“Bize çok ciddi bir sorunumuz olduğunu söylüyorsunuz ama sesiniz hiç endişeli gelmiyor. Hatta sesiniz üzgün bile gelmiyor!”
Naomi Oreskes
Çeviren: Mustafa Efe Ateş
Bilim insanları “iklim sistemi içindeki tehlikeli antropojenik müdahale” riski hakkında tüm dünyayı uzun süredir uyarmakta ancak bu uyarının gerçek anlamda ne ifade ettiğini açıklamakta zorlanmaktadır. İnsanlar hava olaylarına şahit olurlar, iklim sistemine değil. Dolayısıyla “Süper Fırtına” Sandy’nin New York’u vurmasından bir ya da iki gün sonra bir gazetecinin benimle temasa geçerek bu fırtınanın bir dönüm noktası olacağını düşünüp düşünmediğimi sorması belki de kaçınılmazdı. Bu olay, iklim değişikliğinin devam etmekte ve hakikaten tehlikeli olduğu hususunda kuşkucu Amerikan halkını ikna edebilecek miydi?
Sandy fırtınasının bir dönüm noktası olup olmayacağı ayrı bir meseledir, ancak ilk düşüncem, bu olayın bir dönüm noktası olması gerektiği yönündeydi. Metro tünellerine sızan sel suyunun belirli bir seviyede sabitlenmesinden hemen sonra kendilerini “kuşkucu” addeden kesim, her zamanki argümanlarını ortaya atarak, bu türden hiçbir hava olayının sistematik iklim değişikliğini kanıtlayamayacağını ileri sürdü.
Bu kimseler biçimsel anlamda haklıdır. Ne var ki, geçmişte, tek bir vaka olarak hiçbir akciğer kanseri ölümünün sigaranın kansere yol açtığını kanıtlayamayacağında ısrar eden tütün endüstri de haklıydı. Tek başına hiçbir doğa olayı iklim değişikliğini kanıtlayamaz çünkü iklim —tanımı itibariyle— bir örüntüdür ve örüntüler ancak örüntüler ile kanıtlanabilir. Diğer taraftan, her örüntü tekil unsurların katkısıyla oluşur. Bilim insanları, bir süredir, bu tekil unsurlardan müteşekkil örüntülerin öndeyileri ile eşleşmekte olduğunu görmektedirler. 1960’larda bilim insanları sigaranın neden belirli bir hastalık örüntüsüne sebep olduğunu açıklayamıyordu; ancak bugün bilim insanları iklim değişikliğinin neden gözlemlenen ekstrem hava olayları örüntüsüne sebep olduğunu açıklayabiliyor. Karbondioksit dünya atmosferinde enerjiyi hapseder. Bu enerjinin bir yere gitmesi gerekir ve bu yerlerden biri de havadır. Diğer faktörlerle beraber, sistemdeki fazla enerji yine aşırı güçlü fırtınalara sebebiyet verir. Fırtınalar son derece tehlikelidir. İnsanları öldürür. Milyarlarca dolar zarara yol açar. Kültürel mirası yok eder ve toplulukları kimi zaman kalıcı olarak alt üst eder. İnsanlar her ne kadar yeniden ayağa kalksalar da emniyet ve güvenlik hissiyatları sekteye uğrar. Bu senaryoyu Katrina Kasırgası’ndan sonra izlemiştik ve önümüzdeki haftalarda, aylarda ve yıllarda New York’u, Süper Fırtına Sandy’nin yıkıcı etkisinden sonra, yeniden ayağa kalkarken izleyeceğiz.
Peki, günümüzde, neden daha fazla insan daha fazla korku içinde değil? Kamuoyu yoklamaları, mütemadiyen, Amerikan toplumunun sadece küçük bir kesiminin iklim değişikliği konusunda çok endişeli olduğunu, yarısından azının ise kısmen endişe taşıdığını gösteriyor. Belki de örüntüyü göremiyoruz. En sevdiğim radyo kanalındaki spiker bize her sabah o günkü sıcaklıklara ilişkin rekor yüksek ve rekor düşük değerleri bildiriyor. Rekor yüksek sıcaklıklar genellikle oldukça yakın zamanlara ait —genellikle son otuz yıl içinde, çoğunlukla da son yirmi yıl içinde— ancak rekor düşük sıcaklıklar genellikle uzun zaman öncesine, çoğu kez elli hatta yüz yıl öncesine ait. Bu durum ısınma trendi ile uyumlu. Yine de spiker durumun farkında değilmiş gibi görünüyor… Kabul ediyorum. Çoğu insan sıcaklık kayıtlarını incelemiyor, hele ki bugünlerde en yüksek rekorların en düşük rekorlardan daha sık kırılıp kırılmadığını görmek için herhangi istatistiksel bir analize başvurmuyor. (Bu arada daha sık rekor kırıldığını belirtelim). Ancak görünüşe göre ortada daha derin bir problem var.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin kabul edildiği 1992 yılını makul bir başlangıç noktası olarak kabul edersek, kamu meselelerine bir nebze olsun ilgi gösteren sıradan insanların iklim değişikliğinin insan sağlığı ve refahının yanı sıra diğer canlı türleri için de potansiyel bir tehdit oluşturduğunu öğrenmiş olması gerekir. Dolayısıyla, o zamandan bu yana pek çok insanın en azından biraz olsun endişeli olmasını bekleyebiliriz. Söz konusu sözleşmenin kabulünden iki yıl önce Başkan George H.W. Bush — ki bazıları tarafından süpermarket barkod okuyucusunun ne olduğunu bilmeyen Başkan olarak hatırlanır— basına şu demeci vermiştir: “Hepimiz biliyoruz ki insan faaliyetleri, atmosferi beklenmedik ve benzeri görülmemiş bir şekilde değiştirmektedir.” Gelgelelim tehdidi bilmelerine ve ayrıca yıkıcı selleri, kuraklıkları, orman yangınlarını ve şimdi de süper fırtınaları görmelerine rağmen, son yirmi küsur yılda Amerikalıların sadece %20-30’u anketlerde iklim değişikliği konusunda “oldukça endişeli” olduklarını belirtmiştir. Eylül 2012 itibariyle ise yalnızca %36’sı küresel ısınmanın ABD’deki insanlara zarar verdiğini düşünmektedir.[1]
Şimdilerde bu belki değişir, belki de değişmez. Zararların ayan beyan ortada olduğuna şüphe yok, ancak insanlar bu zararları iklim değişikliğiyle ilişkilendirecek mi? Bunu, Baba Bush’un önleme sözü verdiği “iklim sistemi içindeki tehlikeli antropojenik müdahale” olarak görecekler mi? Belki evet, belki hayır. Pek çok kişi, 62 milyar dolarlık sigortalı hasara, 1,25 trilyon dolarlık toplam maddi kayba ve 1322 can kaybına sebep veren ABD tarihindeki en maliyetli doğa olayı olan Katrina’dan sonra Amerikalıların iklim değişikliğine yönelik tutumlarının değişeceğini düşünüyordu. Geçici bir süre için öyle de oldu, ancak daha sonra geçmişteki aymazlık düzenlerine geri döndüler. Şüphesiz ki riske verilen tepkiler ve reaksiyonlar karmaşıktır. Öyle ki bunlar çeşitli ve birbiriyle etkileşim halinde olan sosyal, siyasi, kültürel, ekonomik ve epistemik faktörleri içinde barındırır. Ne var ki iklim değişikliğinin bir unsuru, en azından diğer bazı risk unsurlarına nazaran, farklı bir şekilde öne çıkmaktadır: bu unsur tehlikeyi kimin iletmeye çalıştığı meselesidir.

Yangınlar, neredeyse her okulda ve kamu binasında var olan yangın alarmları tarafından duyurulur. Depremler genellikle depremlerin kendileri tarafından, evlerimizin sallandığını hissettiğimizde, pencerelerimizin kırılıp tuz buz olduğunu gördüğümüzde ‘duyurulur’. Ortaya çıkan salgın hastalıklar büyük ölçüde, görevi bizi bulaşıcı hastalıklardan ve diğer çevresel patojenlerden korumak olan halk sağlığı yetkilileri tarafından duyurulur. Bu yetkililer işlerinin bu yönünü ciddiye alır ve görevlerini hakkıyla ifa etmeye büyük önem verir. (Başarılı olup olmadıkları ayrı bir konu.) Hastaların hekimlerinden beklentisi kendilerini görece daha az acil olan tıbbi konularda uyarmalarıdır. Hastalar sigarayı bırakma, kilo verme ya da grip aşısı olma gibi konularda hekimler tarafından ikna edilmenin beklentisi içindedir. Ancak iklim değişikliği riskini iletmek, bilindik teknolojik cihazlara, doğrudan deneyimlere, doktorlara ya da kamu sağlığı yetkililerine değil, araştırmacı bilim insanlarına, çoğunlukla da doğa bilimleriyle ilgilenen araştırmacılara düşmektedir. Bununla birlikte bu araştırmacılar, tekil olarak, özellikle telaşı ya da korkuyu tetikleyecek hususlarda, halk ile etkili bir şekilde iletişim kurmak için yetersiz donanıma sahiptir.[2]
Şunu bir düşünün. İki yıl önce Amerikan Jeofizik Derneğinde son derece seçkin birkaç iklimbilimciyle birlikte bir panele katıldım. Paneldeki herkes aynı mesajı verdi: İklim değişikliği gerçektir, devam etmektedir ve tehlikelidir. Soru bölümüne geçildiğinde bir kadın söz istedi ve şu ifadeleri kullandı: “Bize çok ciddi bir sorunumuz olduğunu söylüyorsunuz ama sesiniz hiç endişeli gelmiyor. Hatta sesiniz üzgün bile gelmiyor!”
Haklıydı. Salondaki bilim insanlarının ses tonu ne endişeli ne de üzgündü. Kaldı ki hiçbir zaman böyle de olmadı. Nitekim bilim insanları çalışmalarında ve tutumlarında akılcı olmaya oldukça çaba sarfeder ve bu kimseler akılcı tutumlarını tarafsızlıkları ile ilişkilendirir. Tecrübelerime göre, iklim değişikliği üzerine çalışan bilim insanları sakin kalmanın, duygusallıktan uzak durmanın ve asla ama asla histerik olmamanın çok önemli —hatta hayati— olduğunu düşünmektedir. Bilim çevrelerinde, duygusal olursanız, verileri sakin bir şekilde değerlendirme kabiliyetinizi kaybettiğiniz ve dolayısıyla elinizdeki sonuçların şüpheli hale geldiği varsayılır. Robert Merton’a göre evrensellik, komünizm, tertipli bir şüphecilik ve çıkar gütmeme bilimin ilkeleriydi, ancak kendisi önemli bir ilkeyi es geçmişti: soğukkanlılık. Bilim insanlarının sakin kalıp işlerini sürdüreceğine —ya da en azından bunu deneyeceklerine— güvenebiliriz.
Meslektaşlarım ve ben, yakın zamanda yayınladığımız bir makalede, bilim insanlarının iklim değişikliği tehdidini sistemli bir şekilde hafife aldıklarını gösterdik. Bunu da normatif nedenlerle yaptıklarını ileri sürdük: Akılcılık, soğukkanlılık ve kendine hâkim olma gibi bilimsel değerlerin bu araştırmacıların şaşırtıcı, dramatik ya da endişe verici sonuçları desteklemek için (daha az endişe verici sonuçları desteklemeye nazaran) daha yüksek düzeyde kanıt gereksinimine yönlendirmektedir. Biz bu eğilimi “hatayı en az dramatik olan tarafta yapmak” olarak adlandırıyoruz.
İklim değişikliği çok dramatik ve çok endişe vericidir. Kasırgalar, şiddetli seller ve tahripkâr orman yangınları endişe vericidir —keza endişeyi katlayan okyanus asitlenmesinden ve bunun besin zincirinin tabanı için oluşturduğu tehditten bahsetmeye lüzum bile yok. Ne var ki, bilim insanları bu hususlar hakkında konuşmakta çok zorlanıyor. Bu, yalnızca, vardıkları sonuçlarda hatayı en az dramatik olan tarafta yapmaya yönelik bir tercihten değil, aynı zamanda vardıkları sonuçlar dramatik olsa bile drama yapmadan konuşmalarından kaynaklanmaktadır. Normal insanlar bir kimse gerçekten endişelendiğinde, o endişeyi duymak ister; halbuki bilim insanları bu türden bir duygusal perdeden konuşmamaktadır. Dolayısıyla endişeli olduklarında bile —ki çoğu iklim bilimci endişeli olduğunu size özel olarak söyleyecektir—bunu açıkça dile getirmezler.
Tehlikeyi drama olmadan nasıl haber verebilirsiniz? Kendiniz endişeli görünmezken, başka birine endişelenmesi gerektiğini nasıl söyleyebilirsiniz? Üfleyecek bir borazanınız yoksa ve hatta olsa bile onu üflerken kendinizi rahat hissetmiyorsanız nasıl bir muhafız olabilirsiniz?
Kaynak: https://limn.it/articles/the-scientist-as-sentinel/#edn1
Çevirenin Notu: Metni Türkçeye çevirmem için vermiş olduğu izinden dolayı yazar Naomi Oreskes’e ve LIMN dergisinin editörleri Stephen J. Collier ve Chris Kelty’e buradan teşekkürlerimi sunmak isterim.
[1] Bkz (Leiserowitz vd. 2012). Bir sigorta şirketi olan Munich Re tarafından yakın zamanda yayınlanan bir rapor, Kuzey Amerika’nın son yıllarda Katrina Kasırgası, hortumlar, seller, orman yangınları, kavurucu sıcaklar ve kuraklık gibi hava felaketlerinden özellikle çok etkilendiğini öne sürmesi ironiktir. Kuzey Amerika’daki bazı hava olaylarının şiddeti dünya çapında en yüksek seviyede seyretmekte ve bunlarla ilişkili riskler başka hiçbir yerde olmadığı kadar hızlı değişmektedir. Araştırmacılar, 1980-2011 döneminde hava koşullarıyla ilgili (2011 dolar kuru bazında) 1 trilyon doların üzerinde zarar ve 30.000 can kaybı olduğunu tahmin etmektedir. Kuzey Amerika’daki daha büyük etkiyi de coğrafi ve sosyal faktörlerin birleşimine bağlamaktadır. Coğrafi olarak, “Kuzey Amerika kıtası tropikal siklon, fırtına, kış fırtınası, hortum, orman yangını, kuraklık ve sel gibi risk taşıyan her tür hava tehlikesine maruz kalmaktadır. Bunun bir nedeni, doğudan batıya uzanan ve sıcak havayı soğuk havadan ayıran bir dağ silsilesinin bulunmamasıdır.” Sosyal açıdan, Kuzey Amerika büyük nüfus, kentsel yayılım ve yüksek refah ile karakterize edilmektedir, bu da yoksul bölgelerin benzer unsurlardan etkilenmesi durumunda görecekleri zararı nispeten daha büyük hale getirmektedir (Re 2012).
[2] Artık iklimin taşıdığı riskin iletilmesi konusunda hacimli bir literatür var ve bilim toplulukları son zamanlarda konuyu tartışmak için birçok konferansta paneller düzenledi. Bu çabaların çoğu, bilim insanlarının bilimsel kanıtları sıradan insanların anlayabileceği bir düzeyde net bir şekilde açıklamaları halinde, söz konusu kanıtları kabul edeceklerini ve bu kanıtlara göre hareket edeceklerini öne süren eksik kamu kavrayışı modeline dayanmaktadır. Bu kavrayış gereken düzeyde eyleme geçilmesini engelleyen derin sosyal, kültürel ve ekonomik çıkarları ve bunların yanı sıra insanların korkuya verdiği öfke, inkâr ve hatta şiddet gibi tepkilerin psikolojik nedenlerini kabul etmekte yetersiz kalmaktadır. İlgili literatüre giriş ve eksik kamu kavrayışı modelinin neden yetersiz olduğuna dair bir eleştiri için bakınız (Moser ve Dilling 2004, Moser ve Dilling 2007 ve Boykoff 2010).