Suç genleriyle ilgili öjenik fikirler onlarca yıldır kabul görmemekte iken yakın zamanda suça dair yeni bir biyolojik yaklaşım ortaya çıktı.
Douglas Starr
Çeviren: Pınar Daylan
1871’de İtalyan suçbilimci Cesare Lombroso kötü şöhretli bir banka soyguncusunun otopsisini yaparken sıra dışı bir şey fark etti. Kafatasının tabanında küçük bir oyuk vardı. Bu özellik, Avrupalılarda nadirdi ancak Cesare Lombroso bunu daha önce alt ırk maymunlar ve Kuzey Amerika’daki bazı alt ırklarda görmüştü. Daha sonra bu keşfini: “İşte buldum! bu kafatasını görür görmez suçluların biyolojik doğasını anladım: İlkel insanlığın vahşi içgüdülerini kendi kişiliğinde yeniden üreten, atalardan kalma bir varlık.” diye yazacaktı.
Böylece “suça yatkın insan teorisi” yani bazı kişilerin biyolojik suçlu olduğu düşüncesi ortaya çıktı. Lombroso’ya göre, biyolojinin tuhaf bir sonucu olarak ilkel atalarının beyin yapısını miras almış olan bu insanlar, evrimsel olarak geriye dönüşü temsil ediyorlardı. Bu kişilerin dürtü kontrolleri zayıftı ve bunlar empati yoksunluğu, gaddarlık ve bencillik sergiliyorlardı. Ayrıca ahlak anlayışları da gelişmemişti. Hastalıklı beyne sahip bu insanlar aynı zamanda maymunlar gibi düşük kaş, büyük çene yapısı ve uzun kollar da dahil olmak üzere suça yatkın fiziksel özellikleri de taşıyorlardı. Lombroso bu konu için “Teorik etik, bu hastalıklı beyinlerin içyüzünü hiç incelemeden üzerlerinden hızlıca geçmektedir.” demişti. Kendisi mahkemelerde suçlu bir kişiyi yalnızca fiziksel özelliklerini gözlemleyerek saptayabiliyordu.
Teori varlığını sürdürüyordu. Yeni evrim bilimleri ve fizik antropolojisinden beslenen “doğuştan suçlu” teorisi, son zamanlarda artış gösteren Avrupa’daki suç oranlarını kolayca açıklıyordu. Sanayileşmenin topluma getirdiği sosyal eşitsizlik ve altüst olmuş ekonomi bir kenara bırakıldığında biyoloji her şeyi açıklıyordu.
Günümüz araştırmacıları suçun biyolojik kökenlerini araştırmak için üç ana alanı inceliyor: nüfus çalışmaları, beyin taramaları ve genetik analizler.
Bütün bunların arasında, Charles Darwin’in kuzeni Francis Galton öjenik terimini ortaya atarak suça yatkın insanları tanımlamaya yarayan bir alan oluşturdu. Yüzlerce zalim insanın fotoğrafını toplayıp suçlarına göre sıraladı ve banka soyguncusu, yankesici gibi kişilerin her birinin robot resmini oluşturdu. Daha sonra bunların hepsini üst üste koydu ve sonunda kalın kaşlı ve bulanık gözlere sahip bir usta suçlu profiline ulaştı.
Birçok kişi bu yeni evrim ve miras anlayışının, suçu daha başlamadan durdurabileceğini öne sürdü. Fransız suçbilimci Maurice de Fleury, doğuştan suçluların yasal bir şekilde çiftleşme havuzunda yok edilmesi gerektiğini savundu: Bu canavarların, karanlık yaratıkların, bu kâbus larvaların nefes almasına izin vermek gerçekten de insani bir davranış mı?
Bu düşünce şeklinin ne kadar korkunç olaylara yol açtığı yaygın olarak bilinmektedir ki Nazi kampları da insanları sınıflandırmanın bir sonucuydu. Ancak 1960’lı yıllara gelince bilim insanları suçun genetik nedenlerini belirlemeyi umarak bir kez daha bu konu üzerinde çalışmaya başladı. Bu kez yüksek güvenlikli bir akıl hastanesindeki İskoç mahkumların kan testlerini inceledikten sonra “XYY Kromozomu Teorisi” ile ortaya çıktılar:
“Sıradan erkekler XY kromozomuna sahipken, şiddet uygulayan erkekler genellikle XY yerine XYY kromozomuna sahiptir. (Fazladan Y kromozomu 197 tutuklu arasından 8’inde görüldü)” teorisi ortaya atılmıştı.
Bu teori 1976’da uluslararası bir bilim ekibi tarafından çok daha büyük bir çalışmayla çürütülene kadar popülerliğini korudu. Böylece XYY Teorisi, Jukes çalışmasının da dahil olduğu bilimsel rezaletler arasına katıldı. 1877’de yayınlanan Jukes çalışması geniş bir suçlu ailesinde genetik bir bağlantı olduğunu öne sürüyordu ancak daha sonra çalışmada yer alan kişilerin aslında hem aynı aileden olmadığı hem de suçlu olmadığı ortaya çıktı. Bir diğer bilimsel rezaletlerden biri olan Kallikak çalışması ise, takma adlı bir ailenin birkaç kuşak süren zekâ gerililiğinin izini sürmeyi iddia ediyordu. Bu da çürütüldü ancak o zamana kadar ABD Göçmenlik Bürosu bu iddiayı bazı istenmeyen kişilerin dışlanmasını haklı çıkarmak için kullanmıştı.
Bütün bu asılsız çalışmalardan sonra bilim insanlarının suça dair biyolojik bir dayanak bulma çabalarından vazgeçildiği düşünülebilir ancak öyle olmadı. Geçtiğimiz yıllarda bilimde bir yenilik ortaya çıktı: Bazı erkekleri doğası gereği şiddete eğilimli yapan bariz bir ‘savaşçı gen.’

Günümüz araştırmacıları suçun biyolojik kökenlerini araştırmak için üç ana alanı inceliyor: nüfus çalışmaları, beyin taramaları ve genetik analizler. Nüfus çalışmaları, dikkate değer bağlantılar bulmak amacıyla çok sayıda insanı inceler. Örneğin 1984’te psikolog Sarnoff Mednick Danimarka veri tabanına erişti. Bu veri tabanında, arasından bazılarının suç işlemiş olduğu 14.000’den fazla evlatlık çocuk yer alıyordu. Mednick mülkiyet suçlarından hüküm giyenlerin çoğunun biyolojik suçlu bir babaya sahip olduğunu ve bu kişilerin evlat edinilmiş suçlulardan iki kat daha fazla olduğunu ortaya koydu. Bu oran devamlı suç işleyenlerde daha da yüksekti. Dolayısıyla Mednick, biyolojik ebeveynlerin biyolojik çocuklarına kendilerinde bulunan, onları suç işlemeye daha yatkın hale getiren, bazı faktörleri aktardığı sonucuna vardı. Aynı zamanda bu bağlantının, cinayet ve saldırı gibi şiddet içeren suçlar için geçerli olmadığı bilgisine de ulaştı.
Başka araştırmacılar ise kalıtımın benzerliklerini araştırmak için ikizler üzerinde çalıştı. Danimarka’daki ikizlerin verilerini inceleyen bilim insanları tek yumurta ikizleri arasında diğerlerine kıyasla çok daha güçlü bir bağlantı buldu. Danimarka ikiz verileri üzerinde çalışan Virginia Üniversitesi’nden Psikolog Irving Gottesman’a göre bu, doğuştan suçluların var olduğu anlamına gelmiyor ancak görüldüğü kadarıyla kalıtım, olasılıkların belirlenmesinde rol oynuyordu.
Evlatlık ve ikizler çalışmaları etkileyiciydi ancak çoğunun oldukça temel bir hatası vardı: Davranışları incelemek ve onları oluşturan faktörleri geçmişe dönük araştırmak. Mahkeme kayıtlarına ve insanların belleğine güvenerek muğlak ve çoğunlukla hatalı verilerle başlanıyordu.
Çok sayıda insanı uzun bir süre boyunca takip ederek, büyük miktarda veri toplayarak ve davranışları gelişim aşamasında gözlemleyerek daha iyi sonuçlar elde edilebilir. Duke Üniversitesi’nden Avshalom Caspi ve Terrie Moffitt bu şekilde boylamsal bir çalışma yürütüyorlardı. Dunedin sakinlerini 40 yılı aşkın süredir ziyaret eden psikolog ekibi deneklerine dair çok sayıda fiziksel ve psikolojik verilerin izini sürdüler. Bunun sonucunda 3 yaşındaki çocuklarda öz kontrol değerlendirmelerinin 30’lu yaşlarında suçlu olup olmayacağını öngörebildiğini gösteren bir bulguya ulaştılar. Bu sonuca erken çocukluktan yetişkinliğe kadar takip edilen 1000’den fazla kişinin verileri aracılığıyla ulaşabildiler.
Suçun biyolojik dayanaklarını araştırmanın bir diğer yöntemi metabolik beyin taramalarını içerir. Metabolik beyin taramaları, beyni eş zamanlı olarak takip eden PET tarama teknolojisinin gelişmesiyle mümkün olmuştur. Örneğin bu yöntemle yapılan bir test kişiye ekranda belirli bir harf göründüğünde butona basmak ve beynin hangi alanlarının aydınlandığını izlemek gibi tekrarlayan bir görev vermeyi içerebilir. Bilim adamları bu teknolojiyi katil ve psikopatların aktif beyinlerini taramak ve normal beyin aktivitesine sahip olan insanlarla kıyaslamak için kullanıyor. Çarpıcı sonuçlardan biri: Psikopatların beyinlerinde, motor becerilerinin kontrol işlevinin merkezi olan prefrontal korteks, amigdala adı verilen daha ilkel ve dürtü güdümlü kısımdan gelen sinyalleri yeterince düzenleyememektedir. Bu deneysel çıkarım, psikopatlar yanlış bir şey yapmak üzere olduklarını bilmelerine rağmen bu dürtüye direnecek sinirsel ağlardan yoksundurlar.
Genetik araştırmalar en çok tartışma yaratan türdür. 1978’de ailesindeki erkeklerin son derece şiddete eğilimli olduğu bir kadın, Nijmegen Üniversitesi’nden klinik genetikçi Han Brunner’dan bazı genetik testler uygulamasını istedi. Brunner bunu kabul etti ve böylece 15 yıllık bir keşifsel araştırma başlattı. Bu araştırmayla erkeklerin birkaç kuşağının izini sürdü, davranışlarını kategorize etti ve kan örneklerini aldı. Hepsinin özellikle bir geninde bozukluk olduğunu buldu. Bu gen gerginlik ve tetikte olma ile ilişkili nörotransmitterleri parçalayan bir enzim olan MAOA’yı kodluyordu. Brunner bu genin yokluğunun nörotransmitterlerin birikmesine yol açarak biyokimyasal bir tetikleyici oluşturabileceği şeklinde bir teori (Brunner Sendromu) ortaya koydu.
Başka bilim insanları bu teoriyi MAOA geni olmayan laboratuvar fareleri yetiştirerek test ettiler. Bu kemirgenler, genine müdahale edilmemiş olanlara kıyasla, kafesi paylaştıkları farelere çok daha kolay saldırıyordu. Daha sonra büyük çaplı Dunedin çalışmasını yürüten CASPİ ve Moffit, 400’den fazla genç erkeğin 3 yaşından 26 yaşlarına kadar davranışlarını takip etti ve birkaç yılda bir tükürük örneklerini aldı. Sonuçları tablo haline getirdikten sonra MAOA geni eksikliği ve çocuk istismarı geçmişinin birleşmesinin, kişinin büyürken şiddete başvurma riskini arttırdığını rapor ettiler. Bir başka deyişle genetik anormalliği olan çocuklar maruz kaldıkları istismarı kolayca atlatamamaktadır ve şiddete başvuran bir yetişkin olmaya daha yatkındırlar.
Medyanın, yalnıza tek bir genin saldırgan davranışa neden olduğu düşüncesini alıp “savaşçı gen” olarak etiketlemesi çok zaman almadı. Daha gülünç bir örnek de National Geographic TV’nin programı Born to Rage’di. Bu programda rock sanatçısı Henry Rollins bir Harley tamirhanesinde eski çete üyeleri, çeşitli dövüş sanatçıları ve sert görünüşlü adamlarla röportaj yapıyor ve onları savaşçı genini test eden bir laboratuvara götürüyordu. Tabii ki testlerde hiçbir örnek bulunamıyordu.
Fazla basite alındığı ve yanlış yansıtıldığı halde bir çalışma alanını tamamen sahte veya ırkçı olarak nitelendirip bir kenara atmak insanlara cazip geliyordu. Fakat durum böyle değil çünkü bulgular yanlıştan ziyade oldukça ince ayrıntılı ve karmaşıktır.
Bir gen bir davranışa eşit olmasa da insanın değişken doğasındaki binlerce gen örneği ve binlerce davranış birbiriyle etkileşime geçebilir. Saldırganlık için yetiştirilen meyve sinekleri üzerinde yapılan bir çalışmada birbirinden farklı 80 gen ile bağlantılar bulundu. Ayrıca genlerin tek taraflı bir etkileşim olmadığı da bilinmektedir, yani genler bir kişinin vücudunu hatta davranışlarını bile etkilerken kişinin içinde bulunduğu şartlar da gen ifadesini etkilemektedir. Örneğin, Moffit ve doktora sonrası öğrencisi Idan Shalev Dunedin’de yaptıkları araştırmalardan birinde şiddete maruz kalan 10 yaşındaki çocukların DNA’larında normalde yaşlanmaya bağlı türden bir aşınma ve yıpranma görüldüğünü buldular. Bütün bunlar belirli bir genin eksikliğinin şiddet içeren davranışla bir ilgisi olabileceği anlamına gelse de doğrudan buna neden olduğunu söylemek anlamsızdır.
Aynısı beyin yapısı ve işlevi için de geçerlidir. Geçtiğimiz yıllarda araştırmacılar nasıl beyin eğilimleri belirleyebiliyorsa deneyimlerin de eğilimleri nasıl dışa vurulduğunu etkilediğini ortaya koydu. Bu alanın en önde gelen araştırmacılarından Sinirbilimci James Fallon ile Psikolog ve Suçbilimci Adrian Rain, kendi beyinlerini taradıklarında bazı rahatsız edici örneklerle karşılaştılar. “The Psycopath Inside” adlı kitabında da bunlara değinen Fallon, bir yığın taramayı incelerken öz kontrol ve empati ile ilişkili alanlarda beyin işlevinin çok düşük olduğu bir tarama için: Bu beyne sahip zavallı insanın bir psikopat olduğunu öne sürmüştü. Daha sonra o beynin kendisine ait olduğunu öğrendi. Raine de benzer bir aydınlanma yaşadı ve Fallon gibi o da dik başlılık ve dürtüselliğe rağmen yetiştirilme tarzının kişinin psikopat eğilimlerini daha makul bir kişi olmaya yönlendirdiğine inanıyordu. Raine bir TV programında düşüncelerini “Bir bakıma beni seven ebeveynlerim vardı. Her zaman başımı sokacağım bir çatı vardı ve kardeşlerimle iyi geçiniyordum. Belki de can alıcı nokta şudur: biraz sevgi.”
Medyada görebileceğinizin aksine her araştırma Mısır piramitlerindeki gizem ya da öjeninin kaygan zeminine atılan bir adım değildir. Bilimsel araştırmalar nadiren dünyayı sarsan açıklamalar içerir. Sonunda olaylara yeni ve daha doğru bir bakış açısına yol açabilecek şey bilgi birikimidir. Genetik, beyin yapısı ve suç arasındaki bağlantıları öne süren araştırmalar yalnızca epey karmaşık bir şeyin kavrayışına katkıda bulunan kanıt parçalarıdır. Karmaşıklık bir kenara bırakıldığında son birkaç yılda, alanında uzmanlaşan kişilerin çalışmalarına bakılınca biyolojinin suç davranışında bir rol oynamadığı sonucuna varmak oldukça zor. Yeni ortaya çıkmış epigenetik bilimi, çevre ve kalıtım arasında, çevresel faktörlerin (çocuklukta istismar gibi) gen ifadesini etkileyebileceği karşılıklı bir ilişkiyi önermektedir. Genler ve beyin yapısı, insanın davranışlarını belirleyen basit bir açma-kapama düğmesinden ziyade bazı çalışmaların gösterdiği üzere hassas noktaların göstergesi olabilirler.
Yoksulluk içinde yaşayan ve kendisine silah verilen dürtüsel bir genç adamın kötü bir karar alma olasılığı güzel bir mahalleden gelen tenis raketi tutan aynı derecede dürtüsel bir adama göre daha yüksektir.
Raine onlarca yıldır beyin taramaları üzerinde çalışmakta ve “genlerden beyne ve beyinden antisosyal davranışlara” diye ifade ettiği büyük bir şiddet teorisi ortaya attı. Belirli gen anormallikleri, yapısal beyin anormalliklerine yol açabilir. Aynı şekilde bu anormallikler de anti-sosyal davranışlara neden olan duygusal ve bilişsel anormalliklere (dürtü kontrolünde zayıflık gibi) yol açabilir. Bunlara ek olarak Raine, anne ihmali, yetersiz beslenme veya şiddetin uygulandığı bir çevrede olmak gibi geçmişteki yaşam deneyimlerinin de bu döngüyü besleyebileceğini belirtti. Peki birçok suçluyu bu kadar sert bir şekilde cezalandırmak bizim açımızdan ne kadar etik?
Günümüz araştırmacılarını 19. Yüzyıldaki öncülerinden ayıran iki temel özellik vardır: içerik ve yöntem. Hiç kimse doğuştan suçluların varlığını veya bu insanların kalıcı olarak bir yere kapatılması gerektiğini öne sürmüyor. Fallon, genleri; beynin işlevlerini ve istismara (fiziksel, duygusal veya cinsel) maruz kalmayı kapsayan “üç ayaklı tabure” diye ifade ettiği psikopati modelini öne sürüyor. Müdahale edebileceğimiz tek bileşen olan çocuklukta şiddet, biyolojik değil sosyal müdahaleyi içerir. Raine ve diğer suçbilimciler ceza verilmeden önce suçlu olduğu iddia edilen kişinin genetik ve nörolojik yapısını dikkate almalarını ve şiddete yatkın birini ömür boyu bir yerde tutmak yerine ona uygun tedavi ve bakımı dahil etmelerini öneriyor.
Suça dair biyolojik düşüncelerin yargı sistemini ne kadar yenilikçi bir biçimde etkilediği görülmektedir. Nörologlar çocuk beyinlerin henüz gelişimini tamamlamadığını ve kötü kararlar almaya yatkın olduğunu ortaya koydu. Bunun sonucunda ABD yargıtayı da dahil olmak üzere birçok yargı bölgesi çocuklar için idam cezası ve şartlı tahliye olmadan ömür boyu hapis cezası verilmesini yasakladı.
Son yıllarda bazı cezaevi sistemleri suçluların cezalarını uzatmak yerine bilişsel davranışçı terapiyi kullanmaktadır. Terapi, şiddetli davranmayı tetikleyebilecek durumları tanımlayarak kişilerin eski örüntülerden kurtulmalarına, şiddete eğilimli dürtüleri şiddete başvurmayacağı dürtülerle değiştirmeye ve sorunları çözme ve baş etme becerilerini geliştirmeye yardımcı olmaktadır. Tedavi yalnızca tekrar suç işlemeyi önlemekle kalmayıp aynı zamanda beynin belirli uyaranlara tepki verme biçiminin yeniden düzenlenmesinin de mümkün olduğunu göstermektedir. Tam olarak bu noktada Western Carolina ve Cincinnati üniversitelerindeki suçbilimcilerin yaptığı bir araştırmaya göre biyoloji “rehabilitasyonun belirsiz ve liberal bir girişim olduğu” iddiasını boşa çıkardı. Gerçek şu ki suçun genetik ve nörolojik bir bileşeni olduğunu düşünenler en etkili ve pratik müdahale olarak sosyal hizmetleri ve sağlık hizmetlerini önermektedir.
“Doğuştan suçlu” kuramcısı Lombroso’nun az tanınan rakibi Fransız suçbilimci Alexandre Lacassagne’dir. Lombroso bilimsel toplantılara doğuştan suçluların fiziksel özelliklerini gösteren kafatasları ve iskeletlerle gelirken Lacassagne eksikliğin suçla bağlantılı olduğunu gösteren demografik çizelgeler ve ekonomik haritalarla gelirdi. Lacassagne bazı insanların belirli eğilimlere sahip olduğu konusunda hemfikir olsa da ona göre toplumsal koşullar bu eğilimlerin tuzu biberiydi. Kendisinin pek yufka yürekli olduğu söylenemezdi çünkü idam cezasını destekliyordu. Ancak biyolojisi ne olursa olsun dezavantajlılara yönelmeyen ve suçluları rehabilite etmeyen herhangi bir toplumun kolektif sorumluluklarını yerine getiremediği konusunda ısrarcıydı. Bunun üzerine şöyle bir söylemde de bulunmuştur: “Toplumlar hak ettikleri suçluları bulurlar.”
Kaynak
https://aeon.co/essays/linking-crime-and-genetics-need-not-be-an-act-of-eugenics (son erişim tarihi: 24.07.2024).

