1 Kasım 1755’te zamanının en zengin ve kalabalık Avrupa şehirlerinden biri olan Lizbon depremle sarsıldı. Lizbon’un bir liman şehri olmasıdan dolayı depremden sonra şehri şiddetli tsunami dalgaları vurdu. Deprem ve depremin sonrası, o zamanın Avrupa’nın aydınlarını ve filozoflarını derinden etkiledi.
Yazan: Beyza Kaplan
1755 Lizbon depremi
1755 Lizbon depremi veya diğer adıyla Büyük Lizbon depremi 1 Kasım 1755’te gerçekleşti. Şiddetinin 7.7-9.0 aralığında olduğu düşünülen depremle birlikte meydana gelen tsunami ve yangınlar neredeyse şehri yok etti. Yaklaşık 12.000-15.000 insanın meydana gelen bu afetler sonucunda hayatını yitirdiği düşünülüyor. Bu afetler tek insanları etkilemedi, şehrindeki birçok yapı tahrip oldu özellikle de kiliselerin. Önemli 40 kiliseden 20 veya 30 tanesinin bu depremle yerle bir olduğu biliniyor. Bu depremin özellikle kiliselerin yıkılmasına yol açtığı ve Azizler Günü’nde meydana gelmesiyle insanlar yargı gününün geldiğine inanmaya başladı.
Şiddetinin 7.7-9.0 aralığında olduğu düşünülen depremle birlikte meydana gelen tsunami ve yangınlar neredeyse şehri yok etti.
Bu deprem sadece Kant’ın değil Voltaire gibi birçok kişinin var olan inançlarını ve doğal afetlerin Tanrının cezası olduğu yönündeki doktorinleri sorgulamasını sağladı ve teoloji, Tanrının doğası, teodise gibi konuların tartışılması teşvik etti. Bu yüzden Lizbon depremi verdiği fiziksel hasarın yanı sıra, edebiyat, felsefe, bilim ve din açısından dönemin düşüncelerini değiştirici bir olay olarak tarihe geçti.

Kant’ın önceki zamanlardaki düşünceleri
Kant’ın ilk yazıları doğanın temel yaşamsal ve dinamik kuvveti ile ilgiliydi ve doğayla olan ilgisinin deneysel bir dayanağı yoktu, tamamen felsefeye ve teolojiye dayanıyordu. 1754 yılında yayınladığı kısa bir yazıda, o dönemin en çok tartışılan konularından biri olan “Dünya hâlâ değişmekte mi yoksa en baştan beri tamamlanmış olarak mı yaratıldı?” sorusuydu. Araştırmacılar ve düşünürler bu iki düşünce arasında bir denge bulmaya çalıştı, bir taraftan doğanın süreçlerine ilişkin deneysel görüşler, doğanın Tanrının binlerce yıl önce yarattığı ve hiç değişmediği fikrini yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başladı. Diğer taraftan da mutlak bilgiye, güce ve iyiliğe sahip olan Tanrıyı bu doğanın merkezine koyma gereksinimi duyuldu.
Kant dünyada, belli nicel sabitlerle matematik formüllerine dökülebilecek mekanik bir uyumun olduğu kabul eder. Ancak bir yandan da bu sistemin bir kurucu akıl tarafından oluşturulduğunu düşünür.
Bu teolojik ve felsefi ikilem üzerine Gottfried Wilhelm Leibniz 1710’da “mümkün dünyaların en iyisi” teorisini attı. Bu teoriye göre dünyada meydana gelen doğal afetler vb. şeylerin bir denge içinde gerçekleştiği savundu. Bu teori bilimsel mekanik ve ilahi gücü bir noktada birleştirmek için çok uygundu. Bundan olsa gerek genç Kant, Leibniz’in fikirlerinden çok etkilendi. 1747 yılındaki tezinde, Descartes’in mekanik dünya görüşü ile Leibniz’in teolojik ilkelerini birleştirmeye çalıştı. Bu yazıda Kant dünyada, belli nicel sabitlerle matematik formüllerine dökülebilecek mekanik bir uyumun olduğu kabul eder. Ancak bir yandan da bu sistemin bir kurucu akıl tarafından oluşturulduğunu düşünür. Birazdan da göreceğimiz üzere Kant bu düşünceyi depremden sonra terk eder ve daha materyalistik açıklamalar bulmaya çalışır.

Depremin ardından Kant’ın düşünceleri
Kant elbette ki bu depremden etkilenen tek düşünür değildi ancak Kant’ı en önemli düşünürlerden biri yapan ise depremin ikamet ettiği Königsberg’den çok uzak mesafede olan Lizbon’da gerçekleşmesine rağmen Kant’ı böylesine derinden etkilemesidir. Ancak bu nedenden dolayı Kant’ın depremle olan bilgilerinin ikincil kaynaklar tarafından elde edildiğini düşünebiliriz. Ulaşabildiği bütün bilgileri toplayarak depremle ve depremlerin nedenleriyle ilgili 1756 yılında 3 makale yayınlamıştır. Bu makalelerde Kant’ın bilimsel yöne doğru evrilen düşüncelerini gözlemleyebilmekteyiz. Bir önceki yazılarında Tanrıdan, teolojiden çokça bahsederken depremden sonraki yazılarında teoloji ve Tanrı adeta yok olmuş gibidir ve bu üç yazıda da Kant materyal dünyaya sadık kalmıştır. Daha önceleri sonsuzluk kavramını Tanrıyla özdeşleştiren Kant, artık bu kavramı Tanrı yerine insan özgürlüğünün gelişmesiyle özdeşleştirmeye başladı. Buradan Kant’ın sadece Tanrı ve doğaya olan bakış açısının değil aynı zamanda kendi değer sisteminin ve odağının değiştiğini de anlayabiliyoruz.
Daha önceleri sonsuzluk kavramını Tanrıyla özdeşleştiren Kant, artık bu kavramı Tanrı yerine insan özgürlüğünün gelişmesiyle özdeşleştirmeye başladı.
Kant, o dönemki genel düşünceye göre depremi Tanrının bir cezası olarak görmek yerine depremin neden meydana geldiğini açıklamaya ve bu depreme sebep olan doğal nedenleri bulup depremin yıkıcı etkilerini azaltacak öneriler sunmak istiyordu. Kant, depremlerin temel nedeninin Dünya’nın gövdesinde birçok gizli boşlukların ve yolların olduğunu ve burada bol miktarda bulunan sülfür ve demirin su ile etkileşime girdiğinde Dünya’nın kabuğunda çatlaklar oluşturduğunu düşünüyordu. Burada Kant’ın depremi doğaüstü güçlerle açıklamak yerine doğayla açıklamaya başladığını görebiliriz. Kant’ın bu hipotezi akademisyen ve mekanik filozof Nicholas Lemery’e dayanıyordu. Ayrıca Kant insanın Tanrının işine akıl erdiremeyeceği, bu yüzden de yeryüzünde gerçekleşen olayları tanrıya bağlayamacağımızı düşünür. Burada Kant’tan bir alıntı yapmak istiyorum:
”Son yıkıma maruz kalan bu kadar çok zavallı insanı görmenin, insanî duygularımızı uyandırması ve bu insanların böylesi bir zalimlikle başlarına gelen bu talihsizliği bir ölçüde hissetmemizi sağlaması gerekiyor. Fakat böylesi bir kaderi her zaman kötü edimlerinden dolayı yıkılan şehirlerin başına bela olan verilmiş bir ceza olarak ve bu talihsizleri de Tanrının adaletinin bütün gazabını üzerlerine boşalttığı intikamının hedefi olarak görürsek buna çok ters düşeriz. Bu türden bir yargılama, kendine kutsal kararların arkasındaki niyeti anlama ve onları kendi kanılarına göre yorumlama yeteneği atfeden, suçlanacak bir münasebetsizliktir.”
Kant bu doğal afetlerin oluşumundan sorumlu olmasak da depremden sonraki müdahalelerden sorumlu olduğumuzu söyler.
Ayrıca Kant’ın jeoloji üzerine olan yazıları 1756 yılında yazdığı önemli bir makale de buna bir örnek olmak üzere “Haberli Bir Gözlemcinin Perspektifinden Son Dönemlerdeki Yer Sarsıntıları Üzerine” [Historisch-geographischer Versuch über die mutmaßlichen Ursachen der Erdbeben] gibi eserleri sismolojinin başlangıcı olarak görülmüştür. Kant bu doğal afetlerin oluşumundan sorumlu olmasak da depremden sonraki müdahalelerden sorumlu olduğumuzu söyler. 1755 yılından sonra Kant’ın yaptığı bu çıkarım hâlâ günümüzde önemsenmesi gereken bir çıkarım. En azından ülkemizdeki deprem için alınan tedbirlere ve deprem sonrası müdahalelere bakacak olursak, daha Kant’tan öğrenecek çok şeyimiz olduğu aşikar. Burada Kant’tan önemli bir alıntı daha yapmak istiyorum:
”Zaman zaman Dünya’da depremlerin meydana gelmesinin gerekli, fakat buralara şatafatlı binalar dikmenin bizim açımızdan gereksiz olduğu sonucuna varmak daha doğru olmayacak mıdır? Peru yerlileri yalnızca alçak bir yüksekliğe kadar çamurdan, geri kalan kısmı ise kamıştan yapılmış evlerde yaşıyorlar. İnsan, doğaya uyum sağlamayı öğrenmelidir, oysa o, doğadan kendisine uyum sağlamasını istemektedir.”
Sonuç
Sonuç olarak aslında bu depreme düşündüğümüzden daha çok şey borçuluyuz. Deprem, Avrupa’daki hali hazırdaki yerleşik düşüncelere meydan okumuş ve depreme yönelik bilimsel düşünmeye yöneltmiştir. Bir bakımdan bu olay dünyamızı daha modern bir hâle getirdi. Umarım bilimsel olana yönelemekten ve bilimden hiçbir zaman vazgeçmeyiz.
Kaynakça
https://www.motivewith.com/en/get-motivated/lisbon-earthquake-influenced-humanities
https://philpapers.org/rec/JONKIA-3
https://www.cambridge.org/core/journals/european-review/article/abs/lisbon-earthquake-and-the-scientific-turn-in-kants-philosophy/5BE9595914382882479B3FFBF69F39DE
https://udspace.udel.edu/bitstream/19716/294/1/PP%20333.pdf
https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/00033798300200221

