Soğuk lazerlerin ve kırmızı ışıkların hemen hemen her şeyi tedavi etmek için kullanılmasının göz kamaştırıcılığı, bilimin nasıl işlediği hakkında iki önemli ders sunuyor.
Jonathan Jarry
Çeviren: Okan Nurettin Okur
Pazarlama furyasına karşı biraz şüpheci olmanız, satılan ürün oldukça bilimsel görünse bile, dolandırılmaktan korunmanız için her zaman iyi bir yoldur. Şüphecilik, kolayca aldatılmanızı engeller. Bununla birlikte bu durum, bilimi inkar etmek anlamına gelmediği gibi mutlak bir şüphecilik anlamına da gelmez. Aslında bu durum çok hassas ve sürekli olan bir denge gerektirir. Bilimsel araştırmanın gerçeklerinin daha iyi anlaşılmasıyla bilimin gerçekte neler sunabileceğinin farkına vardığımızda, beklentilerimizi de ona göre ayarlayabiliriz.
Geçenlerde bana özellikle demans tedavisinde bir araç olarak fotobiyomodülasyon alanı hakkındaki düşüncelerim soruldu. Fotobiyomodülasyon, canlıları kendi kendilerini iyileştirmeleri için uyarmak üzere ışığın kullanıldığı bir tekniktir. Elde taşınan lazerler, LED ışıklarla dolu kasklar, fütüristik bronzlaşma yatakları, hatta beyne ulaşmak için burun deliğinin içine ışık veren garip burun klipsleri…
Sigarayı bırakmadan omurilik hasarına, yara iyileşmesinden yaşa bağlı dejeneratif durumlara kadar fotobiyomodülasyonun her bir uygulamasına ilişkin literatürü gözden geçirmek zahmetli olacaktır. Bunun yerine, fotobiyomodülasyon etrafındaki abartıya kuşbakışı bakmak ve içinde bulunduğumuz endişe verici duruma dikkat çekmek istiyorum: Hücrelerdeki ve hayvan modellerindeki heyecan verici bulgular nadiren insanlarda da sonuç verir ve aşırı hevesli bilim insanlarının klinik olarak doğrulanmadan önce bu uygulamaların nasıl işe yarayabileceği konusunda hayal kurması çok kolaydır.
Yıl 1965’ti. Boston bölgesindeki üç doktor, lazerin kanserli tümörleri tedavi etme potansiyelini gösterdikleri deneylerin sonuçlarını yayınladı. Endre Mester adında Macar bir doktor bunu fark etti ve bu sonuçları yeniden elde etmeye çalıştı. Fakat sorun şuydu ki, kendi lazeri Bostonlularınkinden çok daha az güçlüydü ve laboratuvar farelerindeki tümörler etkilenmedi. Ancak, tesadüf kapısını çaldı. Tümörlerin etrafındaki deri, neler olup bittiğini daha iyi gözlemleyebilmek için tıraş edilmişti ve Mester, lazeri kullandıktan sonra hem kıllanmanın hem de yara iyileşmesinin hızlandığını fark etti. Kariyerini ileriye taşıyacak bir bulguya rastlamıştı.
Lazeri çok güçlü değildi, canlı dokuyu yakmayan türden düşük seviyeli bir lazerdi ve bu tür bir lazerin potansiyel tedavi uygulamaları; soğuk lazer terapisi veya düşük seviyeli lazer terapisi olarak biliniyordu. Sorun şu ki, düşük seviye belirsizdir ve özellikle bilimsel değildir ve yıllar geçtikçe, şu anda trafik ışıklarında ve el fenerlerinde kullanılanlar gibi LED ışıkların soğuk lazerlere benzer etkiler yaratabileceği gösterildi, bu nedenle düşük seviyeli lazer terapisi fotobiyomodülasyon olarak yeniden adlandırıldı. Bu terapiler için tipik olarak kullanılan dalga boyları, ışık spektrumunun kırmızı ve kızılötesine yakın kısımlarında yer alıyordu.
Elbette ışığın biyolojiyi etkilediği fikrinde saçma bir şey yok. Uyanma-uyku döngülerimiz ışıktan büyük ölçüde etkilenir ve cildimiz ultraviyole ışığa maruz kaldığında kolesterolden D vitamini üretir. Tüm görsel sistemimiz, ışık paketlerini beynimizin anladığı bilgilere çevirmede uzmanlaşmış karmaşık bir aygıttır. Açıkça görülüyor ki, insan vücudu (güneş ışığını kullanarak fotosentez yoluyla karbondioksiti şekere dönüştüren bitkilerden bahsetmiyorum bile) ışığa ihtiyaç duyuyor ve ışığa yanıt veriyor.
Ancak fotobiyomodülasyon veya PBM tedavi edici iddialarda bulunmaktadır. Evde kullanılan cihazları veya klinikte uygulanan tedavileri satan web sitelerinde, bu teknolojinin uzun ömürlülüğü arttırdığı, bağışıklığı geliştirdiği ve bunamaya yardımcı olduğu iddialarının reklamını görmek mümkündür. Bilimsel literatür, PBM’nin inme rehabilitasyonu, depresyon ve Alzheimer hastalığının tedavisi, hatta atletik performansın artırılması (spor salonunda ve yatak odasında) için uygulamaların incelendiği makalelerle doludur. Bazıları, ister inanın ister inanmayın, COVID-19 hastalarını tedavi etmek için kullanılabileceğini bile iddia etmektedir.
PBM üzerinde yapılan çalışmaların çoğu laboratuvar hayvanlarında gerçekleştirilmiştir. Bu heybetli klinik öncesi kanıt yığınının üstünde, anekdotlardan biraz daha fazlası olan, genellikle kontrolsüz vaka raporları olan bir tutam insan çalışması vardır. Var olan klinik çalışmalar ise oldukça azdır.
Laboratuvar farelerinin kırmızı ışığa maruz kaldıklarında gösterdikleri gelişmelerin, aynı muameleye tabi tutulduğumuzda bize ne olacağını yansıttığını düşünmek caziptir. Ancak sorun şu ki, biz dev fareler değiliz.
Fareler üzerinde eğlence olsun diye deney yapılmaz. Onlar ve diğer deney hayvanları; hastalık modelleme, test etme ve nihai amaç olarak yeni bir tedavinin onaylanmasını sağlayan olan bir sürecin parçasıdır. Bu süreç, kültür şişelerindeki hücrelerden hayvan modellerine ve klinik araştırmaların üç ana aşamasındaki daha büyük insan katılımcı gruplarına kadar uzanır. Hücrelerde test edildiğinde işe yarayan bir şey farelerde sonuç vermeyebilir ve bu küçük yaratıklarda hala olumlu görünen şey insanlarda etkili veya güvenli olmayabilir. Bu, aşılması gereken ciddi bir engeldir.
Bu olguya ilişkin belki de en kapsamlı araştırma 2014 yılında yayınlandı ve özellikle farmasötik ilaçlar incelendi. Araştırmanın yazarları, insanlarda test edilmeye başlanan her on ilaçtan yalnızca birinin sonunda onaylandığını ortaya koydu. Onda bir. Bunu bir düşünelim. Araştırmacıların tahminlerine göre, 1960’lardan itibaren elde edilen verilere bakıldığında başarı oranı eskiden daha yüksekti; beşte bir ila sekizde bir. Başarı oranımızdaki bu düşüşün pek çok nedeni var.
İşe yarayan ilaçları bulmak giderek zorlaşıyor. Ayrıca ilaçlar giderek daha iyi hale gelen bir kalite standardıyla karşılaşıyor. Yasal düzenlemeler de 2004’te Vioxx’un piyasadan toplatılmasından bu yana güvenlik konusunda biraz daha dikkatli.
Bir ilaç ya da diyelim ki bir lazer veya kırmızı LED ışık gibi bir müdahale farelerde işe yarıyor gibi görünebilir, ancak bu sonuçların insanlarda düzgün bir şekilde test edildiğinde daima olumlu sonuç verme olasılığı istatistiksel olarak çok da yüksek değildir. Açıkçası, bu durum karamsarca bir bakış açısından kaynaklanmaz. Biyomedikal araştırmalar önemlidir, ancak zordur. Ön sonuçların onaylanmış bir klinik müdahaleye dönüşme ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu kabul etmek, beklentilerimizi gerçeklikle uyumlu olacak şekilde ayarlamamızı sağlar.
PBM’nin yara iyileşmesinde potansiyel kullanımına ilişkin 2016 tarihli son derece olumlu bir inceleme makalesi bile şu uyarıcı notla sonuçlanmaktadır: “Lazer ışınlamasının yara iyileşmesi üzerindeki etkilerine ilişkin çalışmaların çoğu farede, sıçanda veya ex vivo modellerde (canlı vücuduna olabildiğince benzetilen ortamlar) gerçekleştirilirken, çok azı klinik olarak gerçekleştirilmiştir.” Bilindiği üzere, PBM insanlarda akut inmeyi tedavi etmek için giderek daha da büyük çapta olan üç denemede test edilmiş ve sonuçlara göre sadece bir hasta alt kümesi için işe yaramaya ve son deneyle yararsız olduğunun anlaşılması üzerine sonlandırılması gerektiğine karar verilmiştir.
Bazılarınızın “Fakat fotobiyomodülasyonun moleküler düzeyde nasıl etki ettiğini biliyoruz” dediğini duyar gibiyim. Elimizde bir etki mekanizması olduğuna göre, bu işe yaradığı anlamına gelmez mi?
Fotobiyomodülasyonla ilgili bilimsel makaleler, bu iyileştirici ışığın canlılar üzerinde muhtemelen tam olarak nasıl çalıştığını açıklamakta hızlıdır. Dr. Tiina Karu ve ekibinin araştırmalarına göre, PBM’nin mitokondri ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Bizim ve hayvanların, bitkilerin ve mantarların hücreleri, ihtiyacımız olan enerjiyi üreten mitokondri adı verilen küçük yapılar içerir. Mitokondri, elektronları hokkabazlık yapan bir protein zincirine sahiptir ve bunlardan biri olan sitokrom c oksidaz, özellikle ışık spektrumunun kırmızı ve kızılötesi kısmında ışığı emen heme ve bakır içerir. Yani, canlı dokuya ışık tuttuğumuzda, bu ışık mitokondrinin sitokrom c oksidazı tarafından emilir ve elde ettiğimiz şey, görünüşte organizmanın her parçasına fayda sağlayan gerçek bir biyolojik domino etkisidir. Beyne daha fazla kan akışı olur, hücrelerimiz daha fazla enerji elde eder, genler ve kök hücreler sağa sola aktive olur. Bu zincirleme reaksiyon, araştırmacıları bu teknolojinin her türlü potansiyel uygulamasını aramaya yöneltti ve genellikle her derde deva bir ilaç olarak tasvir edildi.
İşte ikinci dersimiz de burada ortaya çıkıyor. Biyoloji öylesine etkileyici bir moleküler çeşitliliğe sahiptir ki, bilim insanlarının A ve B arasındaki bir dizi noktayı birleştirmesi çok kolaydır. Vücudumuz, bazıları ek modifikasyonlarla daha da ayırt edilen yaklaşık 70.000 benzersiz protein içerir. Makul bir moleküler olaylar zinciri bulmak kolaydır ve hatta bilimsel makalelerde teşvik edilir. Altı hamster üzerinde yapılan bir deneyin şüpheli sonuçlarını gösteren ve bu bulguları açıklayabilecek kesin moleküler dizilimi açıklayan birden fazla paragrafla desteklenen bir makale bulmak nadir değildir.
Ancak PBM söz konusu olduğunda, belirli ışık dalga boylarının mitokondrimizdeki bir enzimi aktive ettiği ve bunun da diğer moleküller üzerinde dalgalanma etkisi yarattığı doğru olsa bile, bu durum nihai sonucun klinik iyileşme olacağı anlamına gelmez. Vücudumuz dengeyi sağlamak için pek çok koruyucu mekanizma ile doludur. Bazı moleküllerin bir ışık ışını tarafından tetiklenmesi, bir iyileşme sürecinin başladığı anlamına gelmez.
Fotobiyomodülasyonun savunucuları genellikle moleküler düzeyde vücudu nasıl etkilediğini anladığımızı belirteceklerdir, ancak bu tür mekanizmaları varsaymak kolaydır ve bu teknolojinin gerçekten herhangi bir şeyi iyileştirdiği anlamına gelmez.
Özellikle fotobiyomodülasyonla ilgili daha uçuk iddialara şüpheyle yaklaşmaya devam ediyorum ve güneş ışığının PBM ışıklarının sahip olduğu faydayı zaten nasıl sağlamadığını hala anlamış değilim. Beyni tedavi etmek için bu ışığı kullanmaya gelince, kafatasına veya burun içine uygulanan ışığın ne kadarının beyne ulaştığı hala tam olarak belli değil, ancak deneyler bunun ışığın çıktısının küçük bir kısmı olduğu konusunda hemfikir. Kullanılması gereken tam dalga boyu ve güç konusunda hala bir anlaşma yok. Pain Science adlı fantastik web sitesinde ağrı tedavilerine eleştirel bir bakış sunan Paul Ingraham’dan alıntı yapacağım. “Lazer terapisi (burada bir bütün olarak fotobiyomodülasyonu kastediyor) fütüristik, ‘yüksek teknolojili’, kanıtlanmamış bir terapi hakkındaki erken yutturmacanın klasik bir örneğidir” diye yazıyor.
“Klinik uygulamalar, neredeyse hiç var olmayan bilimin çok önünde gidiyor ve tüm umutlar belirsiz ve yanlışlanamaz biyolojik akla yatkınlığa ve süslü ‘mekanizma mastürbasyonu’ ile dolu araştırmalara bağlanıyor. Gerçekten de işe yarayıp yaramadığına odaklanmak yerine nasıl işe yaradığına dair akıllıca ve hayali spekülasyonlardan ibaret. PBM ile ilgili birçok çalışma, bu hizmetleri satan şirketlerin sahibi olan kişiler ve onların danışma kurulu üyeleri tarafından finanse edilmekte, yürütülmekte ve yazılmaktadır. Bu kendi başına, sonuçların görülmeden bir kenara atılması için bir neden değil, ancak bu teknolojiyi destekleyen iyi klinik verilerin azlığı göz önüne alındığında bu bir çıkar çatışmasıdır ve önemlidir.
Teknik olarak primetime için hazır olmayan heyecan verici bilimin bu şekilde hızla ticarileştirilmesi bilim sömürüsünden başka bir şey değildir ve ne yazık ki PBM de buna dahil. Lazerler yerine LED’lerin kullanılmaya başlanması bu pazarlama çabası için faydalı olmuştur: FDA bir LED’in güç seviyesinin tıbbi tehlike oluşturacak seviyenin altında olduğunu düşünmektedir, bu nedenle bunları kullanan cihazlar daha tehlikeli teknolojileri kullananlar kadar sıkı bir şekilde düzenlenmemektedir.
PBM ayrıca zaman zaman, her türlü hastalığı tedavi etmek için vücuttaki kurgusal noktalardan yararlanan ve çürütülmüş bir uygulama olan lazer akupunktura da el atmaktadır. PBM’nin bazı savunucularının, doğal yaşam taraftarı, ilaç ve hatta güneş kremi karşıtı bir tutum benimsedikleri görülebilir. Beyne ulaşmak için bir vücut boşluğunun içine ışık tutma fikri, tehlikeli HumanCharger ürününü hatırlatıyor ve en az bir PBM makalesi bu cihazın arkasındaki eleştirilen araştırmayı onaylayarak alıntılıyor.
Bu, PBM’nin tüm uygulamalarının saçmalık olduğu ya da gelecekteki araştırmaların asla daha etkili uygulamalar geliştiremeyeceği anlamına gelmiyor. Ancak bugünlerde biyomedikal araştırmaların mütevazı başarı oranı ve isteklerimize uygun bir moleküler yol bulmanın kolaylığı göz önüne alındığında, fotobiyomodülasyonu daha olumlu bir ışık altında görmek için fare çalışmalarından ve makul bir etki mekanizmasından daha fazlasına ihtiyacımız olacak. Özellikle kırmızı ışığın demansı iyileştirdiği iddiaları söz konusu olduğunda, sağlıklı bir şüpheciliğe ihtiyaç vardır.
Çıkarılacak dersler:
– Fotobiyomodülasyon, soğuk lazerlerin ve kızılötesine yakın ışıkların vücudu çeşitli hastalıklardan kendini iyileştirmesi için uyarabileceği fikrine adanmıştır.
– Fotobiyomodülasyonla ilgili araştırmaların büyük çoğunluğu insanlar üzerinde değil, hayvanlar üzerinde yapılmıştır ve laboratuvar hayvanlarında elde edilen olumlu sonuçların çoğu insanlarda onaylanmış müdahalelere yol açmamaktadır.
– Fotobiyomodülasyonun savunucuları genellikle moleküler düzeyde vücudu nasıl etkilediğini anladığımızı belirteceklerdir, ancak bu tür mekanizmaları varsaymak kolaydır ve bu teknolojinin gerçekten herhangi bir şeyi iyileştirdiği anlamına gelmez.
Kaynak:
https://www.mcgill.ca/oss/article/medical-critical-thinking/hype-around-photobiomodulation (son erişim tarihi: 19.08.2024).

