumsallık” (contingency) ön plana çıkar. Bu da canlılığın ve biyolojik olayların zorunlu değil, olasılıklara bağlı geliştiği fikridir.Son olarak, biyoloji teriminin ilk kullanımıyla ilgili bir not: Carl Linnaeus’un Bibliotheca Botanica adlı eserinde biyoloji terimi geçmektedir. Ancak bu kullanım, bugünkü anlamından farklıdır; biyografi anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla “biyoloji” teriminin ne zaman ve hangi anlamda bilimsel bağlamda kullanılmaya başlandığı da ayrıca incelenmesi gereken bir konudur.
Homeokinetik Canlılık Teorisi” başlıklı bir çalışmanızda canlılığı özgün bir şekilde ele aldığınızı görüyoruz. Bu teoride sunduğunuz canlılık tanımı, klasik biyoloji anlayışlarıyla hangi yönlerden benzerlik ya da farklılık gösteriyor? Ayrıca bu yaklaşımın canlılık kavramını daha bütüncül şekilde anlamamıza nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz?
Homeokinetik canlılık tasarımı, 2023 yılında kaleme aldığım bir makaleye konu olmuştur. Ancak bu fikir, çok daha öncesine, canlılıkla ilgili ilk tanım girişimime kadar uzanır. Bu konudaki ilk makalemi 2019 yılında yazmıştım; fakat konuya dair düşünsel sürecim yaklaşık 2015 ya da 2016 yıllarına dayanmaktadır.
Bu fikirlerin ortaya çıkışı tesadüfi bir sohbetle başlamıştır. Akademik geçmişim biyolojiye dayansa da bu konuda ilk kez biyoloji dışı bir alanla ilgilenen bir arkadaşımın yönelttiği basit bir soruyla karşılaştım: “Biyolojinin en temel problemi nedir?” Bu soruyla birlikte, uzun yıllar boyunca biyoloji eğitimi almış, öğretmenlik, yüksek lisans ve doktora yapmış biri olarak canlılık kavramı üzerine hiç düşünmediğimi fark ettim. “Yaşam nedir?”, “Canlılık tanımlanabilir mi?” gibi temel soruları o zamana dek hiç sormamıştım.
Bu farkındalıkla literatüre yöneldiğimde, canlılık ve yaşam üzerine farklı disiplinlerde çok sayıda tanım ve yorumun var olduğunu gördüm. Özellikle İngilizcede “life” kavramının hem yaşam hem canlılık anlamlarında kullanılması, Türkçede bu ayrımı yapmayı zorlaştırmaktadır. “Yaşam tanımı” mı, “canlılık tanımı” mı yapmalıyım sorusu uzun süre zihnimi meşgul etti. Sonunda 2019 yılında, hücre merkezli bir canlılık tanımı önerdim.
Amacım, biyolojinin kapsadığı tüm canlıları —yaklaşık iki milyon tür— içine alan; virüsler gibi tartışmalı örnekleri de hesaba katan; fakat cansız varlıkları dışarda bırakan kapsayıcı bir tanım oluşturmaktı.
Amacım, biyolojinin kapsadığı tüm canlıları —yaklaşık iki milyon tür— içine alan; virüsler gibi tartışmalı örnekleri de hesaba katan; fakat cansız varlıkları dışarda bırakan kapsayıcı bir tanım oluşturmaktı. Bu süreçte, post-hümanizm, trans-hümanizm ve post-modernizm literatürüyle de kesişen noktalar oluştu. İnsan merkezli bakış açısının sorgulandığı, insan ile diğer canlılar arasındaki farkların silikleştiği bu yaklaşımlar, biyolojik sınıflandırmaların önemini bir kez daha gündeme getirdi.Bitki, mantar ve hayvan alemlerinin farklı yapılar taşıdığı gibi; canlıyı cansızdan ayıran temel özelliklerin de bilimsel olarak açık bir şekilde ortaya konması gerekmektedir. Yapay zekâ ve yapay yaşam teknolojilerindeki ilerlemelerle birlikte bu soru daha da güncel hale gelmiştir: Kendi kendini onarabilen ya da kopyalayabilen bir yapay sistem canlı olarak kabul edilebilir mi?
Bu soruların ışığında 2023 yılında “homeokinetik canlılık tasarımı” başlıklı makalemi kaleme aldım. Bu çalışmada, canlılığın temel özelliklerini hücresel düzeyde ele aldım: enerji üretimi ve tüketimi, kendini kopyalama yetisi, uyarana tepki verme gibi ortak işlevleri olan bir eylemler bütününü canlılık olarak tanımladım. Bu bağlamda bitki, hayvan, mantar veya insan hücrelerinin temel işleyişleri arasında anlamlı bir fark olmadığını savundum.
Ancak yaşam kavramı, canlılıkla eşdeğer değildir. Yaşam daha çok bireysel ve öznel bir deneyimi ifade eder. Her bireyin yaşamı, kişisel tarihçesi, bedensel ve zihinsel birikimi, sosyal çevresi ve coğrafî koşullarıyla şekillenir. Bu açıdan bakıldığında, tek yumurta ikizlerinin bile yaşam deneyimleri farklıdır. Oysa canlılık, biyolojik düzlemde evrensel bir işleyiş bütünüdür. Aynı hücresel mekanizmalar bizleri birleştirirken, yaşamlarımızı farklı kılan bu bireysel farklılıklardır.
Her bireyin yaşamı, kişisel tarihçesi, bedensel ve zihinsel birikimi, sosyal çevresi ve coğrafî koşullarıyla şekillenir.
Bu yaklaşım, biyolojiye doğrudan katkı sunmasa da biyologların gündelik laboratuvar rutinlerinin ötesine geçerek canlılık ve yaşam kavramları üzerine düşünmelerini teşvik etmeyi amaçlamaktadır. Zira biyologlar, yoğun deneysel çalışmaları arasında bu temel soruları çoğu zaman göz ardı etmektedir. Oysa kısa bir kahve molasında dahi “yaşam nedir?” ya da “canlılık nasıl tanımlanabilir?” gibi sorular üzerine düşünmek, bilimsel yaklaşımı derinleştirebilir.Bu düşüncelerle homeokinetik canlılık tasarımını, hem biyolojiye hem de felsefeye katkı sunabilecek bir çerçeve olarak ortaya koydum.
Likenleri ‘bölünemez bireyler’ olarak değerlendirme öneriniz, organizma kavramının biyolojik ve felsefî tanımı üzerinde nasıl bir etki yaratmaktadır? Bu bağlamda, likenlerin bu şekilde tanımlanması organizma ve birey kavramları arasındaki sınırları nasıl yeniden şekillendirir?
Açıkçası, söz konusu makalenin yakın zamanda anlaşıldığını ya da anlaşılacağını düşünmüyorum. Çünkü burada yöntemsel olarak da biyoloji felsefesiyle ilişkili bir durum söz konusu. Türkçede “tıp felsefesi”, “sanat felsefesi” veya “biyoloji felsefesi” gibi terimleri kullandığımızda, bu ifadeler genellikle “tıbbın felsefesi”, “sanatın felsefesi” ya da “biyolojinin felsefesi” anlamına gelir. Eğer biyoloji biliminin ortaya koyduğu bilgi birikimi üzerinden felsefe yapılmasını anlıyorsak, o hâlde bir likenbilimci (İng. lichenologist) likenler üzerine felsefî çıkarımlarda bulunabileceği gibi, bir entomolog da böcekler üzerine felsefî bir makale yazabilir. Hatta belki de en nitelikli yazıları onlar kaleme alabilir; çünkü söz konusu canlıların dünyasını en iyi onlar tanımaktadır.
Dolayısıyla, bu makale daha farklı, belki daha spekülatif veya son yıllarda sosyal medyada yaygınlaşan kelimelerle yazılsaydı, daha fazla ilgi görebilirdi. Bununla birlikte, asıl vurgulamak istediğim husus şu: Türkçede, örneğin “canlılık” kavramı üzerinden düşündüğümüzde —ki bu konuyu kısa süre önce bir yazımda ele aldım, henüz yayımlanmadı—, “canlılık” sözcüğünü “can” kavramına dayandırıyoruz. “Can” kelimesi Farsçadan geçmiş, ve “canlı” terimiyle biz Türkçede hem “diri olan”, hem “parlak” olan hem de çoğunlukla bir organizmayı kastediyoruz.
Ancak burada bir sorun ortaya çıkıyor. Evet, ben bir organizmayım; fakat bedenimi oluşturan parçaların hepsi organizma değildir. Örneğin parmağım bir organdır, fakat organizma değildir. Eğer parmağım vücudumdan koparsa, hücreleri kısa bir süre daha canlı kalabilir. Hatta bazı durumlarda bu organ yeniden bedene entegre edilebilir. Bu da bize canlılık durumunun hücre düzeyinde sürdüğünü gösteriyor. Ancak ben bu kopmuş parmağa tek başına bir “canlılık” atfetmiyorum; çünkü biyolojide biz bunu bir organ olarak tanımlarız, organizma olarak değil.
Peki, o zaman şu soruyu sormalıyız: Ne zaman bir yapı “organ”, ne zaman “organizma” olur? Bu ayrımı nasıl yapıyoruz? Elimizde net bir tanım var mı? Örneğin, birey bir toplumun sadece bir organıysa, o zaman kendi başına bir organizma olarak kabul edilebilir mi?
Peki, o zaman şu soruyu sormalıyız: Ne zaman bir yapı “organ”, ne zaman “organizma” olur? Bu ayrımı nasıl yapıyoruz? Elimizde net bir tanım var mı? Örneğin, birey bir toplumun sadece bir organıysa, o zaman kendi başına bir organizma olarak kabul edilebilir mi? Burada durup düşünmek gerekiyor. Canlılık ya da organizmalık tanımları netleşmedikçe, bu tür sorulara kesin yanıtlar vermek de zorlaşıyor. Nitekim, “organizma” kavramı son yıllarda biyoloji felsefesinde daha fazla öne çıkmaya başladı. Bu bağlamda “individual” kavramı da önemlidir. Latince kökenli bu kelime, “bölünemez olan” anlamındadır (individuum). Türkçede “birey” olarak çevrilmiştir. Ancak biyolojide bu kavram problemli olabilir. Örneğin bir köpeği ya da kediyi birey (individual) olarak adlandırıyoruz ama bazı canlıları, özellikle bitkileri, teknik olarak bölüp çoğaltmak mümkündür. Teorik olarak tüm organizmaları bir hücrelerinden yeniden üretmek olasıdır. Bu da bize, birey tanımının çoğu zaman pratik kolaylıklar üzerinden yapıldığını gösteriyor.
Üstelik bu birey dediğimiz organizmalar, başka canlılarla sürekli bir ortakyaşam içindedir. Örneğin insan bedeni doğumdan itibaren bakterilerle birlikte yaşamaktadır. Ne kadar temizlenirsek temizlenelim, bu mikroorganizmaları tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Yani aslında biz bu bedeni başka canlılarla da paylaşmaktayız. Bakterisiz bir canlı bedeni neredeyse yoktur.Peki, bu noktada likenlerle ne ilgisi var tüm bunların? Likenlerle ilk tanışmam lisans yıllarında oldu ve hem yüksek lisansımı hem de doktoramı likenler üzerine yaptım. Likenler bana her zaman ilginç ve diğer canlılardan farklı gelmiştir. Günümüzde biyolojide likenler organizmalar olarak sınıflandırılıyor. Ancak ben artık onların bir organizmadan ziyade bir ekosistem olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu iddiayı da biyologların ve likenbilimcilerin güncel araştırmalarına dayanarak ortaya koyuyorum.
Bu da likenlerin çok ortaklı, dinamik ve karmaşık bir yapıya sahip olduğunu ve klasik “organizma” tanımıyla açıklanamayacak kadar farklı olduklarını göstermektedir.
Lisans yıllarında likenlerin algler ve mantarlardan oluştuğu öğretilmişti. Ancak son 20 yılda, bu sisteme bakterilerin de dahil olduğu ortaya çıktı. Bu bakterilerin oradaki işlevlerini henüz tam olarak bilmiyor olabiliriz, ancak var oldukları kesindir. Bu da likenlerin çok ortaklı, dinamik ve karmaşık bir yapıya sahip olduğunu ve klasik “organizma” tanımıyla açıklanamayacak kadar farklı olduklarını göstermektedir. Liken simbiyozunda yain ortakyaşamında, bakterilerin rolü henüz tam olarak çözülebilmiş değildir. Bu konu, hâlen araştırılmakta olan bir başlıktır. Özellikle Avusturya’da Martin Grube bu alanda önemli çalışmalar yürütmektedir ve yaptığı çalışmalar, farklı yıllarda yayımlanmış iki makalesiyle liken tanımının değişmesine yol açmıştır.
Eskiden liken, bir alg ile bir mantarın bir araya gelerek oluşturduğu, ortak yaşam sürdüren bir organizma olarak tanımlanıyordu. Bu tanımda, algin ve mantarın ayrı ayrı üstlendiği roller açıkça belirtilmekteydi. Hatta kendi yazdığımız liken kitaplarında da bu tanım esas alınmaktaydı. Ancak Martin Grube ve çalışma arkadaşlarının ortaya koyduğu bulgular, bu yapıya bakterilerin de dâhil olduğunu göstermiştir.
Biz insanlar da içinde bulunduğumuz evrende canlı organizmalarız. Diğer canlılardan farkımız, soyut düşünme kapasitemizdir.
Bu gelişme, bizleri “O hâlde başka bir şeyden mi söz ediyoruz?” gibi sorular sormaya itti. Ben ise bu konuda kaleme aldığım makalede şunu ifade ettim: Alg, tek başına bir organizmadır; aynı şekilde mantar da öyle. Ancak belirli alglerin ve mantarların bir araya gelmesiyle, “liken” adını verdiğimiz bambaşka bir yapı ortaya çıkar. Peki, bu yapının ortaya çıkması neden önemlidir, bize ne kazandırır diye sorulabilir. Ancak bu soruya cevap verirken şunu da göz önünde bulundurmak gerekir: Biz insanlar da içinde bulunduğumuz evrende canlı organizmalarız. Diğer canlılardan farkımız, soyut düşünme kapasitemizdir. Kitap yazmamız, bilgisayarı icat etmemiz, elektriği keşfetmemiz gibi örnekler bu kapasitenin ürünüdür.
Liken formu ortaya çıktığında, bu yapı tek başına bir algin ya da mantarın sentezleyemeyeceği bileşikleri sentezleyebilir hâle gelir. Bu bileşikler eskiden “liken asitleri” olarak adlandırılmaktaydı, günümüzde ise “sekonder metabolitler” olarak bilinmektedir. Bu konuda yapılan çalışmalarla yaklaşık 800 farklı bileşik tanımlanmıştır ve bu bileşiklerin metabolik yolakları büyük ölçüde ortaya konmuştur.Benim lisans yıllarımda likenle ilk tanışmamdan bu yana yaklaşık 25 yıl geçti. Bu zaman zarfında likenlere dair bilgilerimiz büyük oranda arttı. Bu gelişmeler sayesinde artık likenin felsefesini yapmak da mümkün hâle geldiğini savunuyorum söz konusu makalede.
Farklı siyasi, ideolojik veya dini görüşlere sahip bireylerin bir araya gelip birbirini dinlemesi ve hatta birlikte çalışabilmesi bu ülkede bir devrim niteliğinde olabilir. O gün, toplum olarak yukarıya taşınırız.
Buradan hareketle, bazı kültürel öğelerimizle de bağlantı kurabiliriz. Örneğin, Türkçede “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” gibi birlikteliği vurgulayan atasözlerimiz vardır. Simbiyoz kavramına baktığımızda ise, birbirinden farklı türlere ait iki ya da daha fazla canlının bir araya gelerek oluşturduğu yapılar kastedilir. Simbiyotik ilişkilerde söz konusu türler mutlaka farklıdır. Bu durumu toplumsal yaşamımıza da uyarlamak mümkündür. Farklı siyasi, ideolojik veya dini görüşlere sahip bireylerin bir araya gelip birbirini dinlemesi ve hatta birlikte çalışabilmesi bu ülkede bir devrim niteliğinde olabilir. O gün, toplum olarak yukarıya taşınırız. Aksi hâlde, hep aynı döngü içerisinde kalmak, toplumun gelişimini kısıtlayabilir.
Liken ise bu noktada farklılık arz eder. Liken dediğimiz organizma ne yalnızca bir mantardır, ne sadece bir algdir, ne de yalnız bir bakteridir; fakat bunların hepsinden öğeler taşır. Bu yapı, kendiliğinden ortaya çıkmış ve “emergent” yani ortaya çıkan, zuhur eden, beliren bir sistemdir. Dolayısıyla işin sırrı bir bakıma simbiyozda yatıyor gibi görünmektedir. Bu yapılar üzerinde daha fazla düşünmek ve araştırma yapmak gerektiğine inanıyorum. Dilerim ki bu bakış açısı, liken çalışmaları yapan araştırmacılar ya da felsefeciler için bir gün faydalı olur.
‘Bir Aradalık Örneği Olarak Bireyden Bütüne Likenler’ adlı çalışmanızda likenlerin ‘beliren özellikler’ (emergent properties) sergilediğini vurguluyorsunuz. Bu bağlamda, likenlerin bireysel bileşenlerinin toplamından farklı olarak nasıl yeni özellikler ortaya koyduğunu açıklayabilir misiniz? Ayrıca, bu durumun biyolojik organizmaların tanımlanmasında ne gibi felsefî sonuçlar doğurabileceğini düşünüyorsunuz?
Likenlerle ilgili elimizdeki mevcut bilgiler ışığında, en azından belirli liken türlerinde tespit edebildiğimiz kadarıyla, yaklaşık 800 civarında sekonder metabolit (eski adıyla liken asitleri) bulunmaktadır. Güncel verilere bakıldığında bu sayı değişebilir. Bu bileşiklerin önemli bir özelliği, yalnızca likenler tarafından sentezlenebilmeleridir. Ne algler, ne mantarlar ne de bakteriler bu bileşikleri üretebilir. Yani, bu bileşikler yalnızca simbiyotik birliktelik sonucu ortaya çıkan organizmalarda gözlemlenmektedir. Bugüne kadar tespit edilen 800 kadar farklı bileşik yalnızca liken oluşumuyla ilişkilidir.
Likenlerin tarih boyunca tıp, biyoloji ve eczacılık gibi alanlarda kullanıldığına dair pek çok kaynak bulunmaktadır. Farklı yerel halklar tarafından tedavi amaçlı kullanıldıklarına dair zengin bir literatür mevcuttur.
Peki, bu bileşikler neden önemlidir? Likenlerin tarih boyunca tıp, biyoloji ve eczacılık gibi alanlarda kullanıldığına dair pek çok kaynak bulunmaktadır. Farklı yerel halklar tarafından tedavi amaçlı kullanıldıklarına dair zengin bir literatür mevcuttur. Bu durum, likenlerin sadece geleneksel bilgiyle değil, modern laboratuvar çalışmalarıyla da desteklenen potansiyel terapötik özelliklere sahip olduğunu göstermektedir. Liken bileşikleri tıbbî kullanım açısından birçok önemli özellik taşımaktadır. Ancak burada yalnızca terapötik faydalar üzerinden değil, simbiyozun kendisinin doğurduğu yeni özellikler üzerinden de değerlendirme yapmak gerekir. Simbiyoz, öncesinde tek başına mevcut olmayan özelliklerin birlikte yaşama sonucunda ortaya çıkmasına olanak tanır. Bu durum her canlıda gözlemlenmeyebilir. Örneğin, bir mantar vücudumuza geldiğinde biz enfekte oluruz. Ancak mantar, belirli bir alga ulaştığında bu duruma enfeksiyon değil, simbiyoz denir; çünkü her iki taraf da yaşar ve fotosentez gibi süreçler devam eder.
Likenlerin bir diğer dikkat çekici özelliği, ekstrem çevre koşullarına dayanıklı olmalarıdır. Örneğin, Ege Denizi’nde ve Akdeniz’de volkanik aktivite sonrası oluşan adacıklarda, ilk gelişen organizmalar likenlerdir. Bu nedenle ekolojik süksesyon (ardıllık) açısından ‘primer organizmalar’ olarak kabul edilirler. Çünkü bitki örtüsünün bulunmadığı, çıplak kayaçlardan oluşan bu alanlarda önce likenler, ardından karayosunları, eğreltiler, çalılar ve en sonunda ağaçlar gelişmeye başlar. Bu şekilde bir ekosistem zamanla oluşur. Hemen hemen her ekosistemde bu süreç benzer şekilde işler.
İnsan olarak doğadan ilham alabiliriz. Ancak doğanın yaptığı şeyi birebir kopyalamak ne kadar doğru olur, bu tartışmaya açıktır.
Bu süreçte ortaya çıkan sekonder metabolitlerin ve diğer biyolojik özelliklerin, tamamen simbiyotik birlikteliğe borçlu olduğu söylenebilir. Likenlerde beliren bu ‘emergent’ özellikler, doğrudan simbiyozun bir sonucudur. Bunların dışında, daha birçok özellik sayılabilir. Röportaj kapsamında yöneltilen bir başka soru ise, bu durumun ne gibi felsefî sonuçlar doğurabileceğiydi. Bu konuda şunu söyleyebiliriz: İnsan olarak doğadan ilham alabiliriz. Ancak doğanın yaptığı şeyi birebir kopyalamak ne kadar doğru olur, bu tartışmaya açıktır. Çünkü doğanın hangi yönüne nasıl bakacağımız önemlidir. Belgesellerde genellikle yırtıcılık örnekleri gösterilir: Ceylanı avlayan kaplan gibi. Bu görüntüler, halka sunulduğunda ‘güçlü olan zayıfı ezer’ gibi bir mesaj verilebilir.
Isparta bölgesinde likenler kullanarak yaptığınız ağır metal kirliliği izleme çalışmasını göz önünde bulundurursak, likenlerin çevresel kirleticilerin biyolojik izlenmesindeki avantajlarını ve sınırlılıklarını nasıl değerlendirirsiniz?
O dönemlerde likenlerle çalıştığımız için, biyoizleme (biomonitoring) çalışmalarında liken kullanımının uygun olabileceği düşüncesi bizde oluştu. Elbette biyoizleme çalışmalarında farklı organizmalar da kullanılabilmektedir. Örneğin, kısa süre önce hakemliğini yaptığım bir makalede likenler yerine akasya ağacının yaprakları ve servi benzeri özel dikilmiş bazı ağaç türlerinin yapraklarının biyoizleme amacıyla kullanıldığı görülmekteydi. Yani biyologlar, çeşitli biyolojik materyalleri kullanarak atmosferdeki kirleticileri izleyebilmektedir.
Biyoizlemeden kastımız, atmosferdeki kirleticilerin canlı organizmalar yoluyla tespit edilmesi sürecidir. Bu bağlamda likenlerin bazı avantajları öne çıkmaktadır.
Biyoizlemeden kastımız, atmosferdeki kirleticilerin canlı organizmalar yoluyla tespit edilmesi sürecidir. Bu bağlamda likenlerin bazı avantajları öne çıkmaktadır. Bitkilerde genellikle yaprak yüzeyini kaplayan bir kütikula tabakası bulunur. Ancak likenlerde böyle bir tabaka yoktur; bu da atmosferdeki kirleticilerin doğrudan liken tallusuna nüfuz edebilmesini sağlar. Ayrıca likenlerin, üzerinde geliştikleri ortama derinlemesine nüfuz eden kök sistemleri bulunmaz. Dolayısıyla toprak ya da taş gibi yüzeylerden metal (örneğin alüminyum, çinko, bakır) emilimi bitkilerde ya da karayosunlarında görülen ölçüde değildir. Bu yönüyle likenler, büyük oranda atmosferik kirleticileri bünyelerinde biriktirme ve bu şekilde gösterebilme kapasitesine sahiptir.
Bu tespitler, bilim insanları tarafından geliştirilen çeşitli yöntemlerle gerçekleştirilmektedir. Ben de doktora tez çalışmam kapsamında, Isparta iline yakın bir konumda bulunan Gölcük Tabiat Parkı’nın liken florasını inceledim. Aynı zamanda Isparta şehir merkezindeki hava kirliliği düzeyini belirlemek amacıyla çeşitli istasyonlardan (lokalitelerden) liken örnekleri topladım ve bu örnekler analiz edildi.
Çalışmalarımı yürüttüğüm dönemde, Isparta’da doğalgaz yalnızca bir mahallede kullanılmaktaydı. Günümüzde ise şehrin tamamı doğalgaz altyapısına sahiptir. O dönemde kış aylarında şehirde yaşarken gözlemlediğimiz, şehrin üzerine çöken siyah bulutlar ve inversiyon olayları artık görülmemektedir. Doğalgaz Anadolu şehirlerine ulaştıkça, kömür ve diğer fosil yakıtların neden olduğu kirleticilerden kısmen kurtulmak mümkün olmuştur.
Anadolu şehirlerinde kış mevsimi, İstanbul’a göre daha çetin geçer. Örneğin Isparta’da hava daha erken kararmakta ve sıcaklıklar daha erken düşmektedir. Bu nedenle hanelerde ısınma için daha fazla yakıt tüketilmektedir. Doğalgaz kömüre kıyasla daha ucuz olmayabilir; ancak çevresel etkiler bakımından çok daha avantajlıdır. Çünkü kömür ya da benzeri fosil yakıtların kullanılması, hava kirliliğini artırarak sadece çevreyi değil, insan sağlığını da ciddi şekilde tehdit etmektedir.
Bu durum likenlerin zarar görmesine neden olurken, insanlarda ise akciğer ve solunum yolları hastalıklarına, hatta kansere kadar varabilen sağlık sorunlarına yol açmaktadır.
Bu durum likenlerin zarar görmesine neden olurken, insanlarda ise akciğer ve solunum yolları hastalıklarına, hatta kansere kadar varabilen sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Özellikle akciğer kanseri vakalarında artış gözlemlenebilmektedir. Devlet açısından bakıldığında ise kanserli bireylerin tedavi süreçleri oldukça yüksek maliyetler doğurmaktadır. Bu nedenle, çevre ve halk sağlığı açısından doğalgaz gibi daha temiz enerji kaynaklarının kullanımı büyük önem taşımaktadır. Elbette gelecekte ısınma ihtiyacının karşılanabileceği, daha çevreci ve yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesi ve kullanılması çok daha olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Bir çalışmanızda 52 türün araştırma bölgesi için, 3 türün ise Türkiye Liken Florası için yeni kayıt olduğunu belirtmişsiniz. Bu yeni kayıtların, Türkiye’nin liken florasının güncellenmesi ve biyolojik çeşitliliğin korunması açısından önemini nasıl açıklarsınız? Biyoloji: Ne, Neden, Nasıl?’ adlı çalışmanızda biyoçeşitliliğin korunmasının önemi vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, özellikle likenler gibi ekosistem hizmetleri sağlayan organizmaların korunmasının, ekosistem fonksiyonları ve biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Likenlerle ilgili yapılan çalışmalarda genellikle değerlendirme yapmıyorum. Genelde, hatta hiç değerlendirme yapmıyorum diyebilirim. Ancak, sayısal verilere örnek vermek gerekirse, örneğin 52 tür ya da 3 tür gibi yeni kayıtlar sunabiliriz. Kendi akademik serüvenime baktığımda, hem biyoloji hem de bilim tarihi ya da felsefesi alanlarında, genellikle çok kişinin ilgi göstermediği, popüler olmayan, dolayısıyla fazla atıf alınması ya da ün kazanılması pek mümkün olmayan konuları tercih ettiğimi görüyorum.
Bu durum, Türkiye için aslında yetersiz bir tabloyu ortaya koyuyor. Türkiye’nin liken florası henüz tam anlamıyla yazılmış değil.
Grubumuzda sadece 25 kişiyiz. Bu sayı, doktora ve yüksek lisans öğrencilerini de kapsıyor. Tüm bu insanları bir araya getirdiğimizde belki 30 kişiyi geçmiyoruz. Bu durum, Türkiye için aslında yetersiz bir tabloyu ortaya koyuyor. Türkiye’nin liken florası henüz tam anlamıyla yazılmış değil. Yani bugün Türkiye’de kaç tür liken bulunur, bunların kaçı nesli tükenmekte olan türlerdir, kaçı koruma altına alınması gereken türlerdir gibi sorulara net cevap veremiyoruz. Bu sadece benim değil, alandaki profesörlerin bile net rakam veremeyeceği bir durumdur.
Çünkü tüm Türkiye’nin detaylı biçimde çalışılması gerekiyor. Ancak araştırmacı sayımız sınırlı. Üstelik TÜBİTAK’tan alınan fonlar da oldukça sınırlı. Arazilerimiz çok geniş; ancak doğaya gidip tek tek ağaç saymaktan ibaret olmayan bir iş yapıyoruz. Örneğin, bir ağaç dalında 30’a yakın farklı liken türü bulabiliyoruz. Yani sizin için bir ağaç yalnızca bir ağaç olabilir, fakat benim için o dal başlı başına bir ekosistemdir. Dolayısıyla bir milli parkta ya da arazide liken toplamak istediğimde, bu süreç bazen iki yılımı alabiliyor. Toplama süresi kısa –birkaç haftada tamamlanabilir– fakat ardından gelen sistematik çalışmalar, verilerin işlenmesi ve makale sürecine başlamak oldukça zaman alıcıdır. Son derece zahmetli bir iştir.
Ancak araştırmacı sayımız sınırlı. Üstelik TÜBİTAK’tan alınan fonlar da oldukça sınırlı. Arazilerimiz çok geniş; ancak doğaya gidip tek tek ağaç saymaktan ibaret olmayan bir iş yapıyoruz.
Bu alanda özellikle biyolojik çeşitliliğe (biodiversity) katkı sunduğumuzu düşünüyorum. İlk doktora tezimde ve öncesinde-sonrasında yaptığımız araştırmalarda, Gülşah Çobanoğlu hocamla birlikte yeni kayıtlar ortaya koyduk. Örneğin, Türkiye’de daha önce yalnızca Antalya’da bilinen bir türü Mersin’de de bulduğumuzda, bu “yeni kayıt” olarak literatüre giriyor.
Elbette gönül isterdi ki yeni türler keşfedelim. Ancak günümüzde, özellikle ılıman iklim kuşağında yeni liken türü bulmak oldukça zor. Çünkü bu bölgeler çok daha önce, uzun yıllar boyunca çalışılmış durumda. Yeni türlerin daha çok tropik bölgelerde ya da kuzeydeki boreal iklimlerde bulunduğunu gözlemliyoruz. Ne yazık ki, felsefe alanında durum pek iç açıcı değil. Felsefî yaklaşımlar çoğunlukla daha gelenekçi ve kimi zaman milliyetçi bir perspektifle şekilleniyor. Felsefî eserler genellikle ana dilde kaleme alınıyor; bizim için bu dil Türkçe, bir başkası için Fransızca, bir diğeri için ise Rusça olabiliyor. Örneğin, benim likenlerle ilgili kaleme aldığım makale felsefe bağlamında yazıldı. Ancak Türkçe olarak yazıldığı için bu makaleye kim atıf yapacak? Büyük olasılıkla kimse. Oysa bu çalışmayı İngilizce yazmış olsaydım, belki de daha fazla atıf alabilirdi. Bu noktada kusur bende; keşke İngilizce yazsaydım dediğim de oldu. Ancak bu metinlerin zamanı şimdi değil. Bir gün mutlaka okunacaklar fakat şimdi değil. Bu düşünceyle, Türkçe yazmaya gayret gösterdim.
Biyoçeşitlilikle ilgili yazdığım makale ise, biyoçeşitliliğin ne olduğu ve nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir çaba içeriyordu. Aynı zamanda bu kavramın etikle, özellikle biyoetik ve çevre etiğiyle olan ilişkisini ortaya koymayı amaçlıyordu. Makalede yazıldığı döneme ait güncel biyoçeşitlilik verileri de yer almakta. Elbette bu veriler her yıl değişiklik göstermektedir.
Likenler üzerine çalışan araştırmacılar olarak, Türkiye’de henüz biyoçeşitlilik konusunda son sözü söylemiş değiliz. Bu alanda daha fazla çalışmaya ihtiyacımız var.
Likenler üzerine çalışan araştırmacılar olarak, Türkiye’de henüz biyoçeşitlilik konusunda son sözü söylemiş değiliz. Bu alanda daha fazla çalışmaya ihtiyacımız var. Ancak tohumlu bitkiler açısından şunu rahatlıkla ifade edebilirim: Anadolu Yarımadası adeta bir doğa cennetidir. Akdeniz, İran-Turan ve Öksin-Siberyan olmak üzere üç farklı fitocoğrafik elemente ev sahipliği yapmaktadır. Bu bitki kuşakları, ülkemizin bitki çeşitliliğinin ve aynı zamanda tarımsal üretim potansiyelinin temel kaynağını oluşturmaktadır. Ne var ki, Türkiye’de yaşayan Türkler olarak bu zenginliği yeterince iyi değerlendirebildiğimizi söylemek mümkün değil. Ne yazık ki bu alan halen yeterince değerlendirilememiştir.
Likenlerin ekosistemimiz için çok önemli rollere sahip olduğu aşikâr. Peki, likenlerin çeşitleri kaça ayrılıyor ve bu canlılar en çok hangi ortamlarda bulunuyorlar?
Bu konuda net bir sayıya maalesef hiçbirimiz sahip değiliz. Bunun temel nedeni, likenlerle ilgili küresel ölçekte bir veri tabanının henüz oluşturulmamış olmasıdır. Bahsettiğim şey, tüm dünyadaki liken araştırmacılarını kapsayan bir veri bankasının eksikliğidir; yalnızca Türkiye için değil, genel olarak dünya çapında böyle bir sistem bulunmamaktadır. Oysa böyle bir veri tabanı oluşturulabilseydi, tür sayıları gibi bilgiler düzenli bir şekilde kaydedilebilir, izlenebilir ve güncellenebilirdi.
Bahsettiğim şey, tüm dünyadaki liken araştırmacılarını kapsayan bir veri bankasının eksikliğidir; yalnızca Türkiye için değil, genel olarak dünya çapında böyle bir sistem bulunmamaktadır.
Benzer bir çalışmayı Türkiye için değil ama Romanya’daki likenler üzerine gerçekleştirmiştim. Bu çalışmaya göre Romanya’da yaklaşık 1300–1400 liken türü bulunduğu tespit edilmişti. Romanya’daki liken çalışmaları 1900’lü yılların başına kadar uzanıyor; yaklaşık 100 yıllık bir dönemi kapsayan bir literatür söz konusu. Ancak bu süreçte karşılaşılan en temel zorluklardan biri, tür adlarının zamanla değişmesidir. Bu değişimleri takip etmek ve her bir türün doğru şekilde belgelenmiş olması oldukça zahmetli bir iştir. Dolayısıyla veri tabanı kurma girişimleri, bu karmaşıklık nedeniyle daha da çetrefilli bir hale gelebilmektedir. Yine de, elimdeki veriler sayesinde Romanya Likenleri için böyle bir veri bankasını oluşturmanın artık mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Ancak Türkiye likenleri söz konusu olduğunda, durum daha da kapsamlı hale geliyor. Türkiye’deki liken türlerinin sayısı Romanya’dakilerden çok daha fazla. Buna rağmen, Türkiye’de kaç tür liken bulunduğunu kesin olarak söyleyemiyoruz. Sadece yaklaşık 2000 tür olduğu yönünde yuvarlak tahminlerde bulunabiliyoruz. Ne yazık ki bu 2000 türün kaçı Türkiye’ye endemik, kaçı nesli tehlike altında olan türlerden oluşuyor, bu konularla ilgili elimizde net veriler bulunmamaktadır. Bu da araştırmalar açısından oldukça üzücü bir durumdur.
Likenler yalnızca doğada değil, şehir içinde de gelişebiliyor. Örneğin, oturduğumuz binada liken oluşumlarını gözlemleyebiliyorum.
Sorunun devamında en çok hangi ortamlarda likenlerin görüldüğü sorulmuştu. Likenler yalnızca doğada değil, şehir içinde de gelişebiliyor. Örneğin, oturduğumuz binada liken oluşumlarını gözlemleyebiliyorum. Ayrıca, bahçeyi çevreleyen tuğla malzemeli duvar üzerinde de yaklaşık 2–3 yıldır, yalnızca büyüteçle fark edilebilecek kadar küçük liken oluşumları başladı.
Bu gözlemler, İstanbul koşullarında –özellikle nemin yeterli olduğu durumlarda– bir binanın, çatının ya da herhangi bir yapının üzerinde yaklaşık 5 yıl içinde bazı liken türlerinin gelişmeye başlayabildiğini göstermektedir. Eğer ortamın hava kalitesi çok kirli değilse, zamanla çıplak gözle bile turuncu ya da gri renkteki likenlerin görünür hale geldiğini görebiliriz. Bu tür oluşumlar ağaç kabuklarında ya da duvar yüzeylerinde de gerçekleşebilmektedir. Kısacası, likenler şehir ortamlarında bile yaşam alanı bulabilmektedir. Tarım arazileri –sürekli işlenmeleri nedeniyle– bu durumun istisnasıdır. Onun dışında, ülkemizde toprak, kaya ve ağaç gibi birçok doğal yüzeyde likenlerin gelişmesi mümkündür.
Likenler yeşil olmaları ve fotosentez yapmaları sebebiyle çoğu zaman bitkiler ile karıştırılmaktadır. Size göre, bitkileri ve likenleri birbirinden ayıran en önemli özellikler nelerdir?
Likenler sıklıkla ciğer otları ve karayosunlarıyla karıştırılmaktadır. Tarihsel kaynaklara baktığımızda da bu karışıklıkların benzer biçimde yaşandığını görmekteyiz. Likenlerin tarihi üzerine yazılmış makalelerde de bu tür yanlış adlandırmalara sıkça değinilmektedir. Bu karışıklıkların en temel nedeni, özellikle renk benzerlikleri olabilir.
Anadolu’da likenleri insanlara gösterdiğimizde, en sık duyduğumuz adlandırma “yosun” olmaktadır. Özellikle taş ve kaya üzerindekiler için “taş kınası” diyenler de olmuştur. Hatta eski Türkçede bu tür bir kullanımın yer aldığı da bilinmektedir.
Aslında, bir kişi bir kez gerçekten bir likeni ve bir karayosununu görüp aralarındaki farkı öğrendiğinde, bu iki grubu ömür boyu birbirine karıştırmaz. Likenlerle karayosunları arasında gözle görülebilir ve belirgin farklar bulunmaktadır. Ancak biyoloji eğitimi almamış halk için durum farklıdır; doğal olarak, bu canlılara kendi gözlemlerine dayalı isimler verirler. Anadolu’da likenleri insanlara gösterdiğimizde, en sık duyduğumuz adlandırma “yosun” olmaktadır. Özellikle taş ve kaya üzerindekiler için “taş kınası” diyenler de olmuştur. Hatta eski Türkçede bu tür bir kullanımın yer aldığı da bilinmektedir.
Etnobotanik çalışmalarda da görülüyor ki, halkın büyük çoğunluğu likenleri “yosun” olarak adlandırmaktadır. Türkçede bu adlandırma, görünüşe dayalı en yakın kategoriye dayanıyor. Ancak yıllarca liken çalışmış ve bu konuda eğitim vermiş biri olarak, “bir likeni nasıl olur da karayosunuyla karıştırırsın?” demekten kendimi alamıyorum. Aralarında belirgin farklar var. Fakat bazı türlerin, özellikle dış görünüş açısından benzerlik göstermesi nedeniyle bu karışıklıkların geçmişte de sıkça yaşandığı bilinmektedir.
Örneğin, likenler Lycopodium (kibrit otları) ya da karayosunlarıyla karıştırılmıştır. Bunlara ek olarak adlandırma sorunları da ciddi kafa karışıklıklarına neden olmuştur. Mesela “ciğer otu” adı hem bir liken türü olan Lobaria pulmonaria hem de gerçek bir bitki olan Hepatica nobilis için kullanılmaktadır. Bu iki canlı tamamen farklı sistematik gruplara ait olmasına rağmen, Türkçede her ikisi de “ciğer otu” olarak adlandırılmaktadır. Burada da çeviri kaynaklı sorunlar devreye girmektedir. “Pulmonaria” akciğerle, “Hepatica” karaciğerle ilişkilidir; ancak her ikisine de “ciğer otu” denince, ister istemez karışıklık ortaya çıkmaktadır.
Özellikle 16. yüzyıldan itibaren yazılan bitki kitaplarında, hekimler ve doğa bilimciler likenleri başka bitkilerle karıştırmışlardır. Likenin, bitki olarak tanımlanması veya yanlış sınıflandırılması dönemin yaygın problemlerinden biridir.
Bu sorun yalnızca Türkiye’ye özgü değildir; tarihsel olarak Avrupa’da da benzer karışıklıklar yaşanmıştır. Özellikle 16. yüzyıldan itibaren yazılan bitki kitaplarında, hekimler ve doğa bilimciler likenleri başka bitkilerle karıştırmışlardır. Likenin, bitki olarak tanımlanması veya yanlış sınıflandırılması dönemin yaygın problemlerinden biridir. Ancak örneğin Theophrastos likenleri adlandırıp tanımlamıştır. Onun bu konudaki netliği takdire şayandır. Aristoteles’in öğrencisi olması da onun bilimsel yaklaşımını destekler niteliktedir.
Likenlerin dünya üzerindeki diğer simbiyotik ilişkilere kıyasla, hangi avantajlara sahip olduğunu düşünüyorsunuz? Onları bu kadar özel kılan şey sizce nedir?
Deniz canlılarında görülen bazı simbiyotik ilişkilerden öğrenciyken haberdar olmuştuk. Bu bağlamda Paracer ve Ahmadjian adlı iki yazarın birlikte kaleme aldığı “Symbiosis” adlı kitap, simbiyozun farklı boyutlarını bilimsel açıdan detaylı biçimde ele almaktadır.
Peki, bu çerçevede likenler nerede konumlanmaktadır? Ben açıkçası simbiyoz ilişkilerinde emergens (belirme) dediğimiz olgunun en belirgin ve etkileyici biçimde likenlerde ortaya çıktığını düşünüyorum. Çünkü bir tarafta alg, diğer tarafta ise mantar vardır. Bu iki organizma ayrı ayrı mikroskop altında gözlemlenebilecek canlılardır. Ancak bir araya geldiklerinde, yani liken formunu oluşturduklarında, yepyeni özellikler ve işlevler sergileyebilen, bileşik bir organizma halini alırlar.
Diğer simbiyotik türlerde bu şekilde yeni, birleşik bir organizma oluşumu her zaman gözlenmemektedir. Dolayısıyla likenlerin bu bağlamda çok özgün ve dikkat çekici bir simbiyotik örnek teşkil ettiğini söyleyebilirim.
Bu durum bana oldukça ilginç ve çekici geliyor. Çünkü bu bütünleşik yapı sadece simbiyoz sürecinde mevcuttur. Yani bu organizmaları ayrıştırdığınızda, artık aynı yapıyı tekrar elde edemezsiniz. Diğer simbiyotik türlerde bu şekilde yeni, birleşik bir organizma oluşumu her zaman gözlenmemektedir. Dolayısıyla likenlerin bu bağlamda çok özgün ve dikkat çekici bir simbiyotik örnek teşkil ettiğini söyleyebilirim.
Peki, eski zamanlarda, Türk halk tıbbında likenler hangi amaçlarla kullanılıyordu?
Bu bilgileri, elimizdeki yazılı eserlerden hareketle söyleyebiliyoruz. Şöyle bir tespitte bulunabilirim: Anadolu’da Türkler çoğunlukla İbn Sînâcı bir tıp anlayışını benimsemişler. Şunu kast ediyorum: Elbette tüm Türkler Arapça bilmiyordu ve hepsi okuma yazma da bilmiyordu. Dolayısıyla el-Kânûn fi’t-Tıbb gibi temel eserleri doğrudan okuyabilmiş değillerdi. Ancak halk arasında okumuş, belli bir eğitim almış kişiler bu Galenci ya da Hipokratçı tıp sistemini bir şekilde öğrenmiş ve bu bilgiler zamanla halk hekimliği geleneğine sirayet etmiş gibi görünüyor.
Yine bugün lichen planus olarak adlandırdığımız bazı cilt hastalıklarında—halk arasında “temre” ya da Arapçada “kuba” olarak bilinen rahatsızlıklarda—likenlerin tedavi amacıyla kullanıldığını görüyoruz.
Bu nedenle, İbn Sînâ veya diğer bazı yazarların verdiği örneklerin Anadolu’daki halk uygulamalarında da izlerine rastlayabiliyoruz. Eserlerden anladığımız kadarıyla, likenler sarılık hastalığının tedavisinde önerilmiş. Aynı zamanda ağız, damak veya boğazda oluşan aft benzeri yaralar için ya da dil şişmesi gibi rahatsızlıklar için kullanıldığı belirtiliyor. Bu tür kullanımlarda bal ile karıştırılması gerektiği de ifade ediliyor. Yine bugün lichen planus olarak adlandırdığımız bazı cilt hastalıklarında—halk arasında “temre” ya da Arapçada “kuba” olarak bilinen rahatsızlıklarda—likenlerin tedavi amacıyla kullanıldığını görüyoruz. Bu bilgiler, hem Osmanlı Türkçesiyle yazılmış hem de Arapça kaleme alınmış pek çok tıbbî eserde yer almakta.
Bu bilgilerin bir kısmı Türkler tarafından geliştirilmiş olabilir, fakat bir kısmı da Antik Anadolu’ya, hatta antik Yunan tıbbına kadar uzanıyor. Yani bu gelenek çok katmanlı ve tarihsel olarak derin bir birikime dayanıyor.
Likenleri incelediğimizde bu eşsiz canlıların sıra dışı özellikler taşıdığını görüyoruz. Bizler, bu özel canlıları günümüzde tıp ve biyoteknoloji dahil olmak üzere farklı alanlarda ne amaçlarla kullanmaktayız?
Elimizde “liken” dediğimiz çok ilginç bir organizma grubu var ve bunlar pek çok açıdan dikkat çekici özellikler gösteriyorlar. Elbette benim anlatacağım bilgiler, günümüz moleküler biyolojisi açısından biraz “eski” sayılabilir. Ancak birlikte yeni bir araştırma planlayabiliriz. Likenleri toplayıp, belli deneyler tasarlayarak, literatür ışığında deneme-yanılma yoluyla bazı sonuçlara ulaşabiliriz. Şimdiye kadar öğrendiğimiz klasik likenolojiyi bir kenara koyup, iki moleküler biyolog ve bir liken araştırmacısıyla birlikte bu organizmalara yeniden bakmalıyız.
Bu organizmaların ortak bir genomu yok. Dolayısıyla çok katmanlı, karmaşık bir yapıyla karşı karşıyayız. İşte bu nedenle, daha derinlemesine ve çok disiplinli bir yaklaşımla likenleri yeniden ele almamız gerekiyor.
Üstelik işin içinde genetik boyutu da var—ki bu bambaşka bir konu. Çünkü hangi genlere bakacaksın? Algin mı, mantarın mı? Ortada iki farklı canlıdan oluşmuş bir super-organizma var. Bu organizmaların ortak bir genomu yok. Dolayısıyla çok katmanlı, karmaşık bir yapıyla karşı karşıyayız. İşte bu nedenle, daha derinlemesine ve çok disiplinli bir yaklaşımla likenleri yeniden ele almamız gerekiyor.
Likenler hakkında yeteri kadar araştırma yapıldığını ve bu konuda bilinç oluştuğunu düşünüyor musunuz? Hangi alanlarda daha fazla bilgi edinilmesi gerektiğini belirtmek istersiniz?
Öncelikle şunu açıkça ifade etmek isterim ki, Türkiye’de ne likenler ne de genel anlamda bitkilerle ilgili çalışmalar henüz “bilinçli” bir seviyeye ulaşmış değil. Yani bu organizmaların bilimsel olarak sahip oldukları potansiyelin, Türkiye’de yeterince farkında değiliz. Likenler üzerine yapılacak araştırmalarda, özellikle uçuk kaçık, sıra dışı fikirleri de kapsayan çalışmalara ihtiyaç var. Çünkü bu sadece Türkiye için değil, dünya biyolojisi için de önemli. Bizim, dünya çapında likenleri tanımaya yönelik çalışmalara katkı sunmamız gerekiyor.
Öncelikle şunu açıkça ifade etmek isterim ki, Türkiye’de ne likenler ne de genel anlamda bitkilerle ilgili çalışmalar henüz “bilinçli” bir seviyeye ulaşmış değil. Yani bu organizmaların bilimsel olarak sahip oldukları potansiyelin, Türkiye’de yeterince farkında değiliz.
Aynı zamanda bu, Türkiye ve Türk bilim insanları olarak bizim sorumluluğumuzda da olan bir mesele. Bundan yaklaşık 25 yıl önce Gülşah hocama bahsettiğim, ama yapmayı başaramadığımız ve hâlâ literatürde yeri olmayan bir konu var. Aslında hâlen yapılamıyor. Belki ben de başaramayacağım ama gelecek kuşaklardan biri bunu yapabilirse, işte o zaman likenoloji alanında bir çığır açılmış olacak. Büyük ihtimalle bu, bilimsel bir devrim niteliğinde olur ve bu sayede likenlerin ekonomik anlamda da ne kadar değerli olduğu daha iyi anlaşılabilir. Ama henüz oraya gelmedik; önümüzde zaman var.
Öncelikli ihtiyacımız, bilimsel araştırmalara ciddi anlamda fon ayırmak ve bilim insanlarını sistemli bir şekilde desteklemek. Ancak burada önemli olan, bu bilim insanlarının bizlere bir yol haritası sunmasıdır. Örneğin “5 yıl sonra şunu yapacağım, 10 yıl sonra şu hedefe ulaşacağım” diyebilecek nitelikte projelendirmeler yapılmalı.
Ancak benim düşünceme göre, bilgiyi ve araştırmaları daha sistematik hale getirmemiz şart. Çünkü ülkemizin kaynakları sınırlı. Bu nedenle elimizdeki potansiyeli çok daha bilinçli, çok daha planlı bir şekilde değerlendirmek zorundayız.
Türkiye’de çalışılmamış tek bir bitki grubunun bile kalmaması gerekiyor. Ancak o zaman biz bir gün çıkıp şunu diyebiliriz: “Evet, Türkiye’nin tüm bitkilerini inceledik, artık şu spesifik konuya yoğunlaşabiliriz.” Devletin de bu noktada daha planlı bir tarım, eğitim ve bilim politikası oluşturması gerekir. Bitkiler ve likenlerle kim ilgilenecek? Bu tamamen kör tesadüflere bağlı ilerliyor. Şu anda bir yerlerde birileri liken çalışıyor, ama bu çalışmalar çoğunlukla el yordamıyla yürütülüyor. Belki de bu rastlantısallık özgün bir keşif yöntemi olabilir—bilemiyorum. Ancak benim düşünceme göre, bilgiyi ve araştırmaları daha sistematik hale getirmemiz şart. Çünkü ülkemizin kaynakları sınırlı. Bu nedenle elimizdeki potansiyeli çok daha bilinçli, çok daha planlı bir şekilde değerlendirmek zorundayız.
Gelecekte likenlerin hangi amaçlara hizmet edeceğini düşünüyorsunuz? Bu konudaki öngörünüz nedir?
Beslenme konusu elbette önemli ve bir gün bu konuyu detaylıca ele almak gerekir. Beslenme bağlamında, ekolojik süksesyonun öncül organizmaları olan likenler çok önemli canlılardır. Her ne kadar halk arasında “bitki” olarak adlandırılsalar da, aslında tam olarak bitki değillerdir. Atmosferdeki nemi kullanabilen, aşırı çevre koşullarında hayatta kalabilen organizmalardır. Tıpkı çöl koşullarına uyum sağlamış bir kaktüs gibi, likenler de düşük sıcaklıkta ya da yoğun radyasyon gibi ekstrem koşullarda yaşayabilirler. Antarktika’da yapılan çalışmalar, bu bölgede çok sayıda liken türünün bulunduğunu ortaya koymuştur.
Dolayısıyla, günün birinde insanlar liken yemek zorunda kalabilir. Bu elbette küresel bir gıda krizi, iklim değişikliğinin yol açtığı kıtlık gibi felaket senaryoları durumunda gerçekleşebilir. Ancak İskandinav ülkelerinde Cladonia rangiformis gibi liken türlerinin ren geyikleri tarafından tüketildiğini biliyoruz. Bu türler, çayır gibi geniş alanlarda yetişiyor ve yerel ekosistemlerin bir parçası hâline geliyor. Türkiye’de şu an bu ölçekte liken alanları yok, ancak iklim değişikliğiyle birlikte bu türlerin ülkemizde de yetişmesi mümkündür. Nitekim su kaynaklarımız giderek kuruyor, tarım giderek daha susuz koşullara adapte edilmeye çalışılıyor.
Nitekim su kaynaklarımız giderek kuruyor, tarım giderek daha susuz koşullara adapte edilmeye çalışılıyor.
Geçtiğimiz günlerde bazı şehirlerde dolu yağışı meyve ağaçlarını vurdu. Bu, önümüzdeki dönemde kayısı, erik, şeftali gibi meyvelerin azlığı anlamına geliyor. Buğday da etkilenirse, temel besin kaynaklarımızın ne olacağı sorusu ortaya çıkıyor. Eğer bu ülkede bu kadar etkileniyorsak, dünyadaki durumu düşünmek bile istemeyiz. Bu nedenle dört mevsim üretim yapılabilen alternatif kaynaklara yönelmek, ilerisi için bir zorunluluk hâline gelebilir.Bu çerçevede yosunlar ve algler önemli bir rol oynayabilir. Özellikle su yosunlarının (alglerin) besin değeri üzerine çalışmalar yürütülüyor. Yüksek protein içerikleriyle dikkat çeken mavi-yeşil algler ve siyanobakteriler üzerine yapılan araştırmalar umut verici. Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi gibi kurumlarda bu konuda çalışan laboratuvarlar ve alg jeneratörleri mevcut. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen, bu doğal kaynaklardan henüz yeterince yararlanamıyoruz.
Yosunların gastronomi alanında da değerlendirilmesi yönünde çalışmalar var. Özellikle Japon mutfağı bu konuda öncülük ediyor. Fitoremediasyon yöntemiyle, alglerin sudaki ağır metalleri ve mineralleri bünyelerinde depolayabildiği biliniyor. Bu durum onları hem çevre temizliği hem de maden geri kazanımı açısından önemli kılıyor. Örneğin okyanuslardan altın ve gümüş elementlerinin toplanmasında kullanılabiliyorlar.
Bununla birlikte, çevresel kirliliğin artması yosunların da tüketilemez hale gelmesine yol açabilir. Özellikle denizlerdeki ağır metal birikimi bu organizmaların yapısını bozabilir. Ancak kısa vadede bazı biyolojik çözümler mümkün: kirli sularda belli tür algleri kullanarak suyu temizlemek, ardından bu organizmaları kontrollü biçimde bertaraf etmek gibi yöntemler üzerinde çalışılıyor. Sorunun kökeninde elbette çevre kirliliği yatıyor; eğer kirletmeseydik bu tür çözümlere gerek kalmazdı.
Bilim insanlarının, biyologların yazacağı ve halkın okuyacağı yazılar, bu bilincin yaygınlaşmasına katkı sağlayacaktır.
Bu noktada, biyoloji okuryazarlığının ve ekosistem bilincinin geliştirilmesi büyük önem taşıyor. Bilim insanlarının, biyologların yazacağı ve halkın okuyacağı yazılar, bu bilincin yaygınlaşmasına katkı sağlayacaktır. Bu süreç zaman alacaktır, belki 5-10 yıl sürecektir ama bir gün mutlaka sonuç verecektir.
Felsefî olarak likenlerin iş birliğini nasıl değerlendirirsiniz? Bu konudaki anlayışınız nedir?
Likenlerin oluşturduğu simbiyotik yapı, aslında bir tür mutualist simbiyozdur. Bu konuya değindiğim ilgili makaleyi yazarken aklımda şu soru vardı: Bu mutualist simbiyozdan biz insanlar olarak ne öğrenebiliriz?
Tıpkı likenlerin birleşerek yeni bir organizma oluşturması gibi, insanlar da farklılıklarını bir araya getirerek ortak bir hedef doğrultusunda iş birliği yapabilirler.
Bu çerçevede, özellikle “kazan-kazan” stratejisi olarak bilinen yaklaşımı göz önünde bulundurarak, likenlerin sunduğu iş birliği modelinin insanlar arası ilişkilerde de bir örnek teşkil edip edemeyeceğini sorguladım. Şu soruyu sormak gerekir: İnsan, likenlerden bir şey öğrenebilir mi? Gündelik hayatındaki sosyal ilişkileri bakımından bu simbiyotik yapıdan bir çıkarımda bulunabilir mi? Elbette neden olmasın. Akıl ve sağduyuya sahip bir birey, farklı yapıların bir araya gelerek nasıl bir bütün oluşturduğunu gözlemleyip bunu kendi hayatına uygulayabilir. Tıpkı likenlerin birleşerek yeni bir organizma oluşturması gibi, insanlar da farklılıklarını bir araya getirerek ortak bir hedef doğrultusunda iş birliği yapabilirler.
Hepimiz biyolojik olarak birbirimizden farklıyız; ancak aynı zamanda pek çok ortak yönümüz de mevcut.
Bu noktada önemli olan, farklılıkları anlamak ve onlarla sağlıklı bir şekilde bir arada bulunabilmektir. Hepimiz biyolojik olarak birbirimizden farklıyız; ancak aynı zamanda pek çok ortak yönümüz de mevcut. Ne yazık ki günümüzde hâlâ, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı bölgelerinde siyahi bireylerin toplum içinde ikinci sınıf olarak görüldüğüne tanıklık edilebilmektedir. Hukuki olarak olmasa da sosyal yaşamda bu tür ayrımcılıklar hâlen mevcuttur.
Bu nedenle, farklı olanı dikkate almak, onu anlamaya çalışmak, empati kurmak ve etik temelli bir yaklaşım geliştirmek çok değerlidir. Likenler bize, bu tür bir iş birliğinin, yaşam birliğinin mümkün olduğunu gösteriyor. Birlikte bir “liken” oluşturma ihtimali belki her zaman gerçekleşmeyebilir, ancak bu yönde çaba göstermek toplumsal barış ve ilerleme açısından önemlidir. Bahsi geçen makalede bu düşünceleri teorik bir zemine oturtmaya çalıştım. Elbette bunları pratiğe dökmek kolay değildir, uygulamada çeşitli zorluklarla karşılaşılabilir. Ancak denemeye değer olduğunu düşünüyorum.
Çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.