Bir kelebeğin kanat çırpması dünyanın öbür ucunda bir kasırgayı tetikleyebilir mi? Cevap hangi perspektiften baktığınıza göre değişebilir.
Erik Van Aken
Çeviren: Okan Nurettin Okur
Kleopatra güzelliğini kaybetmeye başlar ve Roma İmparatorluğu çöker. Sabah trenini kaçırırsınız ve beklenmedik bir karşılaşma hayatınızın akışını değiştirir. Michoacán’daki bir ağaçta bir kelebek kanat çırpar ve dünyanın öbür ucunda kasırga oluşur. Bu senaryolar, 20. yüzyılın ortalarında bilim insanlarının karmaşık sistemlerdeki küçük olayların nasıl büyük, öngörülemez sonuçlar doğurabileceğini tanımlamak için ortaya attıkları bir terim olan kaosa dair meşhur örneklerdi.
Bu hoş, kurgusal senaryoların ötesinde size kaosu anlatmak ve şu soruyu sormak istiyorum. Bir kelebeğin kanat çırpışı gerçekten uzaktaki bir kasırgayı tetikleyebilir mi? Bu sorunun yanıtını bulmak için önce Newton fiziğinin klasik dünyasına yolculuk yapmalıyız.
Karşımıza çıkan manzara devasa gezegenlerden günlük yaşamın en temel alanlarına kadar kaos ve düzenin karşıt değil, karmaşık bir şekilde birbirine bağlı olduğu bir sistemdir.
Chaos: Making a New Science (1987) adlı kitabında James Gleick, 20. yüzyıl biliminde üç teorinin öne çıktığını ifade eder: görelilik, kuantum mekaniği ve kaos. Bu teoriler, klasik fizik anlayışımızı daha karmaşık, gizemli ve öngörülemez bir dünyaya doğru kaydırdıkları için ayırt edicidir.
Isaac Newton ile anılan klasik fizik; determinizm ve düzen tarafından yönetilen bir evren modeli çizdi. Mükemmel bir şekilde tasarlanmış bir makineye benzeyen bu dünyada her eylem, tıpkı bir domino taşının düşmesi gibi sonucun ne olacağına dair mutlak bir sonuç öngörüyordu. Bu mutlak öngörülebilirlik bugünü bilmenin geleceği bilmek anlamına geldiği bir dünya tasarımı sunuyordu.
Klasik fizik, Newton’un takipçilerine sadece düzenli bir evren modeli sunmakla kalmadı, aynı zamanda doğal dünya üzerinde derin bir hakimiyet duygusu da aşıladı. Newton’un keşifleri, daha önce anlaşılmaz sırlarla dolu olan Evren’in artık o kadar da gizemli ve karmaşık olmadığı inancını pekiştirerek bilimin gücüne dair eşi benzeri görülmemiş bir ivmeye yol açtı. Newton’un yasaları ve devrim niteliğindeki matematiğiyle donanmış olan önde gelen düşünürler, nihayet gerçekliğin sırlarını çözdüklerini düşünüyorlardı. Bu bilimsel zafer atmosferinde, Aydınlanma’nın büyük şairi Alexander Pope, Newton’u efsaneleştiren bir mezar yazısı yazdı.
Newton fiziğinin düzenli ve öngörülebilir dünyası, çarklardan yaylara kadar işleyişini açığa çıkarmaya hazır mekanik bir evren hayali her halükarda bir yanılsamadan ibaretti. 20. yüzyılda bilim çok daha karmaşık, daha az öngörülebilir ve gerçekten de kaotik bir evreni ortaya çıkardı.
Doğa ve doğanın yasaları gecenin içinde saklıydı,
Tanrı dedi ki, Newton olsun ve her şey aydınlandı.
Fakat Newton’un çığır açan fiziği herkesi aynı derecede heyecanlandırmamıştı. John Keats, Lamia (1820) eserinde, deney ve gözlemin karşısında gizem ve mucizenin kaybolup gitmesine ilişkin endişelerini dokunaklı bir şekilde dile getirmişti:
Soğuk, ruhsuz felsefenin tek bir dokunuşuyla,
Bütün tılsımlar kaybolup gitmez mi?
Bir zamanlar cennette muhteşem bir gökkuşağı vardı.
Onun dokusunu, dokunuşunu artık sadece,
Renksiz, cansız sayfalardan okuyoruz.
Felsefe meleklerin kanatlarını kıracak,
Kural ve çizgiyle tüm gizemleri fethedecek.
Boşaltın büyülü havayı ve cüce madenlerini,
Gökkuşaklarını çözün, tıpkı önceden yapıldığı gibi,
Şefkatli Lamia artık eriyip gölgeye dönüştü.
Klasik fiziğin soğuk felsefesi, doğal dünyayı büyüsünden ve gizeminden arındırarak gökkuşağını çözüyor gibiydi. Keats, meleklerin kanatlarını kırpabilen ve dünyanın harikalarını sıradan şeylerin sıkıcı kitaplarındaki basit kayıtlara indirgeyen bilimsel rasyonalizasyon sürecine epeyce içerlemişti.
Kaos teorisi, özellikle makroskopik düzeyde, büyüleyici bir öngörülemezlik ortaya koymaktadır.
Gizemli, efsunlu bir dünya görüşünün hüzünlü vedasının yanında 20. yüzyıl; uzay ve zaman anlayışımızı yeniden tanımlayan göreliliğin, atom altı dünyada devrim yaratan kuantum mekaniğinin ve kaos teorisinin ortaya çıkışıyla dramatik bir değişime tanıklık etti.
Newton fiziğinin düzenli ve öngörülebilir dünyası, çarklardan yaylara kadar işleyişini açığa çıkarmaya hazır mekanik bir evren hayali her halükarda bir yanılsamadan ibaretti. 20. yüzyılda bilim çok daha karmaşık, daha az öngörülebilir ve gerçekten de kaotik bir evreni ortaya çıkardı.
Kaos teorisi de klasik fizik anlayışımıza meydan okumaktadır. Bununla birlikte, kuantum mekaniği ve görelilikten farklı olarak, kaos teorisi Newtoncu bir çerçeve içinde çalışır. Mutlak yasalar tarafından belirlenen deterministik bir gerçeklik varsayar. Yine de kaos teorisi, özellikle makroskopik düzeyde, büyüleyici bir öngörülemezlik düzeyi ortaya koymaktadır.
Görünüşte determinist bir dünya görüşüyle çelişen kaos teorisinin ortaya koyduğu öngörülemezlik, doğrusal olmayan sistemlerin karmaşık doğasından kaynaklanmaktadır.
Dinamik sistemlerde davranış zaman içinde değişir. Determinizm kavramı, gelecekteki durumların herhangi bir rastgelelik veya şans olmaksızın mevcut koşullar tarafından kesin olarak belirlendiği anlamına gelir. Bununla birlikte, dinamik sistemler doğrusallıktan uzaklaştığında davranışları daha karmaşık ve daha az öngörülebilir hale gelir. Bu karmaşıklık, girdi çıktı ya da neden sonuç arasındaki ilişkiselliğin bozulmasından kaynaklanır.
Basit bir musluk düşünelim. Düşük basınçta su laminer yani düzgün bir şekilde akar. Basınç arttıkça akış aynı doğrultuda devam ederken su hafifçe genişler. Ancak basınç değişiminin öyle kritik bir anı vardır ki bu noktada faz geçişi görülür. Düzenli akış yerini kaosu çağrıştıran çalkantılı akışa bırakır. Akışkanlar gibi doğrusal olmayan sistemlerin küçük değişikliklere duyarlılığı, öngörülemeyen sonuçlara yol açar.
Bir dağın tepesinden aşağı doğru küçük bir çakıl taşı attığınızı düşünün. Başlangıç noktasındaki küçük değişimler, engebeli arazi, toprak yoğunluğu, rüzgar yönü bile son konumunu büyük ölçüde değiştirebilir. Çakıl taşını ilk bıraktığımız yerden bir milimetre uzağa bırakarak basit bir deney yaptığımızı düşünün. Çakıl taşının hareketi rüzgar gibi dış etkenler tarafından biraz değiştirilirse, çok yoğun bir toprak parçasına veya büyük bir kayaya çarparsa, hızı önemli ölçüde artabilir ve sonuçta ilk düştüğü yerden çok uzakta beklenmedik bir yerde durabilir.

Uzayda iki cisim düşünün: Dünya ve Ay. Newton mekaniği bu iki cismin yörünge hareketlerini mükemmel bir şekilde tahmin etmemizi sağlar. Ancak üçüncü bir cismi, Güneş’i eklediğimizde, Newtoncu öngörülebilirliğe meydan okuyan bir karmaşıklık düzeyi keşfederiz. Bu üç cisim arasındaki kütleçekimsel etkileşimler, başlangıç koşullarındaki küçük değişikliklerin, örneğin herhangi bir cismin mesafesindeki veya hızındaki küçük değişikliklerin çok farklı sonuçlara yol açabileceği dinamik, doğrusal olmayan bir sistem yaratır. Böylece üç cismin uzun vadeli konumlarını tahmin etmek neredeyse imkansız hale gelir.
Matematiksel ve bilimsel açıdan bakıldığında kaos, rastgele görünen ancak özünde deterministik olan sistemleri ifade eder. Genellikle bir şans oyunu olarak algılanan rulet tekerleği örneğini ele alalım. Sonucun tamamen rastgele olduğunu varsaysak da, rulet çarkının hareket, sürtünme ve döndürme kuvveti de dahil olmak üzere temel mekaniği deterministik fiziksel yasalara bağlıdır. Öngörülemezliğin esas sebebi, başlangıç koşullarının değişkenliğidir. Topun ne kadar güçlü bir şekilde bırakıldığı, çarkın dönme hızı, klima gibi çevresel faktörlerden kaynaklanan küçük etkiler ve hatta müşterilerin masa etrafındaki hareketleri. Genellikle önemsenmeyen bu faktörler, sonucu önemli ölçüde etkileyebilir. Kaos teorisi bize başlangıç koşullarında görünüşte önemsiz değişikliklerin bile büyük etkilere yol açabileceğini öğretir.
Matematiksel ve bilimsel açıdan bakıldığında kaos, rastgele görünen ancak özünde deterministik olan sistemleri ifade eder.
Halk arasında kelebek etkisi olarak bilinen kaos teorisi, yaygın neden-sonuç anlayışımızı yerle bir edebilir. Uzun vadeli geleceği tahmin etmenin inanılmaz derecede karmaşık olduğunu, çünkü küçük, görünüşte alakasız olayların bile önemli sonuçlar doğurabileceğini öne sürer.
‘Kelebek etkisi’ terimi ve dolayısıyla kaos teorisi Meteorolog Edward Lorenz’e atfedilir. Brezilya’da kanat çırpan bir kelebek, üç hafta sonra Teksas’ta bir kasırgaya yol açan olaylar zincirini başlatabilir.
Küçük nedenlerin büyük etkileri olduğu fikri tanıdık gelse de, kaos teorisi dünyanın nasıl işlediğine dair yaygın varsayımlarımıza meydan okur. Şaşırtıcı olan ise, küçük olayların önemli sonuçlar doğurabileceği değil, bu sonuçları tahmin etmenin ne kadar zor olduğudur. Bu temel ilkenin teknik bir tanımı vardır: başlangıç koşullarına ‘hassas bağımlılık’. Örneğin, bir rulet topunun düşürülmeden önceki konumu, rulet çarkının hızı, vb.
Ancak hassas bağımlılık yeni bir kavram değildir. Tarihte bir yeri vardır:
Bir çivi yüzünden nal düştü.
Nal olmadığı için at öldü.
Bir at için bir süvari kaybedildi.
Bir süvari olmadığı için savaş kaybedildi.
Bir savaş uğruna krallık kaybedildi.
Bir çivinin yokluğu nihayetinde krallığın düşmesine neden olmuştur. Küçük olaylar önemli sonuçlara yol açabilir. Ancak kaos teorisi çerçevesinde bu fikri daha da ileri götürebiliriz.
Bir sistemin koşullarındaki küçük değişimler, örneğin önemsiz görünen eksik bir çivi, birikerek beklenmedik bir değişimi tetikleyebilir. Nalın düşmesi, atın yaralanması, savaşın kaybedilmesi gibi. Bu ani değişiklikler, sistem içindeki şaşırtıcı geçişler, altta yatan fiziksel yasalar tarafından yönlendirilir, ancak basit olaylar gibi görünen şeylerin doğasında var olan öngörülemezliği ve karmaşıklığı ortaya çıkarırlar.
Eksik bir çivinin bir krallığın kaybına yol açması gibi, uzaktaki bir böceğin çırpınışı da felaket olaylarını tetikleyebilir mi? Cevap, belki de şaşırtıcı bir şekilde dünyaya nasıl bakmayı seçtiğimize ve neden-sonuç ilişkisini nasıl anladığımıza bağlıdır.
‘Kelebek etkisi’ terimi ve dolayısıyla kaos teorisi Meteorolog Edward Lorenz’e atfedilir.
İki farklı perspektifi ele almadan önce, kelebek etkisinin sadece bir metaforu olduğunu belirtmek çok önemlidir. Kelebek etkisi her ne kadar bir metafordan ibaret olsa da Lorenz’in çalışmalarının bilimsel temelleri olduğunu bilmek çok önemlidir.
Lorenz’in bir meteorolog olduğundan bahsetmiştim. Gerçekten de, hava durumunu incelemiş, tahminleri iyileştirmenin yollarını bulmaya çalışmıştı. Bir fırtınanın ne zaman ortaya çıkabileceği, nereye döneceği, ne zaman dineceği gibi. MIT’deki araştırmaları sırasında Lorenz, belirli bir bölgedeki varsayımsal hava sistemlerini izlemek için basit bir bilgisayar modeli geliştirdi. Hikayeye göre, Lorenz bilgisayar programına bazı sayılar girmiş ve kahve almak için ofisinden ayrılmış, döndüğünde şok edici bir sonuçla karşılaşmıştı.
Modeli nispeten basitti. Havanın nasıl hareket ettiğini ve sıcaklıkların nasıl dalgalandığını göstermek için bir dizi diferansiyel denklem kullanıyordu. Lorenz daha önce çalıştırdığı bir simülasyonu tekrarlıyordu. Ancak bir değişkeni .506127’den .506’ya yuvarlamıştı, bu görünüşte önemsiz bir değişiklikti. Lorenz’i şaşırtan şey, bu küçük değişikliğin modelin çıktısını büyük ölçüde değiştirmesiydi.
Lorenz’in çığır açan çalışması şaşırtıcı bir olguyu ortaya çıkardı: Küçük değişiklikler muazzam, öngörülemeyen sonuçlar doğurabilir ve uzun vadeli tahminlerde aşılmaz engellere yol açabilir. Kelebek etkisi olarak adlandırdığımız bu olgunun bilimsel temeli, doğrusal olmayan sistemlerin başlangıç koşullarına olan duyarlılığına dayanmaktaydı.
Doğrusal olmayan sistemlerin kaotik doğası matematikten daha fazlasını etkiler. Örneğin, biyolojik evrimde küçük genetik mutasyonlar veya çevresel değişiklikler zaman içinde önemli evrimsel değişimlere yol açabilir. Evrimin mekanizması doğrusal veya öngörülebilir değildir; bunun yerine, bir çakıl taşının dağdan aşağı hareketi gibi beklenmedik kıvrımlar ve dönüşlerle doludur. Benzer şekilde, ekonomide de piyasalar karmaşık, doğrusal olmayan sistemler olarak işlev görür. Bir şirket hakkındaki söylentiler ya da faiz oranlarındaki küçük değişiklikler tetikleyici olarak hareket ederek önemli ve beklenmedik değişimlere yol açabilir. 2007-2008 mali krizi, tek bir sektördeki küçük pürüzlerin küresel bir erimeye dönüşebileceğini hatırlatan sarsıcı bir örnektir.
Belki de küçük olaylarla ilgili en iyi ifadeyi Terry Pratchett ve Neil Gaiman, Good Omens (1990) kitabında kullanmışlardır:
”Eskiden dünyayı değiştiren olayların büyük bombalar, manyak politikacılar, büyük depremler veya büyük nüfus hareketleri gibi şeyler olduğu düşünülürdü, ancak artık bunun modern düşünceden tamamen uzak insanlar tarafından benimsenen çok eski moda bir görüş olduğu anlaşıldı. Kaos teorisine göre dünyayı gerçekten değiştiren şeyler küçük şeylerdir. Amazon ormanlarında bir kelebek kanat çırpıyor ve ardından bir fırtına Avrupa’nın yarısını kasıp kavuruyor.”
Küçük şeyler önemlidir. Peki, aşağı yukarı bir kuruş ağırlığındaki bir kelebeğin hareketi büyük bir fırtınaya neden olabilir mi? Cevap oldukça karmaşıktır. Cevap hem evet hem de hayır. Klasik fiziğin bakış açısından evet, insan failler olarak bizim bakış açımızdan ise hayır.
Açıklamama izin verin.
Bir kibrit yakma eylemini düşünün. Geleneksel olarak, bu eylem basit, doğrusal bir şekilde algılanır. Kibritin çakılması (A olayı) ateşlemeye (B olayı) yol açar, görünüşte 19. yüzyıl filozoflarının ”nedensellik yasası” olarak adlandırdığı şeyi gösterir. A olayı verildiğinde, B olayı onu takip edecektir. Yeterince basit. Ta ki nedensellik yasasının klasik fiziğin merceğinden incelendiğinde bozulduğunu öğrenene kadar.
Fizik bize bir kibritin ateşlenmesinin yalnızca kibritin çakılmasının bir sonucu olmadığını, bunun yerine çok sayıda unsurun bir araya gelmesiyle oluştuğunu söyler. Bunlar arasında kibritin kimyasal bileşimi, vuruş sırasında uygulanan kuvvet, oksijenin varlığı ve diğer birçok faktör yer alır. Kritik nokta, fiziksel bir perspektiften bakıldığında, nedenselliğin basit bir dizi değil, her biri nihai olaya az ya da çok katkıda bulunan sayısız faktörün karmaşık bir etkileşimi olduğudur.
Böylece, klasik fizik alanında, neden kavramı dramatik bir şekilde genişler. Her olayın geçmişindeki her şeyin nedensel olarak kabul edilebileceğini öne sürer. Ormanda düşen bir ağaç örneğini ele alalım. Düşen ağaç için geçmiş; rüzgar, ağacın sağlığı ve toprak koşulları gibi anlık faktörlerin yanı sıra, hava modellerinin oluşumundan ekolojik değişikliklere ve hatta Dünya’nın iklimini etkileyen uzak güneş faaliyetlerine kadar çok sayıda daha uzak olayı da içerir. Görünüşte ne kadar ilgisiz veya uzak olursa olsun, her olay ağacın geçmişi ile birleşerek karmaşık bir nedensellik ağına katkıda bulunur.
Neredeyse her şey diğer her şeyi etkiliyorsa, ‘neden’ kelimesi anlamını yitirmeye başlar.
Filozof Alyssa Ney yukarıdaki noktayı dikkate değer bir netlikle özetlemektedir. Ney, ‘Physical Causation and Difference-Making’ (2009) başlıklı çalışmasında, nedenselliği temellendirmek ya da anlamak için fiziğe başvurduğumuzu varsayarak şöyle yazmaktadır.
”Bu dünyada çok sayıda nedensel ilişki var, belki de normalde varsaydığımızdan çok daha fazla. En iyi fiziksel teorilerimizin alanları tüm evrene yayılmıştır ve ulaşabildikleri her şeyle etkileşim halindedir. Sizin bu sabah evden çıkmanız gibi küçük olayları, biraz sonra Irak’ta meydana gelecek daha önemli olaylarla ve galakside daha uzakta meydana gelecek olaylarla ilişkilendirirler. Bu resimde ‘her şeyin her şeye neden olduğu’ tam olarak doğru değildir, ancak işler buna yaklaşır.”
Bertrand Russell’ın ‘On the Notion of Cause‘ (1912-13) adlı kitabındaki argümanlar fizikteki nedensellik kavramını daha da karmaşık hale getirir. Russell neden ve sonuç fikrine tamamen karşı çıkar. Özünde, A’nın B’ye neden olmasının ve A’nın etkisinin çevreye yayılmasının, A olayının kapsamını tekrarlanamaz hale gelecek kadar genişlettiğini savunur.
Russell’ın argümanı bizi bir ikileme götürmektedir: Nedensellik yasasını kabul edebilmemiz için, olayları değişmez tekdüzeliklere indirgeyerek ve A üzerindeki fiziksel etkileri ihmal ederek tanımlamalıyız. Ancak, bu ihmal nedensel etkileri istemeden dışlayabilir ve nedensellik ilkesini zayıflatabilir. Böylece Russell iki önemli sonuç ileri sürmektedir: Birincisi, geleneksel nedensellik kavramımız fiziğe dayanmamaktadır. İkincisi, eğer ‘neden’ gibi kavramlar fiziğe indirgenebilir olmak zorundaysa, ‘neden’ terimini ortadan kaldırmalıyız.
Russell’a göre, hiçbir neden ve sonuç yoktur.
Bu kelebek etkisi için ne anlama geliyor? Basitçe, nedenselliğe fizik merceğinden baktığımızda, bir kelebeğin kanat çırpmasının daha sonraki bir fırtınaya katkıda bulunan bir neden olarak sayıldığı anlamına gelir. Ancak fırtınanın geçmişindeki diğer her şey de öyle. Tüm kanat çırpan kelebekler, Pasifik’teki bir balina, Edinburgh’da futbol oynayan küçük bir çocuk ve Ay’ın yerçekimi etkisi nedensel olarak sayılır.
Bu gerilim bizi Russell’ın radikal sonucuna yaklaştırır. Eğer neredeyse her şey diğer her şeyi etkiliyorsa, ‘neden’ kelimesi anlamını yitirmeye başlar.
Yine de nedensellik felsefesinde, R G Collingwood, Nancy Cartwright, Huw Price ve James Woodward gibi düşünürlerin öne sürdüğü, neden kavramını insan pratiğinde konumlandırmamız gerektiğini savunan bir çizgi vardır. Bu görüşe göre, ‘nedenler’ doğada bize bir ölçüde kontrol sağlayan ‘tutamaklar’ olarak görülür. Bu çerçeve, insan perspektiflerinin olayları şekillendirme, çerçeveleme veya sınırlamadaki rolünü vurgulamakta ve bizi karmaşık sistemlerdeki etkimizin boyutunu düşünmeye zorlamaktadır.
Bu, fiziksel nedensellik ile dünyayı anlamak ve yönlendirmek için neden kavramını nasıl kullandığımız arasındaki ayrımı vurgulamaktadır. Soğuk algınlığını önleme çabalarımı düşünün: Diyet, uyku ve kimlerle etkileşimde bulunduğum gibi kontrol edilebilir faktörlere odaklanıyorum; kelebekler ve uzaktaki balinalar gibi görünüşte alakasız faktörleri göz ardı ediyorum. Kritik nokta şudur: Bir kelebeğin hareketi gibi uzak ve kontrol edilemeyen faktörler bazı küçük fiziksel etkilere sahip olabilirken, kelebeğin hareketi fiziksel sağlığım üzerinde bir fark yaratmaz. Filozoflar bunu genellikle olasılık terimleriyle ifade ederler: Yeterince uyuduğumdan emin olarak soğuk algınlığına yakalanma olasılığımı azaltabilirim, ancak bir kelebeği yakalayıp güvenli bir şekilde kavanozda tutarak bu olasılık değişmez ya da karşı olgulardan da söz edelim: Sabah 4’e kadar uyanık kalmamış olsaydım, hasta olmayacaktım. Şu karşı olguyu saçma olduğu için reddediyoruz: Bu kelebek bir çiçekten diğerine geçmemiş olsaydı, hasta olmazdım.
Ancak burada bile küçük bir çatışma olduğuna dikkat edin. Bir kelebeğin hareketinin sağlığım üzerinde bir etkisi olduğu doğruysa, ne kadar uyuduğum gibi kontrol edilebilir faktörlere odaklanmak keyfi midir? Hayır, çünkü odağımızı fizikten daha pratik, insan düzeyinde bir bakış açısına kaydırdığımızda temel nedensel akıl yürütmeyi mümkün kılarız. Aslında bu, ‘neden’ kavramını olağan kullanımımızın merkezi bir yönü gibi görünmektedir. Yaralanmaktan veya hastalanmaktan kaçınmak isteyebiliriz ve bu ilgimiz bizi belirli bir dizi soru sormaya yönlendirir; bu da bizi dünyanın büyük bir kısmının ilgisiz hale geldiği gerçeğine götürür. Örneğin akciğer kanseri ya da grip olmaktan kaçınmak istiyorsak, hükümdar kelebeklerinin mevcut göç düzenleri ya da Kaliforniya’daki üniversite sayısı ile ilgilenmeyiz.
EH Carr’ın ufuk açıcı çalışması What Is History? (1961)’nin ‘Tarihte Nedensellik’ başlıklı bir bölümünde Carr, determinizmin tarihsel analize ciddi komplikasyonlar getirdiğini kabul eder. Bununla birlikte, tarihçilerin genellemelere ya da Carr’ın ‘gerçek’ nedenler dediği şeylere odaklanmaları gerektiğini vurgular. Örnek vermek gerekirse, bir paket sigara almak için yürüyen Smith’in kör bir köşeden hızla geçen sarhoş bir sürücü tarafından öldürüldüğünü düşünün. Smith sigara içmeseydi ölmeyeceği doğru olsa da, “Smith’in ölümüne sigara neden oldu” önermesini genelleştiremeyiz. Smith’in ölümünün gerçek nedeninin sarhoş sürücü, aracın hızı ya da kör viraj olduğunu söylemek, tarih ve günlük yaşam bağlamında çok daha yararlıdır. Bu nedenle tarihçiler II. Dünya Savaşı’nın nedeni olarak Hitler’in doğmasını değil, Versay Antlaşması’nı ya da Nazilerin 1939’da Polonya’yı işgal etmesini gösterirler.
Temel bir tez ortaya çıkıyor: Russell’ın problemini, fizikteki nedensellik problemini, bakış açımızı değiştirerek aşabiliriz. Dünyaya fiziğin merceğinden ziyade insan eylemliliğinin sıradan merceğinden bakarsak, nedenlerden tutamaklar olarak bahsedebiliriz, yani doğada bazı etkilerde fark yaratan ve bize bir kontrol duygusu sağlayan olaylar.
Sam ve Suzy’nin bir ateşin yanında durduğunu hayal edin. Her iki seyirci de ateşi söndürmek istemektedir. Suzy’nin yangına hortumla su sıkmaya karar verdiğini ve Sam’in de yangının sönmesi için dua etmeye karar verdiğini düşünün. Fiziksel bir perspektiften bakıldığında, Sam ve Suzy (biri püskürtüyor diğeri dua ediyor) sadece varlıklarıyla ve dolayısıyla eylemleriyle yangını etkiliyor. Ancak, makro düzeyde insan perspektifinden bakıldığında, yangını yalnızca bir kişi etkilemektedir. Yani, sadece Suzy’nin su püskürtmesi alevler üzerinde bir fark yaratır.
Yani eylemlerimiz hem fiziksel yasaların belirleyiciliğine bağlıdır hem de niyetle zenginleştirilmiştir.
Bakış açımızı fizikten eylemliliğe ve fark yaratmaya kaydırdığımızda, kelebek etkisinin en sezgisel değerlendirmesine ulaşırız. Bizim bakış açımıza göre kelebek fırtınanın nedeni değildir çünkü kelebekleri manipüle ederek fırtınaları etkileyemeyiz. Ayrıca kelebeğin fırtına üzerinde bir etkisi olsa da, fırtınaların oluşumunda tahmin edebileceğimiz veya kontrol edebileceğimiz bir şekilde bir fark yaratmaz.
Fiziğin ve insan eylemliliğinin bakış açıları arasındaki ikilemi araştırmak bir paradoksu ortaya çıkarır: Eylemlerimiz aynı anda hem fiziksel yasaların belirleyiciliğine bağlıdır hem de bunların ötesine geçen niyet, amaç ve anlamla zenginleştirilmiştir.
Bunun ne anlama geldiğini tam olarak anlamak için, Fyodor Dostoyevski’nin büyük romanı Karamazov Kardeşler’den (1880), iyiliksever bir Tanrı’nın acıya nasıl izin verebileceğini soran bir derse kulak verin. Romanda erdemli tek bir karakter vardır: Dostoyevski’nin dehası aracılığıyla dikte edilen basit öğretisi kaos, nedensellik ve fark yaratma konularına ışık tutan keşiş Peder Zosima:
”Bakın, burada küçük bir çocuğun yanından öfkeyle, kötü sözle, gazaplı bir ruhla geçtiniz; belki çocuğu hiç fark etmediniz, ama o sizi gördü ve çirkin tavırlarınız onun masum kalbini yaraladı. Farkında değildiniz ama onun içine kötü bir tohum ekmiş olabilirsiniz ve bu tohum büyüyebilir; tüm bunlar çocuğun önünde kendinizi dizginlemediğiniz, içinizde sevgi beslemediğiniz için olabilir. Çünkü insan bir an için değil, her zaman için sevmelidir. Herkes, kötü bir adam bile, tesadüfen sevebilir. Genç kardeşim kuşlardan af diledi: Anlamsız görünüyor, ama doğru, çünkü her şey bir okyanus gibidir, her şey akar ve birbirine bağlanır; bir yerde ona dokunur ve dünyanın diğer ucunda yankılanır.”
Kaynakça:
https://aeon.co/essays/does-chaos-theory-square-classical-physics-with-human-agency (son erişim tarihi: 02.08.2024).

