“Marx’tan geriye kalan, ‘tezler’den çok, yöntemdir. Devlet’e, topluma, toplumsal sınıflara, teknolojiye, üretim ve bölüşüm ilişkilerine bakarken bu yöntemi kullanırız, tarihsel süreçleri maddeci bir anlayışla yorumlarız. Marx kâhin değildi, biz de Marksizmin müritleri değiliz.”
Yavuz Alogan
Çevirmen, Yazar, Editör
Röportaj: Emrah Maraşo
GazeteBilim Genel Yayın Yönetmeni
Dinlerin, ideolojilerin ve bütün izm’lerin dışında olduğunu söyleyen ve kendini deyim yerindeyse nesnelleştiren aydınlar var. Böyle bir tavır, özel olarak emperyalizmin ve neoliberalizmin hüküm sürdüğü bugünün dünyasında ve genel olarak sınıflı bir toplumda mümkün mü?
Toplumsal sınıflar ve bireyler eylemlerinin hangi ideolojiyi temsil ettiğini ya da düşünme tarzlarının hangi “izm”e denk düştüğünü bilinçli olarak kavramış olsalardı, dünya farklı bir yer olurdu. Herkesin felsefi ya da sosyolojik olarak kendisini tarif etmesini ya da içinde yaşadığı toplumu değerlendirmesini bekleyemeyiz.
Her türlü ideoloji ve “izm”in dışında olma varsayımı neoliberalizmin yerküreye hâkimiyetiyle ortaya çıktı; kesin bir tarih vermek gerekirse, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla (1989) başladı. Tarihin sona erdiği ilân edilirken fatura “ideoloji” kavramına çıkarıldı. Kavram pejoratif (aşağılayıcı) bir anlam kazandı. “Fakat sizin ideolojik saplantılarınız var,” denildi mesela. Bir partinin ya da siyasî grubun “ideolojik” olması, onun marjinal olduğu anlamına geliyordu.
Her türlü ideoloji ve “izm”in dışında olma varsayımı neoliberalizmin yerküreye hâkimiyetiyle ortaya çıktı; kesin bir tarih vermek gerekirse, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla (1989) başladı.
Kavramın uzun bir tarihi var. İlk kez 1796’da, siyasî toplumun içinden yükselen karman çorman seslerin, fikir ve iddiaların gerçek anlamını tutarlı biçimde açıklayabilecek bir disipline ihtiyaç olduğunu düşünen Fransız filozof Destutt de Tracy tarafından kullanıldı. Bu disipline Tracy, “ideoloji,” yani fikir (ide) bilimi (oloji) demiş. Entelektüel önderlerin bir toplum teorisi geliştirip savunma, bir siyasî program sunma eylemini “ideolojik” olarak tanımlamış. 19. yüzyılda her yorumun, hatta kanaatin ardında bir fikir disiplini arayan entelektüeller türemiş. Onlara da “ideolog” denilmiş ve kavram yerleşmiş.
Karl Marx kavrama olumsuz anlam yüklemiş, “ideoloji yanlış (sahte) bilinçtir,” demiş. Kavramın Tanrı, Devlet ve hâkim sınıflara itaat edilmesini sağlamak için icat edildiğini, işçi sınıfına kendi maddi durumunun yabancı düşünceler ve önermelerle aktarılmasını sağladığını düşünmüş. Fakat daha sonra, Das Kapital’i yazdığı sıralarda, devlet yöneticileri, burjuvalar ve din adamları, bütün bu cahil cühela takımı “bilmeden nasıl yapıyor?” sorusuna cevap ararken, ideolojiyi farklı bir ışıkta görmeye başlamış. Böylece Marx, ideolojinin sadece hâkim sınıfın razı etmek için kullandığı bir yanılsama olmadığını; farklı sınıfların, içinde yer aldıkları üretim ve mülkiyet ilişkilerinden, hayat koşullarının maddi üretiminden kaynaklandığını düşünmüş ve “hayatı belirleyen bilinç değildir, tersine, bilinci belirleyen hayattır,” demiş.
Toplumu oluşturan sınıfların, zümrelerin, çıkar gruplarının ve bireylerin kendi toplumsal ilişkilerini ve deneyimlerini fikirler aracılığıyla anlamaları/anlatmaları elbette şart değil. Anlamadan yönetmek, sömürmek, sömürüye isyan etmek elbette mümkün. Fakat eğer fikirler aracılığıyla bütün bu olup bitenleri anlamak gerekiyorsa -yani böyle bir ihtiyaç duyuluyorsa- o vakit bir fikir/düşünce disiplinine ihtiyaç duyulur. Bu fikir disiplini aracılığıyla toplumsal ilişkileri ve deneyimleri anlayabiliriz; politik, felsefi, sanatsal, kültürel vs her söylemin ardında, bilinçli olarak ya da söyleyenden bağımsız olarak mutlaka bir fikir disiplini olduğunu varsayarız, onu ararız ve buluruz. Dolayısıyla her türlü toplumsal ve bireysel faaliyet ve söylem özünde ideolojiktir. Herhangi bir eylemi ve söylemi köklerine kadar izlersek, orada mutlaka bir ideoloji buluruz. İdeoloji, farkında olsalar da olmasalar da kişilerin, siyasî partilerin, sınıfların, devletlerin davranışlarına yön verir; onların söylemlerinin temelini, kökünü oluşturur.

Sonuç olarak “izm”lerden arınarak kendisini nesnelleştirmiş insan yoktur. Öyle olduğunu sanıyordur. Onun eyleminde ve söyleminde mutlaka egzistansiyalizm, sosyalizm, nasyonalizm, nihilizm, altruizm, katolisizm, etnisizm, rasizm, faşizm gibi bir şey vardır ve bu şeyler belirli sınıfsal konumlanmalara denk düşer. İleride başka “izm”lerin de ortaya çıkacağı kuşku götürmez.
Bilimsel sosyalizme (Marksizm) yönelik eleştiriler içinde popülerliğini kaybetmeyeni, onun din gibi dogmalarının olduğu ve felsefeyle ilgisinin olmayacağı yönünde. Bilimsel sosyalizmin dine benzer bir yanı var mı?
Teorik bir hipotezi taraftar toplayarak güç oluşturmayı gerektiren politika alanına aktardığımızda, onu aynı zamanda bir inanç sistemine dönüştürmüş oluruz. Bu inanç sistemi, teorik hipotezi, her türlü eylemimizi haklı çıkarmak için kullanabileceğimiz bir dizi dogmaya dönüştürebilir. Hipotezin bizim tarafımızdan denendiğini ve doğrulandığını, bundan sonra her denemenin bizim yöntemimizin uygulanması şartıyla aynı sonucu vereceğini iddia edersek, teoriyi dogmaya dönüştürmüş oluruz.
İşçi sınıfının mutlaka zafere ulaşacağına, savunduğumuz programın kesinlikle doğru olduğuna, krizin devrime yol açacağına inanabiliriz. Burada bir sorun yok. Fakat teoriyi her kapıyı açan bir maymuncuk hâline getirip basitleştirilmiş kesin ve evrensel “formüller”e indirger, insanları bu formülleri ezberlemeye zorlarsak dogmatizme giden yolu açmış oluruz.
Dogmatizm kavramının Türkçesi bağnazlıktır. Dogmatizm’de mutlak ilkeler, değişmez değerler ve kurallar vardır. Bunlar her türlü tartışmaya ve araştırmaya kapalıdır. Kavram, Ortaçağ Kilise dünyasından çıkmıştır. İslâm’daki karşılığı Nass’tır. Son yüz yıl içinde Marksizm’in dogmatik yorumlarının bolca görüldüğü inkâr edilemez.
Teoriyi her kapıyı açan bir maymuncuk hâline getirip basitleştirilmiş kesin ve evrensel “formüller”e indirger, insanları bu formülleri ezberlemeye zorlarsak dogmatizme giden yolu açmış oluruz.
Marks ve Engels, yaşadıkları dönemde teorik analiz ve hipotezlerinin bu şekilde indirgenmesine, “Teorimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur,” diyerek karşı çıkmışlardır. Lenin de “Sol Komünizm”de her tekil olayı incelemek için insanın omuzlarının üzerinde kendi kafasını taşıması gerektiğini söylemiştir. Yine Lenin, Nisan Tezleri’nin “Taktikler Üzerine Mektuplar” bölümünde, teorinin dogmaya indirgenmesine karşı çıkar: “Bir Marksist gerçek hayatı, gerçekliğin somut olgularını göz önüne almalı, düne ait bir teoriye takılıp kalmamalıdır, zira bu teori, diğer bütün teoriler gibi, esas ve genel olanı ana hatlarıyla ortaya koymanın ötesine geçemez, hayatı bütün karmaşıklığı içinde kucaklamaya ancak yaklaşabilir.”

Eylem kılavuzunu reçeteye dönüştürmek dogmatizmdir. Reel sosyalizmin 74 yıllık tarihinde bunun pek çok örneği görülmüştür. “Marksizm Leninizm’in yüce ideolojisi,” “Yanılmaz önderlik,” “Her şeyi bilen ve gören Parti,” “Tarihin sürekli ileriye doğru giden, her defasında komünizm cennetine biraz daha yaklaşan tekerleği” gibi ifadeler dogmatizmin belirtileridir. Devrimini yapmış ülkeler farklı dönemlerde izledikleri, birbiriyle çelişen dış politika tezlerini enternasyonalizm adına başka ülkelerdeki taraftarlarına “reçete” olarak dayatmışlardır. Marksizm bir felsefe değildir fakat Marksizm’in bir felsefesi (Hegel’den maddeci kopuşla oluşan) vardır. Bu felsefe de 1930’lardan itibaren “diyalektik ve tarihsel materyalizm” başlığı altında basit ve mekanik bir şemaya indirgenerek savunulmuştur.
Bu indirgeme dönemi tarihsel olarak kapanmıştır. Artçı etkiler bir süre daha devam edecek, zamanla sönümlenecektir. Toplumsal sınıflar var olduğu sürece uygulamalı Marksizm dersleri tarihin laboratuvarında yenilenecektir.
“Marksizm Leninizm’in yüce ideolojisi,” “Yanılmaz önderlik,” “Her şeyi bilen ve gören Parti,” “Tarihin sürekli ileriye doğru giden, her defasında komünizm cennetine biraz daha yaklaşan tekerleği” gibi ifadeler dogmatizmin belirtileridir.
Marx ve bilimsel sosyalizm ilişkisini nasıl görmek ve nereye oturtmak gerek? Bu soru bilimsel sosyalizmin kurucu babaları ve ona katkı yapan büyük isimler için de geçerli. Marx’ın öne sürdüğü tezlerin tümü bugün için de geçerli ve bu anlamda “Marksist” mi?
Her teori kendi döneminin, verili koşulların ürünüdür. Her dönemde geçerli evrensel bir teori ya da “tez” yoktur. Bugüne kadar dört sanayi devrimi oldu. Birincisi, 18. yüzyılda buharlı makinelerin ve mekanik tezgâhların kullanılmasıyla; ikincisi, 19. yüzyılın ikinci yarısında elektrikli montaj hattının üretim sürecine girmesiyle başladı. Ardından üçüncü sanayi devrimi geldi, yarı iletkenlerin ve bilgisayarların devreye girmesiyle üretimde otomasyon sürecine geçildi. Nihayet dördüncü sanayi devrimiyle birlikte üretim süreçleri dijitalleşti, kendi denetimini sağlayan otonom üretim sistemleri oluşmaya başladı. Günümüzde insansız teknoloji ve yapay zekâdan, iş gücünün, hatta insan zihninin dijitalleşmesinden söz ediliyor. Yapay zekâyı cebimizde taşıyabiliyoruz.
Modern proletarya birinci sanayi devrimiyle birlikte oluştu; Luddite (makine kırıcılığı) ve küçük burjuva anarşizan isyan evrelerinden geçerek kendi gücünün bilincine varan, “kendinde” olmaktan “kendisi için” olmaya doğru evrilen, kendi kültürüne sahip bir toplumsal sınıfa dönüştü. On dokuzuncu yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın üç çeyreğinde güçlü işçi sendikaları, işçi sınıfı partileri, “politik grev” kavramıyla birlikte ortaya çıktı. Refah devleti anlayışının yerleşmesi proletaryayı toplum sözleşmesinin tarafı hâline getirdi.
Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”da toplumsal devrimin dinamiğini (ya da diyalektiğini) şöyle açıklar: “Gelişmelerin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşer. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesinin sonucu olmaktan çıkıp, bu gelişmenin önündeki engellere dönüşür. O zaman toplumsal devrim çağı başlar.”
Marx’ın gelişmiş kapitalist ülkeler için öngördüğü süreç budur. Ancak üretim ilişkilerinin devresel/dönemsel olarak üretici güçlerin önünde oluşturduğu engeli kapitalizm ekonomik/toplumsal krizlere rağmen aşabildi; üretici güçleri üretim ilişkilerini de değiştirecek şekilde sürekli olarak geliştirebildi ve bu süreci her dönemde teknoloji devrimleriyle takviye edebildi. Toplumsal devrimler, maddi üretici güçlerin belirli bir gelişmişlik aşamasına ulaştığı ülkelerde değil, emperyalizm çağında Rusya ve Çin gibi üretici güçlerin yeterince gelişmediği ülkelerde, “zincirin en zayıf halkaları”nda gerçekleşti.

Üçüncü sanayi devriminin dördüncüsüne dönüşme evresinde sınıfsal eşitsizliğin tanımı değişmeye başladı. Önceki dönemde eşitsizliğe kâr ve ücretler açısından bakılırdı; toplumsal eşitsizliğe çözüm bulmak isteyenler (sosyalistler, hatta Üçüncü Yol öncesi Sosyal Demokratlar), gelir bölüşümü, üretim araçlarının mülkiyeti ya da denetlenmesi, kamulaştırma, vergi reformu gibi araçlarla çalışırlardı. Fakat zamanla sermaye ucuz işgücü arayışıyla ulusal sınırları savaşmadan aşmaya başladı, üretim araçlarının tanımı zorlaştı, emek süreçleri güvencesiz ve esnek hâle geldi, çok sayıda işçiyi toplayan büyük fabrikalar teknoloji yoğun küçük üretim birimlerine dağıldı, her şey özelleştirildi, vergiler bütün nüfusa yayıldı, burjuvazi fabrika kapısında hesaplaşacağınız somut bir sınıf olmaktan çıktı, sendikalar güçsüzleşerek en gelişmiş ülkelerde (ABD’den başlayarak) şirketleşmeye, mafyalaşmaya başladı. “Kendisi için sınıf”tan giderek “kendinde sınıf”a doğru gerileyen proletarya elbette ortadan kalkmadı fakat küresel olarak çok parçalı, maddi çıkarlar ve kültürel bakımdan tekil ülkeler içinde bile heterojen (ayrışık), çok katmanlı hâle geldi. Ne yapacağı belli olmayan, “yedek sanayi ordusu” niteliği taşımayan geniş “lümpen proleter” kitleleri oluştu. Bu arada, geçmişte devlete ve büyük şirketlere yakın duran elit profesyonel meslekler, iş güvenceleri ve maddî imkanlarıyla birlikte toplumsal statülerini kaybetmeye başladılar. 19. ve 20. yüzyılda iş temelinde edinilen statü neoliberal dönemde değişime uğradı, bazı örneklerde tamamen kaybedildi. Bu statü kaybı neredeyse bütün meslekleri aynı belirsiz gelecek beklentisi ve güvencesizlikte birleştirdi. Aslında bu gelişmeyi öngören Marksist iktisatçılar oldu. Mesela Ernest Mandel 1970’ler gibi erken bir tarihte teknisyenlerin, mühendislerin, öğretmenlerin, hekimlerin giderek ayrıcalıklarını kaybedeceklerine, proleterleşeceklerine işaret etmişti.
Ernest Mandel 1970’ler gibi erken bir tarihte teknisyenlerin, mühendislerin, öğretmenlerin, hekimlerin giderek ayrıcalıklarını kaybedeceklerine, proleterleşeceklerine işaret etmişti.
İçinde bulunduğumuz küresel neoliberalizm döneminde kapitalizmin işleyişi ve toplumların sınıfsal yapısı önemli ölçüde değişti. Üretim süreçlerinde kullanılan teknoloji, dijitalleşme, “karanlık/insansız fabrikalar” işçi sınıfının üretimden gelen gücünü önemli ölçüde kaybetmesiyle sonuçlandı. Üretimden gelen gücünü kullanan, güçlü kollarıyla balyoz sallayan proleter imgesi, çevresinde işçilerin aileleriyle birlikte yaşadıkları devasa sanayi kompleksleriyle birlikte kaybolmaya başladı. (Aksini iddia edenlerin 1990’lardan bu yana, netice alabilen politik grevlerin ya da genel grevlerin en ağır sömürü koşullarında bile neden gerçekleşmediğini, ekonomik sebepli grevlerin kolayca nasıl satın alınabildiğini, sendikaların nasıl işlevsizleştiğini açıklamaları gerekir.) Guy Standing’in “prekarya” dediği karma sınıfsal yapılar ortaya çıktı (bkz. Guy Standing, Prekarya-Yeni Tehlikeli Sınıf, İletişim 2022). Sadece sosyal refah ve daha adaletli bir bölüşüm talep eden ve bağrında geçmişten gelen bütün ideolojik formasyonları barındıran bu yapılar/kitleler dünyanın her yerinde neoliberalizme karşı ayaklanma benzeri hareketlere giriştiler. Bu hareketlerin ideolojik olarak nasıl ayrışacağını bugünden bakarak değerlendirmek çok zor.
Marx bütün bunları öngöremezdi. Komünist Manifesto’dan bu yana 176 yıl geçti. Yeni bir Lenin, yeni bir Ekim Devrimi, Marx’ın ya da yeni marxların teorik tezlerine ve hipotetik görüşlerine yeni bir hayatiyet kazandırmadı. Bugünün kapitalizmini ya da devrim dinamiklerini Marx’ın kitaplarında bulamayız. Marx’tan geriye kalan, “tezler”den çok, yöntemdir. Devlet’e, topluma, toplumsal sınıflara, teknolojiye, üretim ve bölüşüm ilişkilerine bakarken bu yöntemi kullanırız, tarihsel süreçleri maddeci bir anlayışla yorumlarız. Marx kâhin değildi, biz de Marksizmin müritleri değiliz. Hiçbir teorinin ya da “kurucu baba”nın müridi değiliz. Aksi hâlde kehanetin gerçekleşmesini bekleyen bağnazlardan farkımız kalmaz.
“… insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar; çünkü yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu yerde ortaya çıkar.”
“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”da yer alan yukarıdaki cümleden hareketle, her tekil durumda ancak çözebileceğimiz sorunları önümüze koyabileceğimizi; çözemeyeceğimiz, çözüm için gerekli maddi koşulların henüz mevcut olmadığı sorunların olası çözümlerinin spekülasyon alanında kalacağını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, mevcut gerçekliği teoriye uydurma çabası yerine, mevcut gerçekliğin teorisini yapmak gerekir. Bu da yöntemin yanı sıra politik aklı gerektirecektir.
Bilim ve sosyalizm ilişkisi nerede başlar ve nerede biter? Bir ideoloji olarak Marksizm ne kadar bilimsel olabilir? Marksizm bir bilim mi?
“Bilimsel sosyalizm” kavramını ilk kez Friedrich Engels kullandı. Marx’ta böyle bir kavram yok. Engels 1880’de yazdığı, Sol Yayınları’nın “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” adıyla 1970’te Türkçe yayınladığı kitapta, Saint-Simon, Robert Owen, Charles Fourier gibi ütopik sosyalistlerin görüşleri ile Marx’ın ve kendisinin geliştirdiği sosyalizm düşüncesini ayırmak için sosyalizmin önüne “bilimsel” sözcüğünü ekledi. Aynı zamanda, muhtemelen, o dönemde önemli atılımlar yapan, değişmez ve mutlak olduğu varsayılan bilimsel bilginin saygınlığını da Marksist düşünceye kazandırmak istiyordu. Geriye doğru bakıldığında “bilimsel” ekinin biraz talihsiz olduğu, Marksizm’in başlı başına bir bilim olduğu şeklinde bir yanılsamaya yol açtığı söylenebilir. Marksizm bilimi/bilimsel yöntemi kullanmıştır doğal olarak fakat kendisi başlı başına bir bilim ya da “bilimsel” değildir. Bir şeyin bilimsel olabilmesi için deneyle kanıtlanmış olması gerekir. Değişmez varsayılan ve deneyle kanıtlanan her bilginin farklı koşullarda yapılan başka deneylerle aşıldığını görüyoruz. Bilim böyle gelişiyor: kendi paradigmalarını aşarak. Bu anlamda Marksizm’e “bilimsel” demek, ona kanıtlanmış, değişmez özellikler atfetmek haksızlık olur.

Bilimsel sosyalizmin modernitenin çocuğu olduğunu görüyoruz. Onun moderniteden aldığı ve ona verdiği/vermeyi vaadettiği şeyler nelerdir?
Marksizm Aydınlanma Çağı’nın, insanın kendi aklını kullanmaya cesaret ettiği çağın ürünüdür. Akıl aracılığıyla doğru bilgiye ulaşırız ve doğru bilgiyi kullanarak toplumsal gelişmeyi, ilerlemeyi sağlarız. Modernite bu anlayışın uzantısıdır; geleneksel olanın aşılmasını yenilenmesini, yerleşik olan her şeyin sarsılmasını, “katı olan her şeyin buharlaşmasını,” toplumsal ve bireysel hayatın ve onları çevreleyen bütün kurumsal, estetik ve kültürel yapıların değişmesini öngörür.
Marx moderniteyi coşkuyla karşılamıştır. İnsan, doğanın güçlerine boyun eğdirecek, yerleşik toplumsal kalıpları kırıp atacak, insanlığın ilerlemesinin önündeki bütün kurumsal, hukukî, kültürel engelleri kaldıracak ve sürekli ilerleyecektir. Doğaya ve bilimsel buluşlara hükmeden, feodal kalıpları parçalayan, sömürünün biçimini değiştirerek donmuş servetin yerine sermaye birikimini geçiren, üretici güçleri ve teknolojiyi geliştiren kapitalizmin modern dinamizmi Marx’ı büyülemiştir. Bu anlamda Marx elbette “modernist”tir. Fakat Komünist Manifesto aynı zamanda bir modernizm eleştirisidir. Marksizmin modern toplum eleştirisinin temelinde kapitalizm ve onun üretim ilişkileri yer alır. Kapitalistin kâr hırsı, sonunda modernitenin insanlığın yararına olan bütün yönlerini engelleyecek, nihayet “modern” proletarya burjuvazinin mezar kazıcısı olarak tarih sahnesine çıkacak, yeni bir siyasî, iktisadî ve toplumsal düzenin kuruluşu yönünde ilerleyecek ve bu ilerleme sonsuz refah toplumuna kadar kesintisiz devam edecektir.
Mezar kazma olayı gerçekleşmemiş olsa da, eski düzeni yıkarak ilerlemeyi hedefleyen bu analitik dinamizmi Marx moderniteden almış, moderniteyi aşacak potansiyeli de sınıf mücadelesinde görmüştür.
Komünist Manifesto aynı zamanda bir modernizm eleştirisidir. Marksizmin modern toplum eleştirisinin temelinde kapitalizm ve onun üretim ilişkileri yer alır.
Küçük bir parantez açarak belirtelim ki Engels, insanın doğaya tam ve sonsuz hâkimiyetini olumlayan Marx’a, “Doğanın Diyalektiği” adlı kitabında küçük bir düzeltme getirerek, “Doğal varlıklar karşısında kazandığımızı zannettiğimiz her zafer için doğa bizden intikamını alır” demiştir. Ayrıca Engels, III. Napoleon döneminin ünlü mimarı Georges Eugène Hausmann’la başlayan modern kent mimarisine karşı çıkmış, “Modernleşme değil “Haussmannlaşma” dediği bu sürecin burjuvazinin kentsel alana hâkimiyetini sağlamak gibi özel bir amaç taşıdığını belirtmiştir.
Sonuç olarak: Kapitalizmin hükmettiği dünyada kâr dürtüsüyle süren ilerlemenin yarattığı yıkıcı kaosun insanlığı felaketin (nükleer, ekolojik, demografik) eşiğine getirdiği dikkate alınırsa, Marksizmin modernizm eleştirisi günümüzde de geçerlidir.
Yavuz Alogan’ın e-posta adresi: yalogan@gmail.com