Ruhsal rahatsızlıklara sosyal kuramlar yönünden geliştirilebilecek yeni görüşlerin varlığı, ruhsal rahatsızlıkların bir beyin hastalığı olduğuna işaret eden verilerin ya da tedavi seçeneklerinin tıbbi imkanların önemli gelişmeler katedilmiş olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesini gerektirmez.
Günümüzde ruh sağlığımızla ilişki sayılan hastalıkların sınıflandırmaları kalın kalın kitaplarda yüzlerce başlık altında yapılmaktadır. Ancak antik zamanlarda sadece 2 ruhsal bozukluk tanımlanmıştır; ÇILGINLIK ve EPİLEPSİ. İlkçağ insanından günümüz modern insanına uzanan yolda insanın kendiliğini, ruhunu ve var oluşunu anlamaya olan çabası Freud’dan çok daha önceleri de var olan ve devinimine devam eden bir uğraştır. Aradan geçen bu uzun zamanda neler olup bittiğine göz atmakta fayda var.
Günümüzün post-modern dünyasında ruhsal hastalıklar arttı mı ya da hastalık tanımlamalarını mı arttırmaktayız? Zaman içerisinde psikiyatrik tanı ve tedaviler daha rasyonel bir noktaya mı evrilmekte yoksa insancıl bir yaklaşımdan uzaklaşmakta mıdır? Psikiyatrinin yetki sınırları nerede başlar, nerede biter? Artık hepimiz “deli” miyiz? Deli, hasta, çoğunluk, normal ve benzer kavramların tanımlamasında ortak bir dile ne kadar sahibiz? Psikiyatri uzmanlığının ilgi alanı içindeki rahatsızlıklar nasıl ortaya çıkmaktadır ve modern bilim bu konuda ne kadar açıklayıcıdır? Bu rahatsızlıkların belirleyicisi doğa mıdır, çevresel etmenler midir? Bunları biyolojinin yöntemleriyle mi anlamaya çalışmalıyız, insan bilimlerinin yöntemleriyle mi?
Psikiyatri tarihi farklı okumalara açık bir alandır
Psikiyatri tarihi, kronolojik sırada arka arkaya dizilen bilimsel başarıların günümüze kadarki sürecinin anlatıldığı bir başarılar dizgesinin dışındadır. Alanın tarihini ve gelişimini değerlendirirken, büyük tartışmaların olduğu ve birbirlerine zıt kutuplar oluşturan farklı anlayışların olduğundan da söz etmek gerekmektedir. Bu açıdan belki de eleştirel süreçlerin ve karşıtlıkların en yoğun yaşandığı dönem 1960’lardır.
60’larda ne olmuştur? Psikiyatri kavramının önüne gelen ANTİ sözcüğü bir ön ekten ibaret bir şey midir yoksa temelinde değişik anlamlar mı barındırır? Temelden beri süre gelen biyolojik yöntem mi ya da insan bilimlerinin yöntemlerini mi kullanmalıyız tartışmaları niçin bu dönem yeni bir akımın doğuşuna sebebiyet vermiştir?
Dünyadaki politik, ekonomik ve sosyal değişiklikler; psikiyatride hekim-hasta ilişkisinin insancıl doğasındaki yetersizlikler ile depo hastanelerde yaşanan olumsuzlukların varlığı 1960’larda anti-psikiyatri akımının doğmasına sebebiyet verir.
1960’lı yıllardaki toplumsal altüst oluş, daha fazla özgürlük talep eden öğrenci hareketleri ve kültür devrimi, toplumsal dönüşüme ve iyileşmeye koşut olarak, artık bir akıl hastası deposu olarak kullanılmaya başlanan psikiyatri klinikleri, çoğunlukla toplu yerleşim birimlerinden epey uzakta, sanki diğer “normal (!)” insanları varlıklarıyla rahatsız etmesinler diye kalın ve yüksek duvarlar ardına “hapsedilmiş” akıl hastalarının içler acısı durumu ve tüm bunların toplumsal dönüşümün gündemine girmesi gerekliliği gibi dönemin toplumsal arka planındaki olayları akımın doğmasına sebebiyet veren ön koşullar olarak nitelendirilebilir. Akımın doğuşunun dönemin koşullarının bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. Akımın temelleri felsefeye dayanır. “Deli” kavramının tanımına ihtiyaç duyar ve “Normal bireyin varlığının çoğunluktan yana olmayla var olup olmadığı” gibi sorulara cevaplar üretmeye çalışır. Akımın temel tezi, “psikiyatrik hastalığın tıbbi olmadığı aksine toplumsal, siyasal bir fenomen olduğu” biçiminde ifadelendirilebilir. Esin kaynakları Thomas Szasz ve Michel Foucault’nun fikirleridir. Anti-psikiyatriye ilk tanımlamayı getiren David Cooper olmuştur. İngiltere’deki en önemli temsilcisi Robert David Laing, İtalya’da ise Franco Bassaglia’dır.
Akımın temel tezi, “psikiyatrik hastalığın tıbbi olmadığı aksine toplumsal, siyasal bir fenomen olduğu” biçiminde ifadelendirilebilir.
Böyle bir dönem içerisinde 1967 yılında “Anti-psikiyatri” tanımını yaparak akımın resmi başlangıcını David Cooper yapar. Kapitalist sisteme karşıt bir mücadele alanı olarak görüşünü ortaya koyar Cooper ve delilik politik muhalifliktir gibi söylemler sarf eder. Şizofreniyi kapitalist toplumun bir ürünü olarak tanımlayıp, psikoz yerine sosioz terimini kullanır. Normal ve norm kavramlarını sorgular. Bir tıp alanı olarak psikiyatrinin insanları düzenin normlarına sokmaya yarayan ideolojik bir aygıt olduğunu ileri sürer.
Foucault modernitenin, iktidarın düzene sokucu, yola getirici niteliğini eleştirmiştir. Tıbbın tarih boyunca hikmeti kendinden menkul sayılagelmiş otoritesi de bu eleştiriden nasibini alır. Michel Foucault “Deliliğin Tarihi” kitabında ruh hastalığını, doğa bilimsel değil toplumsal ve kültürel bir buluş olarak sunmuş ve tüm bu kavramlar ve uygulamaların iktidar söylemlerini yansıttığını ifade etmiştir.
Thomas Zzasz “Akıl Hastalığı Miti” kitabında psikiyatrik hastalık nosyonunu bilimsel açıdan anlamsız, toplumsal açıdan da zararlı olarak tanımlandırır. Szasz’a göre orta çağda büyücülüğün üstlendiği kutsal işlevi modern dünyada akıl hastalığı üstlenmektedir ve özetle “Psikiyatri yoktur” diye görüşünü temellendirir.
Ronald Laing, şizofreniyi “tehlikeli” insanların sahne dışına atılması olarak yorumlamıştır. Şizofreni ve benzeri psikozların organik kökenli olmadığını, daha da önemlisi hastalık olmadığını iddia eder. Aksine kendine yabancılaşmış bireyin iyileşme sürecindeki basamaklardan biri olarak tanımlar. Kendi tabiri ile otorite tarafından damgalanmış bireyleri İngiltere’de kurduğu hasta bakım evlerinde bir araya toplayıp küçük şizofreni komünleri oluşturmuştur.
Anti-psikiyatri akımının argümanlarını kuramdan hayata geçiren Basaglia, 1100 kişilik bir akıl hastanesini kademeli olarak kapatmış, yerine otonom mahalleler kurmuş, dört duvar arkası yerine insan ilişkilerinin iyileştiriciliğini benimsemiştir. Ayrıca, psikiyatrik kontrolün, sınıfsal aygıtın kontrol araçlarından birisi olduğu tezinden hareketle, o dönem sıkça kullanılan, lobotomi, EKT, insülin koması gibi uygulamalara karşıt tavrı almıştır. Çalışmalarındaki esas mantık, hastalığın bireysel değil toplumsal olduğudur ve iktidar ilişkilerinin üreteci olan ana akım psikiyatrinin ciddi biçimde eleştirilmesi gerekliliğine inanmasıdır.

Anti-psikiyatri akımının hastalıkları kavramlaştırma da kullandığı model, yeterli bilimsel kanıt ortaya koyamamış ve çok hızlı bir şekilde gelişmekte olan sinir bilimi alanındaki gelişmelerle birlikte güncelliğini zamanla kaybetmiştir. Akımın amacını tıp etiğiyle bütünleştirdiğimizde çocuksu bir romantizm diyerek kestirip atamayacağımızı rahatlıkla görebiliriz. Psikiyatrinin kadir-i mutlak, alim-i mutlak konumu; ilgi alanı içindeki rahatsızlıkları hastalık modeli içinde ele alıp nedenleri, tanı ve tedavileri üzerinde nihai sözü söylerken sergilediği otorite gibi konuların etik bağlamda tartışmalarının devamlılığının sağlanması gerekliliği yadsınamaz bir gerçekliktir. İnsanın bütün ruhsal acılarını, sıkıntılarını tıbbi model içinde ele almanın, etik sorunları bir yana, düpedüz bir yöntem hatası olabileceğini, beyin bilimlerinin araştırmalarından çıkan sonuçların günlük hayatın bütün sıkıntılarını anlamaya yetmeyeceği gerçekliği de bir diğer açıdan önümüzde duran sorun kümelerini oluşturmaktadır.
Anti-psikiyatri akımının hastalıkları kavramlaştırma da kullandığı model, yeterli bilimsel kanıt ortaya koyamamış ve çok hızlı bir şekilde gelişmekte olan sinir bilimi alanındaki gelişmelerle birlikte güncelliğini zamanla kaybetmiştir.
Ruhsal rahatsızlıklara sosyal kuramlar yönünden geliştirilebilecek yeni görüşlerin varlığı, ruhsal rahatsızlıkların bir beyin hastalığı olduğuna işaret eden verilerin ya da tedavi seçeneklerinin tıbbi imkanların önemli gelişmeler katedilmiş olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesini gerektirmez. Bir açıdan da farklı bakış açılarının birbirlerinden bağımsız olarak ürün vermeye devam edişinin nedenini, psikiyatrinin ilgi alanı içindeki rahatsızlıkların çok geniş bir yelpazeye yayılmış durumda olmasına ve tıbbi modele tamamen uyan rahatsızlıklar ile en azından bugünkü bilgi birikimi ile- tıbbi model içinde ele alınması eksik ya da yanlış olacak rahatsızlıkların da psikiyatrinin ilgi alanı içinde yer almasına bağlamak söz konusu olabilir. Bunlarla birlikte bu eleştirel akımın tanı, bakım ve tedavi sorunlarına dikkat çekmede, psikiyatrinin “kendine çeki düzen vermesi”ne ve insancıl doğasını hiçbir zaman unutmaması gerektiğini hatırlatmada önemli katkılar sağladığını söylemek gerekmektedir.
Kaynakça
Babaoğlu, A. (2002) Psikiyatrinin Tarihi Okuyan Us Yayınları.
Foucault, M. (1965). Madness and civilization: a history of insanity in the age of reason. New York, Pantheon Books.
Laing, R.D. (1960) The Divided Self: An Existential Study in Sanity and Madness. Harmondsworth: Penguin.
Szasz, T. (2007) Deliliğin İmalatı Yerdeniz Yayınları.
Szasz, T. (2012) Psikoterapi Miti Goa Yayınları.
Szasz, T. (2013) Yalanlar Bilimi Psikiyatri Aylak Yayınları.