Felsefe kendisini yeniden inşa ederken kendi çağının felsefi gereksinimlerinden ve felsefe tarihinin doruk noktasında bulunan felsefe hareketinin mirasından hareketle kendisini ‘gerçekliğin ve geleceğin felsefesi’ olarak yeniden kurar.
Çağımız büyük değişimler, baş döndürücü devasa değişimler çağıdır. İnsanlık kendisini bugün ancak ilk belirtilerini gördüğümüz bir biçimde yeniden örgütlemektedir. Çağdaş filozoflardan Otfried Höffe, 1983 yayınladığı “Kant” kitabında “Aydınlanmacı hareket artık geçmişte kalmıştır” der. Modern felsefe tarihsel işlevini tamamlamıştır ve kendisini ‘gerçekliğin ve geleceğin felsefesi’ olarak yeniden kurma görevi ile karşı karşıyadır. Felsefe kendisini hep gerçekliğin ve geleceğin felsefesi olarak kurar. Höffe’nin bu belirlemesi elbette Aydınlanmacı hareketin felsefesi olan ‘modern felsefe’ için de geçerlidir. Descartes ve Hobbes, Spinoza ve Leibniz, Locke ve Hume, Smith ve Kant, Fichte ve Hegel gibi büyük isimlerle ilişkilendirilen Aydınlanmacı felsefe artık geçmişte kalmıştır. Fakat bu, Aydınlanmacı fikirlerin de, modern felsefenin temel düşüncelerinin de bir bütün olarak geçmişte kaldığı, felsefenin ve insanlığın yeniden inşâsı için anlamsızlaştığı anlamına gelmemektedir. Felsefe kendisini yeniden inşa ederken kendi çağının felsefi gereksinimlerinden ve felsefe tarihinin doruk noktasında bulunan felsefe hareketinin mirasından hareketle kendisini ‘gerçekliğin ve geleceğin felsefesi’ olarak yeniden kurar. Bu yeniden kuruluş tüm felsefe tarihinin yaratmış olduğu mirasın, hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin dışarıda bırakılmadan yeniden işlenmesi anlamına da gelir. Felsefe kendisini ‘gerçekliğin ve geleceğin felsefesi’ olarak yeniden kurarken gerçekliğin bir kavramını sunar ve böylece eylemliliği mümkün kılar. Eylem hep şimdiki zamanının sınırında, şimdiki zamanın ötesine geçen ve bu nedenle geleceğe atılan adımdır. Felsefe gerçekliğin bir kavramını sunmakla geleceğin bilinçli bir inşâsını da mümkün kılar.
Modern çağ büyük imparatorlukların çöküşüyle serbest bırakılan ulusların kendilerini ulusal devletler olarak inşâ etmesiyle oluşmuştur. Bu, modern ekonominin temelini oluşturan kapitalist üretim biçimi üzerinde şekillenen piyasa ilişkilerinin geliştirilip düzenlenmesi bakımından bir olmazsa olmazdı. Ama tüm insanlık çapında gözlemlenen bu yönelim, insanlığın kendisini bir bütün olarak bilinçli bir şekilde yeniden inşâ edebilmesi için de bir önkoşuldu. Fakat modern çağda ulusların kendilerini örgütleme biçimi öncelikli olarak ekonomik ve politiktir. Kant’ın insanlığın kalıcı iç barışı için devletler federasyonu önerisi bu nedenle ancak modern çağda mümkün olan bir öneridir. Fakat uluslar Marx’ın tanımladığı gibi öncelikli olarak bir kültürel oluşumdurlar ve bunun kavramın en geniş anlamında alınması gerekmektedir. En temelde kültürel bir oluşum olarak ulusların kendilerini insanlık içinde örgütleme ve ifade etme biçimleri artık farklı formlar almaktadır. Modern çağda uluslar kendilerini gerekirse “etnik temizlik” yöntemiyle “homojen ulusal” uluslar olarak inşâ etmeye çalışmıştır. Her ulustan insanların kendilerini kendileri olarak görebilmelerinin koşulu diğerlerinin varlığıdır. Fakat modern çağda uluslar diğerlerini kendilerinden kovmuştur.
Fakat Stoacılardan beri ancak bir “rüya” olarak kalmış olan insanlığın kendi iç bütünlüğünü oluşturması ve birliğini örgütlemesi durdurulamaz bir şekilde ilerlemiştir. Dün modernliğin inşâsı sürecinde kovulan diğerleri, bugün değişen ekonomik ve politik koşullarda geri dönüyor. İnsanlığın iç örgütlenmesi daha dinamik bir hal alıyor. Kültürel birlik olarak uluslar kendilerini dünya çapında birbirinin içine geçmiş ağlar olarak yeniden örgütlüyor. Bu doğal olarak ulus ve insanlık kavramının çok daha dinamik bir birlik olarak yeniden kurgulanmasını şart koşmaktadır. Stoacı Zenon ayrı ayrı anayasaları olan ulusların, tek bir anayasa altında birleştirilip insanlığın iç birliğinin oluşturulmasını önermişti. Bu önerinin elbette antik çağda gerçekleşme koşulları yoktu. Fakat bugün insanlığın bir bütün olarak sunmuş olduğu tablo, insanlığın iç bütünlüğünün nasıl oluştuğuna dair önemli emareler içermektedir.
Dün modernliğin inşâsı sürecinde kovulan diğerleri, bugün değişen ekonomik ve politik koşullarda geri dönüyor. İnsanlığın iç örgütlenmesi daha dinamik bir hal alıyor.
Ortaya çıkan yeni durum felsefenin tüm kavramlarını yeniden gözden geçirmeyi ve felsefenin sistemini yeniden kurgulamayı şart koşmaktadır. Bu kavramların başında dünya, insan ve insanlık kavramları gelmektedir. Tüm ulusların dünyanın her tarafında birbirlerinin içine geçtiği, tüm ulusların birbirine içkin hale geldiği 21. yüzyıl toplumunu kavramlaştırabilmek için düşünce ve felsefe tarihinin sunduğu ‘insanlık’ kavramının anlam tarihini, belki de Kant’tan hareketle yeniden düşünmek ve kurgulamak gerekmektedir.
Modern kapitalist koşullarda özel mülkiyet ve rekabetle iç içe geçen ulusları birbirlerinin içinde birbirlerine karşı birer “cemaat” olarak örgütlemeye zorluyor. Bu nedenle 21. yüzyıl insanlığını toplumsal varlığın ontolojik alanı olan üretimden hareketle bir bütün olarak yeniden düşünmek gerekmektedir. Bunun için Marx’ın Fransa’da İç Savaş adlı eserinde betimlemesini yaptığı ve tüm insanlık için bir örgütlenme modeli sunan, tüm insanlığı dünyada ortak bir varlık olarak komünlerin birliği olarak örgütlemeyi model olarak geliştirmiş olan “Paris Komünü”nün incelenmesi iyi bir başlangıç olabilir.