Felsefe eğitimi alan Marx yine de, dinsel olmayan, hatta Tanrı kavramıyla hiçbir biçimde ilişkilendirilmemiş olan bazı felsefi ahlak kuramlarından yola çıkarak bazı açılımlar yapabilirdi.
Örsan K. Öymen
Prof. Dr., FMV Işık Üniversitesi Öğretim Üyesi, Felsefe Sanat Bilim Derneği Kurucusu ve Başkanı
19. yüzyılda yaşamış olan Alman filozof, ekonomist, sosyolog ve siyaset bilimci Karl Marx, “1844 Yılından Ekonomik-felsefi Metinler” (Ökonomisch-philosophische Manuskripte aus dem Jahre 1844) adlı eseri, 26 yaşında kaleme aldı. Bu eser Marx’ın gençlik dönemi eserleri arasında yer alır.
Marx, “1844 El Yazmaları” veya “Ekonomik ve Felsefi Metinler” olarak da bilinen bu eserini Paris’te yazmıştır. Bu nedenle metin “Paris Metinleri” olarak da bilinir.
Marx bu metinde, emekçi sınıfın sermaye sınıfı tarafından sömürüldüğü kapitalist düzende, emekçi sınıfın emeğinden, ürettiklerinden ve kendisinden yabancılaşmasıyla ilgili çok önemli açılımlar ortaya koyar. Üretim araçlarının özel mülkiyette olmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan bu sömürü ve yabancılaşma, Marx’ın daha sonra kaleme alacağı birçok eserde de gündeme gelmiştir.
Ancak bu eserin en ilginç bölümlerinden birisi de, kapitalist düzende paranın gücü üzerine yazdığı bölümdür. Marx bu bölümde, paranın her şeyi nasıl ters yüz ettiğini, çarpıttığını ve karşıtına dönüştürdüğünü ve bunun sonucunda insanın hem bireysel hem de toplumsal bağlamda kendisinden nasıl yabancılaştığını ortaya koyar.
Marx bu metnin bu bölümünde şunları yazar:
“Para sayesinde neyim varsa, ödediğim şeyler neyse, yani paranın satın alabildiği neyse… ben de oyum. Gücüm, paranın gücü kadardır. Paranın özellikleri, benim özelliklerimdir… Dolayısıyla ne olduğum ve neleri yapabileceğim, hiçbir biçimde bireyselliğim tarafından belirlenmemektedir…. Para en yüksek iyidir, dolayısıyla paranın sahibi de iyidir… Ruhum olmayabilir, ama para her şeyin gerçek ruhudur; onun için paranın sahibi nasıl olur da ruhsuz olur? Bunun da ötesinde, para sahibi kendisine ruhu zengin insanlar satın alabilir… İnsan kalbinin özlem duyduğu her şeye parayla sahip olan ben, insanın bütün yeteneklerine, varlıklarına da sahip değil miyim? Böylece param bütün yeteneksizliklerimi, yokluklarımı, karşıtlığına çevirmiyor mu?
Eğer beni insan yaşamına bağlayan şey, toplumu bana, beni doğaya ve insanlara bağlayan şey paraysa, para bütün bağların bağı değil midir?…
İnsan olarak yapamadığımı, yani bireysel özelliklerimin yapamadığını, parayla yapabilirim. Dolayısıyla para, bütün bu özellikleri olmadıkları bir şeye, yani karşıtına dönüştürür.
…Eğitim almak için bir yeteneğim varsa, ancak bunun için param yoksa, o zaman böyle bir yeteneğim, etkili ve gerçek bir yeteneğim yoktur. Bunun tam tersi, eğitim almak için gerçekten güçlü bir yeteneğim yoksa, ancak istekle birlikte param varsa, o zaman etkili bir yeteneğim vardır.
…O zaman bu çarpık güç, yani para, bireye ve toplumsal bağlara karşıdır… Para sadakati sadakatsizliğe, sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye, erdemi erdemsizliğe, erdemsizliği erdeme, köleyi efendiye, efendiyi köleye, aptallığı akla, aklı aptallığa çevirir.
Para, değerin var olan etkin kavramı olduğu ve her şeyi birbirine karıştırdığı için, her şeyin genel karmaşıklığı ve karıştırıcısıdır, tersyüz edilmiş dünyadır, bütün doğal ve insani özelliklerin karmaşıklığı ve karıştırıcısıdır.
Eğer insanı insan olarak, insanın dünya ile ilişkisini, insani bir ilişki olarak kabul edersek, o zaman sevgiyi sadece sevgiyle, güveni güvenle değiştirebiliriz. Sanatı takdir etmeyi arzulayan biriyseniz, sanatsal eğitimi olan birisi olmalısınız; başkaları üzerinde etkili olan birisi olmak istiyorsanız, gerçekten başkaları üzerinde uyarıcı ve cesaretlendirici etkisi olan birisi olmalısınız. İnsanla ve doğayla olan her ilişkiniz, arzunuzun, istencinizin nesnesine tekabül eden gerçek bireysel yaşamınızın dışavurumu olmalıdır…”
Oldukça çarpıcı olan ve 21. yüzyıldaki kapitalist düzenin yol açtığı yozlaşmaları da 19. yüzyılda öngören bu bölüm birçok açıdan önemlidir.
Birincisi, para, bir değer takasının ve ölçümünün aracı olmadığı gibi, her şeyin gerçek değerini ortadan kaldıran bir aldatma ve kandırma aracıdır. Para, her şeyin değerini ters yüz eden, her şeyi karşıtına çeviren, her şeyi çarpıtan, her şeyi birbirine karıştıran, her şeyin gerçek anlamını ortadan kaldıran bir araç haline dönüşmüştür.
İkincisi, para, insanı hem bireysel gerçekliğinden hem de toplumsal gerçekliğinden kopartan yapay bir araçtır. Burada Marx’ın bireysel gelişmeyle toplumsal gelişmeyi bir bütünün iki parçası olarak görmesi ve birey ile toplum arasında bir karşıtlık ortaya koymaması da önemlidir.
Üçüncüsü, insan ve doğa ile ilişkilerin insani bir çerçevede kurulması ve insanın arzu ettiği şeyleri, istenci yönündeki şeyleri gerçekleştirebilmesi, potansiyelini ortaya koyabilmesi, yabancılaşmaktan kurtulması için zorunludur.
21. yüzyılda Marx’ın sözünü ettiği yabancılaşma daha da artmıştır. Bu yabancılaşma, sanayi sektörüne ek olarak, teknoloji ve hizmet sektörüne de yayılmıştır. Ayrıca sanayi devrimiyle birlikte ortadan kalkmayan ve halen varlığını sürdüren tarım sektöründe de aynı yabancılaşma yaşanmaktadır. Dünyanın birçok yerinde feodalizm adı verilen bir başka sömürü düzeni ortadan kalkmış olsa da, tarımsal üretim biçimi kapitalizmin bir parçası olarak da sömürü düzeninden kurtulamamıştır.

Günümüzde insanların değeri, sahip oldukları parayla ölçülmektedir. Parası, malı, mülkü çok olan zengin insan birçok yerde itibar ve saygı görmekte, ekonomik açıdan ortanın üstünde olan sınıf, orta sınıf ve yoksul sınıf, ikinci sınıf insan yerine konmaktadır. Kapitalist düzende para, Marx’ın doğru bir biçimde tespit ettiği gibi, her şeyi ters yüz etmeye ve birbirine karıştırmaya devam etmektedir.
Felsefe, sanat, bilim, kültür gibi alanlarda ve/veya ahlak ve erdem konusunda niteliksiz ve yetersiz olan insanlar, kendilerini parayla ve parasal zenginlikle veya bu doğrultudaki bir amaçla kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Bu aslında aynı zamanda insanların içine düştükleri boşlukla, yüzeysellikle, niteliksizlikle, karakter yoksunluğuyla ilgili bir sorundur. Küresel kapitalizmin ve emperyalizmin propagandası, ortanın üstü sınıfı, orta sınıfı ve yoksul sınıfı da bu amaca doğru yönlendirmekte, parayı ve zenginliği en büyük değer olarak sunmaktadır.
Yaşamın amacı para ve parasal zenginlik olmuştur. Bu bir insan için yüzeysel, boş ve saçma bir amaç olduğu gibi, aynı zamanda hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir amaçtır. Çünkü sermaye sınıfı her zaman diğer sınıfların sömürülmesi sayesinde zenginleşir. Kapitalist düzende zenginlerin var olması için ortanın üstü sınıfın, orta sınıfın ve yoksul sınıfın var olması bir zorunluluktur. Bu sınıflar var olduğu içindir ki parasal açıdan zengin olan bir sermaye sınıfı varlığını sürdürebilmektedir.
Başka bir deyişle, özü gereği yüzeysel, boş ve saçma olan ve insanın gelişmesiyle hiçbir ilgisi olmayan bir amacın, sanki gerçekleşecek bir amaçmış gibi sunulması ve milyarlarca insanın buna inanarak bu hayal ile yaşamını sürdürmesi, daha da trajiktir.
Yaşamın amacı para ve parasal zenginlik olmuştur. Bu bir insan için yüzeysel, boş ve saçma bir amaç olduğu gibi, aynı zamanda hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir amaçtır. Çünkü sermaye sınıfı her zaman diğer sınıfların sömürülmesi sayesinde zenginleşir.
Çoğu kredi torpili, nepotizm ve hırsızlığın bir sonucu olan bazı anomalilerden ve istisnalardan yola çıkarak, herkesin parasal bir zenginliğe kavuşabileceğini savunmak, aptallıktan başka bir şey değildir. Ancak Marx’ın dediği gibi, para aptallığı akla çevirdiği için ve para insanların ruhunu da satın alabildiği için, bunun bilincinde olan çok az sayıda insan vardır.
Marx’ın eserlerine bir bütün olarak bakıldığında, bu çarpık düzenin ortadan kalkması için, kapitalist düzenin devrimle yıkılması ve onun yerine sosyalist ve komünist bir düzenin kurulması gerekir. Sosyalist/komünist düzen, üretim araçlarında özel mülkiyetin olmadığı, üreten emekçinin üretim aracını kontrol ettiği; sınıfların olmadığı, sermaye sınıfı ile emekçi sınıf arasındaki çelişkinin, karşıtlığın ve çatışmanın ortadan kalktığı; herkesin yeteneği ölçüsünde düzene katkı sağladığı ve ihtiyacı ölçüsünde düzenden yararlandığı; insanın emeğine, ürettiklerine, kendisine ve doğaya yabancılaşmadığı bir düzendir.
Ancak böyle bir düzenin veya buna benzer bir düzenin veya bu düzene yönelik bir aşama olan başka bir düzenin kurulması ve Marx’ın da sözünü ettiği gibi gerçek değerlerin ortaya çıkabilmesi ve her şeyin gerçek değeri içinde değerlendirilebilmesi için, bir değerler felsefesinin, bir ahlak felsefesinin, insanın eylem ve seçim alanıyla ilgili felsefi kuramların da geliştirilmesi gerektiği açıktır. Aksi halde, Marx’ın burada sözünü ettiği “insani ilişki” kavramı boşlukta kalır.
“İnsani ilişki nedir?” yanıtlanması gereken önemli bir sorudur. Bunun için de öncelikle “İnsan nedir?” sorusunun ortaya atılması ve bu sorunun da yanıtlanması gerekir. Bütün bunlar etik, başka bir deyişle ahlak felsefesi adı verilen alana girilmesini kaçınılmaz kılar.
Oysa Marx, “Ekonomik ve Felsefi Metinler” eserinden sonra yazdığı eserlerde bu konulara asgari düzeyde değinmiştir, daha çok, bilimsel sosyalizm olarak da bilinen, ekonomik ve tarihsel koşulların zorunlu bir sonucu olarak sosyalizme ve komünizme geçilmesinin neden kaçınılmaz olduğu konusuna odaklanmıştır ve tarihsel iktisadi çözümlemelere daha çok zaman ayırmıştır.
Oysa Marx, ahlak felsefesi konusunda da bir açılım yapsaydı, “Ekonomik ve Felsefi Metinler” başlığındaki “felsefi” ifadesi daha büyük bir anlam kazanacaktı.
Marx’ın bundan, bir yandan bilimsel sosyalizm olarak da bilinen kuramıyla ve bilimsel öndeyilemeleriyle çelişki içine düşmemek, bir yandan da ahlakın genellikle dinsel ahlakla özdeşleştirilmesi kaygısıyla, özellikle kaçındığı da söylenebilir.

Ancak bir felsefe eğitimi alan Marx yine de, dinsel olmayan, hatta Tanrı kavramıyla hiçbir biçimde ilişkilendirilmemiş olan bazı felsefi ahlak kuramlarından yola çıkarak bazı açılımlar yapabilirdi. Platon’un ve Aristoteles’in yaşamın amacı olarak iyi bir ruha sahip olmayı ortaya koymaları, iyi bir ruha sahip olmayı da erdemli olmakla ilişkilendirmeleri, adaleti de en önemli erdemlerden birisi olarak görmeleri ve/veya David Hume’un duygular ve duygudaşlık üzerinden geliştirdiği özneler arası ahlak kuramı, böyle bir açılım için önemli bir zemini oluşturabilirdi.
Bu bağlamda, olana dair, olgulara dair, tarihsel ve iktisadi çözümlemelerin yapılması, ahlaken olması gerekene dair de söylemlerin geliştirilmesi önünde bir engel olarak görülmeyebilirdi.
Olması gerekenin, sadece olması gerektiği için değil, olgular gerektirdiği için de kaçınılmaz olarak olacağını savunmak, bir çelişki değildir.
Marx, “Ekonomik ve Felsefi Metinler” eseriyle bu doğrultuda çok önemli bir adım atmıştır. Onun eksik bıraktığı yerden devam etmek ise gelecek kuşakların sorumluluğundadır.