Hezârfen, ulemanın XVII. yüzyılda düşmüş olduğu perişan durumu anımsatır şekilde sözlerini şöyle bitirmiştir: Kanın bedene lüzumu ve yararı ne denli ise, bozulduğunda zararı da o denlidir; bu nedenle ıslah veya ihraca ihtiyaç doğar.
XVII. yüzyılın önde gelen Osmanlı Âlimlerinden Hezârfen Hüseyin Efendi (Ölümü 1691), Telhîsü’l-Beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân (Osmanlı Saltanatı’nın Kanunlarına Dair Kısa Açıklama) adlı eserinde dönemin ilim âlemi hakkında ilginç bilgiler vermiştir.
Hezârfen, burada ulemanın toplumdaki yerini şöyle belirlemiştir:
Bu sınıf, devletin “dört dayanak”ının (erba‘a-ı rükün) en önemlisidir; insan bedenindeki övülmüş sıvı (hılt) olan kana benzer ve diğer sıvılar da diğer sınıflara karşılık gelir. Kalp, hayvanî ruhun kaynağıdır ve hayvanî ruh, öyle lâtif bir cevherdir ki gayet ince olmasından ötürü bedende kendi başına dolaşamaz, kan onu taşır. Damarlar yoluyla bedenin her tarafında dağılır ve bütün organlara ulaşır. Hiç şüphe yoktur ki beden onunla hayat bulduğu ve ondan yararlandığı gibi, hakikat yolunun (Şeriat’in) âlimleri de, hayvanî ruh yerine geçen “kutsal ilim”i (ilm-i şerîf), kıyas yoluyla ya doğrudan ya da dolaylı olarak yüklenmiş olup, bedenin kısımları makamında bulunan ümmîlere ve avama eriştirir; beden, hayvanî ruhtan yararlandığı gibi, onlar dahi kutsal ilimden yararlanırlar. Hayvanî ruh, bedenin kıvam bulmasına ve devam etmesine sebep olduğu gibi, kutsal ilim dahi toplum ve devletin ayakta durmasına ve devam etmesine sebep olur.
Ancak, ulemanın XVII. yüzyılda düşmüş olduğu perişan durumu anımsatır şekilde sözlerini şöyle bitirmiştir:
Kanın bedene lüzumu ve yararı ne denli ise, bozulduğunda zararı da o denlidir; bu nedenle ıslah veya ihraca ihtiyaç doğar.[1]
Hezârfen’e göre ulema zümresi iki sınıftır:
Birisi, zâhir ulemasıdır; ashâbın yolundan gider: Bunlar, müftü, sultan muallimi, kadı, “re’îs-i kavm” (kavmin reisi), müderris veya “sâhib-i fen” (fen sahibi) olabilir; ya da bunlardan biri olmayıp mülâzemet eder (stajyerlik yapar).
Müftü, ya şeyhülislâmdır ya da değildir; şeyhülislâm olmayanlar kenar müftüleridir. Kadı ise ya kazaskerdir ya da belde kadısıdır. Kavmin reisi, nakîbü’l-eşrâftır.[2] Müderris malumdur; fen sahipleri ise, hekimler, müneccimler ve kâtipler fırkasıdır.
Diğeri ise, sûfî tarikatlarına bağlıdır: Bunlar ya Nakşibendî vâizleridir ya da Halvetîlerdir ve bu iki sınıfa imamlar dahi eklenebilir; onlar da hatipler, mahalle mescitlerinin imamları ve müezzinlerdir. Sıbyan muallimleri de bu zümredendir. Böylece on altı sınıf ortaya çıkar.[3]
Burada ilginç olan birkaç noktaya temas etmek istiyorum:
Öncelikle, XVII. yüzyılın sonlarına doğru [en azından Hezârfen’in nazarında] zâhir ehli olan “âlimler zümresi” ile bâtın ehli olan “sûfîler zümresi” arasındaki çatışma son bulmuş ve bu iki zümre yekvücut olmuş görünmektedir.
Sûfîler Zümresi’nde ise Nakşibendîler ile Halvetîler hâkim konuma gelmiş ve bu ikisi arasındaki mücadele, bir zümre-içi veya sistem-içi çatışma şekline dönmüştür.
Diğer taraftan bugünkü bilimlere benzer çalışmalarla meşgul olanlar ise “sâhib-i fen” olarak isimlendirilen hekimler, müneccimler (yani astronomlar ve astrologlar) ve kâtiplerdir; önceki yayınlarımızda da muhtelif vesilelerle dikkat çektiğimiz üzere, Batı bilim ve teknolojisi ile ilk defa tanışanlar ve bunları ülkemizde yerleştirmeye çalışanlar özellikle bu zümrenin mensupları olacaktır.
İlerleyen satırlarda Hezârfen Hüseyin Efendi de, kendisinden önce gelen bazı gözlemciler gibi, ulemanın takip etmekle mükellef olduğu “ilim yolu”nun bozulmuş olduğuna ve müderrisler ile kadılar arasında yolsuzlukların arttığına dikkat çekmiştir. Meselâ niteliksiz âlim çocuklarının göreve getirildiklerinden ve böylece ilim ehlinin haklarının ayaklar altına alındığından şikâyet etmiştir; hatta iş o kadar kötüye gitmiştir ki “Zamânede ise okumak yazmak vadileri bi’l-külliye metrûk olmuştur”.[4]
Talebenin durumu da çok iyi değildir; buna dair olan bölümde Hezârfen şunları söyler:
“İlim talebesi, derslerini sayıca tamamlamadan mülâzemete gelmesinler (yani görev almak için stajyer olmasınlar); gelirlerse stajyer sayılmasınlar. Saygın kitaplar ne şekilde okuna-geldi ise, o şekilde okusunlar. Üst makamlara atanmak kastıyla kimseye varmasınlar. Ve yetenekli müderrislerden ne miktarda okudular ise, bunu belirten bir belge alsınlar. Yeni müderris belge olmadan onu kabul etmesin… Her medresenin mütevelli ve nazırları kanunu korusun ve kimse kimseden dânişmend (öğrenci) ayartmasın. Müderrisler okuttukları kitapları belgelere (temessüklere) yazsın. Okutmanlar her hafta dört derse girsin ve bu konuda kusuru olan cezalandırılsın.”[5]
Yüksek eğitim kurumu olan medreselerde okutulan kitaplar ise değişmemiştir: Şerh-i Adûd, Hidâye, Keşşâf, Telvîh, Şerh-i Tavâlî, Şerh-i Metâli, Mutavvel, Hâşiye, Tecrîd, Şerh-i Şemsiyye, Isfahânî. Bunların çoğu, tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi dinî ilimlerle ilgili eserler ve şerhleridir.
Bu tanıklıktan da açıkça anlaşılmaktadır ki Batı’da “Bilimsel Devrim”in yaşandığı bir çağda, Doğu’daki yüksek öğretim kurumlarında,
(1) Eğitim “eski düzen” devam etmektedir; okutulan derslerde ve kullanılan kitaplarda herhangi bir değişiklik söz konusu değildir ve
(2) Üstelik “eski düzen”, gerek müderrislerin gerekse talebelerin yolsuzlukları yüzünden olabildiğince bozulmuştur; alınan önlemler bile gidişatı değiştirmeye yetmemiştir.
[Ayrıca hatırlatmak gerekir ki XVIII. ve XIX. yüzyıllarda da medrese sisteminde herhangi bir değişiklik yapılamayacaktır].
Sonuç olarak bedendeki “hayvanî ruh”a toplumda karşılık gelen “kutsal ilim”, görevini artık gereği gibi yapamamaktadır.
Bu tanıklığa sadece Hezârfen’in eserinde rastlanmış olsa, bir yere kadar şüphe ile bakılabilirdi; ancak yukarıda da belirtildiği üzere, XVII. yüzyılda Koçi Bey (Ölümü 1650 civarı) ve Kâtip Çelebi (1609-1657) gibi diğer gözlemciler de buna benzer eleştirilerde bulunmuş ve ilim yolunun bozulduğundan acı acı yakınmıştır.
[1] Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-Beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân, Hazırlayan: Sevim İlgürel, Ankara 1998, s. 196.
[2] Hz. Peygamber’in soyundan gelen kimselerin işlerine bakmakla yükümlü olan görevli.
[3] Hezârfen, s. 196-197.
[4] Hezârfen, s. 203.
[5] Hezârfen, s. 204.