Artık yanlış bilmek, hayatta kalma şansınızı değiştirmiyor. Bilakis, bunu pazarlayabilecek bir mecra bulabilmek, günümüz şartlarındaki “hayatta kalma” konusunu kolaylaştırabilir.
Yazar: Dr. Tevfik Uyar
Uçak Mühendisi, Bilimkurgu Yazarı, Bilim İletişimcisi, Senarist
Günümüzde bilgi çağı güzellemeleri yapılırken artık en kıymetli şeyin bilgi olduğu, bilginin en pahalı meta haline geldiği söyleniyor. Bundan on yıl evvel ben de böyle düşünüyordum. Hatta bundan on yıl öncesinde sosyal medyaya da güzellemeler yağdırıyorduk: Artık herkes doğru bilgiye hızla erişiyor, bilgi üretimi tekel olmaktan çıkıyor, vatandaş gazeteciliği sayesinde eşik bekçiliği sona eriyor hatta devrimler bile Twitter’dan ateşleniyordu. Ama tıpkı telgrafın icadı sonrasında “tüm iletişim problemleri hallolacağı” için savaşların çıkmayacağını düşünme iyimserliğinin ve hayalinin suya düşmesi gibi (daha sonra telgraf sayesinde cepheler genişledi ve 1. Dünya Savaşı mümkün oldu), günümüzün bilgi dünyasında da bu iyimser havanın çabuk dağıldığını görüyoruz.
Aslına bakarsanız geçmişte bilgi daha değerliydi. Jared Diamond “Düne Kadar Dünya” adlı kitabında avcı toplayıcı yaşayışlı kabile üyelerinin sürekli ama sürekli konuştuklarını, yanlarında uyumanın mümkün olmadığını zira konuşmadan durmadıklarını söyler. Elbette bu konuşulanlar genelde deneyim parçalarıdır. Öyle bir dünyada doğru bilgi hayatidir. Yanlış bir yere girerseniz aslanlara yem olur ya da düşman kabilenin mızrağı içinizden geçer. Yanlış bir meyve yerseniz zehirlenir, doğru panzehiri bulamazsanız ölürsünüz. Keskin kayaların bitki örtüsü altına gizlendiği bir yerde yürürseniz antibiyotiksiz bir dünyada basit bir enfeksiyon sebebiniz olabilir. Kısacası çevrenizi bilmek, etrafınızda devinip duran yaşamı tanımak, hayatta kalmakla eşdeğerdir. Çevreniz hakkındaki her türlü doğru bilgiyi onu bilen kişilerden dinlemek zorundasınızdır.

Günümüz dünyasında düşmanlarla çevrili ve tehlikelerle dolu bir doğada yaşamanın dertlerinden büyük ölçüde kurtulduğumuz ya da ticaret sayesinde bu konularda bireysel çaba sarf etmekten azade olduğumuz için, artık dertlerimiz daha başka. Açıkçası bu durum tarım devrimiyle ortaya çıkıp, bu sayede de beslenme, avlanma derdine düşmeyen, maaşlı uzmanların yetiştirilmesini sağladı ve nihayetinde bilgi, akıl ve teknoloji birleşimiyle önce sanayi devrimi sonrasında da “bilgi devrimi” yaşandı…
Ancak nasıl ki sanayi devriminin tüketim kültürü, küresel iklim değişikliği, onulamaz kirlilik gibi bir takım yan etki ve sonuçlarını ön göremediysek, bilgi devriminin başında da bunları göremedik ve kimbilir daha nicelerini göremiyoruz.
Yanlış bilginin ölümle sonuçlandığı ve bu nedenle hakikatin çok kıymetli olduğu ilk dalga toplumlarından, hakikatin gündelik yaşamla bağlantısının koptuğu hakikat-sonrası (post-truth) dönemine geldik.
Çünkü artık yanlış bilmek, hayatta kalma şansınızı değiştirmiyor. Bilakis, bunu pazarlayabilecek bir mecra bulabilmek, günümüz şartlarındaki “hayatta kalma” konusunu kolaylaştırabilir. AIDS inkârcılığı ile ön plana çıkabilir, Düz Dünya iddiasıyla şöhret kazanabilir, aşı karşıtlığıyla alternatif tıp ürünlerinizi pazarlayabilir, Lozan’ın 100 yıllık ömrü olduğu iddiasıyla politik kitlenizi hizalayabilir ve gücünüzü pekiştirebilirsiniz. Öte taraftan tüm bunlara inanarak başkalarının bilmediği gizli bilgileri biliyor olma hissiyle iyi bir eğitim alma imkânlarına sahip olmaktaki dezavantajlı konumunuzu değiştirebilir ya da “doğru” bilgiye erişmenin zahmetsiz bir yolunu bulduğunuzu düşünebilirsiniz.
Bilgi Çağı paradoksu ve bilgi kalitesi
Bilginin erişebilirliğinin artmasıyla birlikte doğru bilginin hızla tedavüle gireceğini sanıp yanılanlardansanız yalnız değilsiniz. Bildiğim kadarıyla bügünü tahayyül eden hiçbir düşünür ve yazar, bunun bu kadar kendiliğinden olacağını öngörmedi. Elbette yanlış bilginin özellikle iktidar elitleri tarafından üretildiğini resmeden distopya yazarları ya da fikir insanları oldular. Ama tekrar vurgulamak isterim ki hakikatten “kendiliğinden/gönüllü” bir çaba ile uzaklaşma arzusunun bu denli şiddetli olabileceğine kimse ihtimal vermedi.
Aslında internetin yanlış bilginin yayılmasını katalize edebileceğinin ilk sinyalleri, e-posta gruplarıyla birlikte ortaya çıkmıştı[1].
Ancak internetin bu derece yaygın kullanılmadığı zamanlarda e-posta gruplarının etkisi sınırlıydı. Üstelik sadece nispeten eğitimli bir kitle tarafından kullanıldığından yanlış -ve şaşırtıcı- bilgiye teveccüh az oluyor ya da en azından yankı odaları henüz oluşmadığından bu bilgileri düzelten birileri oluyordu. Örneğin o yıllarda benim annem, babam, dayım gibi bir önceki kuşağın internet erişimi yoktu ve buna ihtiyacı da yoktu. Şimdi her birinin birer Facebook hesabı ya da üyesi olduğu Whatsapp grupları var ve hiç maruz kalmadıkları kadar bilgiye ama özellikle de yanlış bilgiye maruz kalıyorlar.
Hakikatten “kendiliğinden/gönüllü” bir çaba ile uzaklaşma arzusunun bu denli şiddetli olabileceğine kimse ihtimal vermedi.
Bilgi çağı hakkındaki yanılgıların başında elbette “bilgiye erişimin artmasını” tek taraflı yorumlamak geliyor. Eğer bilgi, devasa bir kütüphane ya da örgütlenmiş bilenler tarafından üretilmeye devam etseydi ve buna erişim imkânı ve isteği olan kişi sayısı artsaydı, iyimserlik yerinde olabilirdi. Ancak bilgiye erişen kadar bilgiyi üreten kişilerin sayısı da arttı. Geçmişteki yazılı, sesli ve görsel yayınlar sınırlı bir kitle tarafından belli bir kalite şartı ve sorumluluk hissi/mecburiyeti ile üretilirken, bugün herhangi birisi yazılı, sesli ve görsel bilgiyi herhangi bir mecrada paylaşabilir. Tabii sadece devlet televizyonlarının olduğu ya da özel basın kuruluşları olsa bile sahiplerinin iktidarlarla çıkarlarının olduğu, sansürün âdet olduğu coğrafyalarda doğrunun gizlenmesi ya da propaganda amacıyla yanlış bilginin üretilmesi de yaygındı. Sürecin demokratikleşme olarak değerlendirilmesinin sebebi eskiden doğru bilgi kadar yanlış bilginin de tekel altında olmasından başka bir şey değil. Zira “özgür” üretilen bilginin kalitesi ve güvenilirliği için bir kıstas ya da engel yok.
Vikipedi gibi kolektif bilgi üretim çabalarının aynı zamanda bir kontrol mekanizmasına tâbi olması güvenilirliği sağlasa da binlerce kişinin abone olduğu Telegram gruplarında böyle bir mekanizma söz konusu değil. Bilginin kontrolünün herkese açık olmasının da işe yaramayacağı bir eşik noktasını çoktan aştık: Bugün Twitter’da kendilerine “X haber / Y haber” diyen haber kuruluşu görünümlü, Elon Musk’ın yaptığı değişiklik sayesinde mavi tikini alarak itibarlı bir görüntüye kavuşan ne idüğü belirsiz bir sürü hesap var ve milyonlarca kişi tarafından “haber yaptıkları” zannıyla takip ediliyorlar. Aynı şekilde bilimsel, mimari ya da herhangi bir alanda uzmanlık bilgisi paylaştığını iddia eden ama isimlerindeki uzmanlıkla hiçbir alakası olmayan hesaplar da var. Bu hesaplar özellikle yanlış bilgi paylaşıyorlar, çünkü o şekilde yaptıklarında hem yanlış bilgi hayret verici olduğu için inananlar tarafından, hem de yanlış bilgiyi düzeltmeye çalışan “takıntılı” kimseler tarafından etkileşimleri artıyor.
Algoritmaların azizliği ve zihnin tuzakları
Tamamen size benzer kişilerle birlikte içine hapsolduğunuz, dolayısıyla çıkardığınız sesin biraz değişerek size geri döndüğü, farklı bir fikri duymanızın mümkün olmadığı o odaya yankı odası diyoruz. Bu yankı odaları bizzat sosyal medya mecraları tarafından yaratılıyor. “Tavsiye sistemleri”, sizin takip ettiğiniz kişilere bakarak takip etmek isteyeceğiniz diğer benzer kişileri size gösteriyor. Ve nihayetinde yankı odanızın duvarları kalınlaşmaya başlıyor.

Öte yandan “seçici maruziyet” dediğimiz bir olgu daha var ki o da başka bir tavsiye sisteminin ürünü… Örneğin Youtube’da belli başlı konularda video izlediğiniz zaman, Youtube algoritması sizin neleri sevdiğiniz ve nelerle ilgilendiğinizi öğrenerek size benzer ve hatta daha sansasyonel videolar göstermeye başlıyor. Nihayetinde ezkaza Düz Dünya videosu izleyerek çıktığınız yolda, kendinizi aya gidilmediği, kızamık aşılarının etkisiz olduğu, aslında HIV diye bir virüsün olmadığı gibi düşüncelerle bezenmiş, kaygılı ve paranoyak bir ruh halinde bulabiliyorsunuz.
Elbette bunlar için sadece algoritmaları suçlamak kolaya kaçmak olacaktır. İnsanların hep kendi politik görüşüne sahip insanlarla oturup kalkması, sadece o kitapları okuyup belli başlı gazeteleri takip etmesi yeni değil. Belirli görüşler etrafında birleşip cemaatleşmek de insanlık tarihi kadar eski. Tarihte her zaman gerçek bilgi yerine uydurmaların peşine düşme örnekleri de oldu. Tuhaf ezoterik örgütler, lale soğanı hezeyanı, cadı avları, Güney Denizi balonu… Ancak parmakla sayabileceğimiz bu örneklerden hemen her sene, belki de her ay bir yenisi ortaya çıkıyor diyebiliriz. Facebook yeryüzündeki her kıraathaneden daha büyük, Whatsapp her şehir meydanından daha geniş, İnternet her gazeteden ve kitaptan çok ama çok daha kalın; ve üstelik her yerden erişilebilir vaziyette. Bu nedenle de sadece son 10 yılda palazlanmış, dünyanın aslında düz olduğu, uzaylı kertenkelelerin insan kılığında aramızda gezdiği, uçaklardan dünyayı zehirlemek için spreyleme yapıldığı gibi komplo teorilerine inanan ciddi sayıda insan var.

İnternetin olmadığı bir çağda Dünya’nın aslında düz olduğunu iddia eden ya da HIV diye bir virüsün olmadığı ve AIDS’in uydurma bir hastalık olduğunu iddia eden biriyle karşılaşma ihtimaliniz yok denecek kadar azdı. Ayrıca karşılaşsanız bile, günümüzün bilgisayar başında takılan yalnız insanı olmadığınız için sürekli olarak bu fikre maruz kalmaz, anında fikrin paydaşlarıyla buluşamaz, kahvede ya da aile meclisinde saçma bir fikri dile getirdiğinizde kolektif akılla doğru olmadığına iknâ olurdunuz. Oysa bugün o kişilerle dernek kurup, Zoom üzerinde düzenli toplantılar yapabilir, Youtube’da örgütlenip görüşlerinizin aksini iddia eden bir videonun altında topluca yorumlar yapabilir, bir adım daha ileriye giderek kendi online TV kanalınızı kurabilir, aylık bülten yayımlamaya başlayabilirsiniz.
Asheley Landrum ve Alex Olshansky adlı iki bilim insanının Düz Dünyacılık konusundaki araştırmaları şüpheye yer bırakmayacak şekilde bu düşüncenin bu kadar yaygınlaşmasının ardında Youtube’un olduğunu kanıtlıyor.
Mesela Düz Dünyacılık denilen şey Youtube öncesinde en fazla 3500 kişiye ulaşmış koyu hristiyan bir cemaatin bilimin Tanrı ile çeliştiğinden yola çıkarak ortaya attığı “zetetik astronomi” gibi bir fikirden ibaretti. Bugün hemen her ülkede şubesi olan ve yıllık kongreler düzenleyen garip bir örgütlülük seviyesine ulaştı. Bu kongrelere katılıp düz dünya takipçileriyle mülakatlar yapan Asheley Landrum ve Alex Olshansky adlı iki bilim insanının Düz Dünyacılık konusundaki araştırmaları şüpheye yer bırakmayacak şekilde bu düşüncenin bu kadar yaygınlaşmasının ardında Youtube’un olduğunu kanıtlıyor.
“Don’t Look Up”
Adam McKay’in yazıp yönettiği, Leonardo Dicaprio, Jennifer Lawrence ve Meryl Streep’in oynadığı “Don’t Look Up” filmi içinde bulunduğumuz çağ ile ilgili son derece gerçekçi bir film. Hakikatin internette inşa edildiği ve tamamen popülizme odaklanmış yayıncı ve kitlelerin dünyaya yaklaşan bir göktaşı konusunda bile beceriksiz, duyarsız ve anomik davranarak, nihayetinde dünyayı önlenebilir bir felaket karşısında nasıl yok oluşa sürüklediğini anlatıyor.
Bilgi çağı dediğimiz garabetin tam olarak da böyle bir şey ve olan biteni Jean Baudrillard’ın simülakr ve simülasyon kavramlarını ele alarak yorumlayabiliriz: Baudrillard’a göre, modern dünyada gerçeklik ve temsiller arasındaki çizgi belirsiz hale gelmiştir. İletişim artık tüketilmek üzere var olan ve giderek anlamını yitiren bir simülasyondur. İletişim araçları da gerçek iletişimsizliği mükemmel bir şekilde sergileyen araçlardır. Mesela ekranlar, yaşanan her şeyin yansıtıldığı bir alan olmasına rağmen esas amacı gerçekliği gizlemek ve örtbas etmektir. Kısa bir deyişle, insanlar gerçekleri sadece TV ekranlarında ne varsa o şekilde algılamaya başlarlar. Kitle iletişim araçlarınca resmedilmeyen hiçbir şey, hiç olmamıştır. Zaten kitle iletişimin amacı da her şeyin eskisi gibi bittiği imajını sağlamaktır.
Çok merak ediyorum 1929 doğumlu Baudrillard, orta yaşlarında sosyal medyayı görseydi ne söylerdi? Herhalde gurur duyardı. Zira gerçekten de onun tespitlerinin mislisi şu an sosyal medya simülakrasında şiddetle yaşanıyor.

Sosyal medya hesabı olmayan -ya da yeteri kadar popüler olmayan- bir ünlüyü taklit eden sahte bir hesabın yaptığı açıklamalar, daha sonra düzeltilse bile sonsuza dek akıllarda öyle kalır. Politik olaylar sosyal medyadaki sahte hesaplardan oluşan bindirilmiş kıtalar sayesinde nasıl algılanılması isteniyorsa o tava getirilir. Ekonomi olduğundan daha iyi gösterilebilir, kötü bir olayın bilançosu azaltılabilir, aslında tüm toplumu ilgilendiren bir olay hiç gerçekleşmemiş gibi davranılabilir. Hatta bir takım devlet görevlilerinin sistematik bir şekilde bu çalışmaları yaptırdığı bile ortaya çıkmıştır. Veyahut simülasyon dışındaki her şey, toplumun ilgisine mazhar olmayabilir. Örneğin para aklama ağının parçası oldukları için sosyal medya fenomenleri cezalandırılabilir ama bu ağın sosyal medya dışındaki kısmı hiç sorgulanmayabilir; zira kitleler vicdanlarını sadece simülakradaki kısımla rahatlatabilirler.
Özetle kitlelerin görmedikleri, simülakr dışında kalan olguların bir önemi yok. Hatta görünen o ki insanlar kendilerine yanlış gelen bir mevzuyu eleştirmeden önce sosyal medyanın genel tutumuna bakıyorlar. Simülasyonda neye itiraz etmenin daha erdemli ya da itibarlı olduğu belirleyici olabiliyor.
Özetle kitlelerin görmedikleri, simülakr dışında kalan olguların bir önemi yok.
Sonuç
Jared Diamond’dan yazının başında aktardığım avcı toplayıcılar için iletişim bir hayatta kalma yoluyken bugün bir tüketim nesnesine dönüşmüş durumda.
Dünya yeniden o avcı toplayıcı toplumların yaşadığı riskli çevreye dönmek üzere. Temiz su dahil tüm kaynaklar tükeniyor, iklim değişiyor, salgınlar şiddetleniyor, düşmanlıklar artıyor ve buna paralel olarak savaşlar yaşanıyor. Kaynakların tükenmesi şüphesiz göç dalgalarını, düşmanlık duygularını ve çatışmaları arttıracak.
Eriştiğimiz bilgi seviyesi ve teknoloji bizi yanlış bilginin zararlı etkilerinden ve dolaşım kabiliyetinden korumuyor. Korumak bir yana, teknolojideki ilerleme kendi kuyruğunu yiyen bir yılan gibi tüm önleyici mekanizmaları ortadan kaldırıyor, insanları tek tipleştiriyor. Kaptalizmle özdeşleşmiş bu kısır döngüden çıkması artık imkânsız görünüyor. Nitekim bir çok hastalığın neredeyse kökünü kazıdığımız çağda aşı şemsiyesinden vazgeçiliyor. Kızamık aşıları hedefe oturtuldu ve son 20 yılda hiç olmadığı kadar kızamık vakası ortaya çıktı. Bir yandan simülasyonda başka çıkarlara karşılık geldiğinden kontrolsüz hayvan sayısı artarken diğer yandan kuduz aşıları hedef tahtasının yeni üyesi yapılmaya çalışılıyor. Dünya iklim değişikliği konusunda dönülmez bir noktaya adım adım yaklaşırken iklim değişikliği inkârcıları sosyal medyada alan genişletiyorlar. Bilim ve bilim insanları hem bu kitleler hem de politik odaklar tarafından itibarsızlaştırılıyor.
Garip bir şekilde bilgi çağının karanlık çağ olma tehlikesiyle karşı karşıyayız ve hayatta kalmamızın yolu hakikatin iletişimi konusunda kafa patlatmamızdan geçiyor.
[1] Kendilerini bu yanlışları yine e-posta zincirleri üzerinden düzeltmeye adayan Işıl Arıcan ve Cüneyt Özdaş, nihayet bunu bir web sitesi üzerinden yapmanın daha faydalı olacağı düşüncesiyle 2010 yılında benim de üyesi olduğum Yalansavar’ı kurdular. O dönemde “doğrulama platformu” kavramı henüz yoktu bile. Bu sebeple geriye dönük olarak bakıldığında Türkiye’nin ilk doğrulama platformu sayılıyor.