Biz insanlar doğuştan kötü olmaya meyilli bir tür müyüz? Genellikle öyle olduğunu düşünürüz ancak tabii ki değiliz.
Çok kötü şeyler yapabiliyoruz. İnsanlık tarihinde çok ciddi savaşlar ve katliamlar var. Kölelik ve ırkçılık gibi olabilecek en kötü uygulama ve ideolojik sapkınlıklarla geçen asırlar var. Etnik ve dini nedenli savaşlar, toplu yok etme girişimleri var. Soykırımlar var. Tecavüz, işkence ve erkek egemen bir şiddet var. Gerçekten çok kötü olabiliyoruz. Ancak şimdi bir de şöyle düşünün: Etrafınızda tanıdığınız, samimi olduğunuz 150 kadar insanı bir gözden geçirin. Kaçı bu tip suçlar işlemiştir? Ya da koşullar oluşursa işleyebilir? İnsanların büyük çoğunluğu doğuştan iyi insanlar olmaya meyillidir. Normal şartlar altında insanların çoğunluğu diğerine kötülük yapmaz. Yardımlaşmaya açığızdır. Bir doğal afet ya da kargaşa anında çoğunlukla diğerinin hakkına tecavüz etmeyiz. Ancak uzunca bir süredir ısrarla bize tam tersi anlatılıyor.
New Orleans’ta 29 Ağustos 2005’te yaşanan Katrina Kasırgası sırasında ve sonrasında yaşananlar çok öğreticidir. Kasırga su bentlerini yıktı. Sonrasında evlerin yaklaşık %80’i sular altında kaldı. Ne yazık ki 1.836 kişi hayatını kaybetti. Ülkenin en büyük doğal afeti olarak kayıtlara geçti. Çok acı olan ise felaket sırasında ve sonrasında medya New Orleans’ta yaşanan tecavüz, yağma ve silahlı çatışma haberleri bolca yer aldı. Yöneticiler hemen felaket durumlarında insanların içindeki kötülüğün ortaya çıktığı fikrini dile getirdiler. Hatta tarihçi Timothy Garton bile The Guardian gazetesinde yayımlanan makalesinde çok azı dışında insanların böylesi felaket durumlarında vahşileşip maymuna döndüklerini yazmıştır. Ancak durum hiç de böyle sunulduğu gibi değildir. Ortalık sakinleşince soğukkanlı, aklı başında bilim insanları konuya el attı. Görüldü ki cinayet, kurtarıcılara ateş etme ve tecavüz haberlerinin hepsi uydurma idi. Yağma olayı olmuştu. Ancak hayatta kalma ve beslenme amacı ile yapılan bu yağmalama olaylarına polis dahi eşlik edip yardımcı olmuştu. Bu yağmalama olaylarında şiddet yaşanmamıştı. Delaware Üniversitesi Afet Araştırma Merkezinden olayları inceleyen bilim insanları, “kendiliğinden gelişen davranışların toplumdan yana” olduğu sonucuna varmıştır. Diğer eyaletlerden birçok insan yardıma koşmuş, sivil insanlar yüzlerce kurtarma timi oluşturmuştu. Tüm şehir iddia edilenin aksine egoizm ve anarşiye teslim olmayıp yardımlaşma ve cesaret örnekleri sergilemişti. Afet Araştırma Merkezi 1963 yılından beri yaşanan olaylara ilişkin yaklaşık 700 saha çalışmasını incelemiş ve bu gibi afet durumlarında insanların post apokaliptik filmlerde iddia edilenin aksine toplu panik yaşamadıklarını, bencillik dalgalarında boğulmadıklarını aksine daha sakin olup yardımlaştıklarını saptamıştır. Katrina Kasırgası esnasında yaşananlar bu bulgu ile uyumlu idi (1).

Yaşanan felaket durumlarında insanların içindeki iyilik ve yardımlaşma duyguları ön plana çıkmaktadır. Aslında ana sorun başka bir yerdedir. Rutger Bregman’ın “Çoğu İnsan İyidir” başlıklı çarpıcı kitabından şu satırları sizinle paylaşmak istiyorum: “Konusunu Katrina Kasırgası’ndan alan ‘A Paradise Built in Hell’ (2009) kitabının yazan Rebecca Solnit’e göre, “iktidar sahipleri diğer insanların da kendileri gibi olduğunu düşündükleri için ‘seçkin panik’ yaşanıyor.” Krallar, diktatörler, valiler, generaller; sıradan insanların da genellikle kendileri gibi bencil olduklarını düşünüyorlar. Kendi hayal dünyalarında, yaşanacağını düşündükleri olayları kaba kuvvetle bastırmaya çalışıyorlar. (2)”
Psikolog ve bilim tarihçisi Michael Shermer, “İyilik ve Kötülüğün Bilimi” isimli kitabında şu iddiada bulunuyor: “Bizler ahlaklı hayvanlarız ve bu ahlaki evrensel özellikler türe ait olduklarından, o türün tekil üyelerini aşarlar” (3). Bu iddia önemlidir. Çünkü uzunca bir süredir doğuştan kötü bir tür olduğumuza ve en ufak bir sorun ya da kargaşa anında içimizdeki kötülüğün ortaya çıkacağına inandırılıyoruz. Yirminci yüzyılda yaşanan iki büyük savaş sonrası meydana gelen korkunç suçların bir açıklaması olması gerekiyordu. Suçlu azınlık yerine sosyal bir memeli türü olmanın dezavantajlarına kurban olan suçsuz çoğunluğu günahkâr ilan etmek daha kolaydı. Yani hırslarına kapılmış, ahlaki yönden kusurlu yönetici azınlığın ve onların etrafında bulunan çıkarcı ve fırsatçı bir grubun neden olduğu suçlar tüm insan ırkına hatta kurbanlara yüklendi. Evet, içimizden hiç gözünü kırpmadan bir başka insanı öldürebilecek, masumlara işkence edebilecek insanlar çıkabiliyor. Bunlardan daha da fazla oranda çıkarı gerektirdiği zaman suçluya ve suça ortak olabilecek fırsatçı bir grup insan da hep türümüz içinde mevcuttu. Ancak yine de çoğunluk olarak böyle davranmaya meyilli değiliz. Çoğunluğun en büyük zaafı bu yukarıda tanımlanan insan gruplarının sahip olduğu yönetme hırsına sahip olmamaları ve bu iki grup yönetime geldiğinde ne yazık ki direnme yeteneklerinin de hırsları gibi zayıf kalabilmesidir. Şimdi niye, “tür olarak doğuştan kötü olmaya meyilliyiz” şeklindeki yanlış yorumlar nasıl şekillendi ve yeni bulgular aslında bize neler söylüyor kısaca bir gözden geçirelim.

Türk asıllı ABD’li bilim insanı Muzaffer Şerif’in 1930’lu yıllarda gerçekleştirdiği deneyler sosyal psikoloji alanında öncü olmuştur. Muzaffer Şerif, deneyinde otokinetik etkiyi kullanmıştır. Bu fizyolojik olay, karanlık bir odada duvara yansıtılan bir ışık demetinin, biz insanlar tarafından hareket ediyormuş gibi algılanması olgusudur. Deneklere incelemenin amacının görsel algıyla ilgili olduğunu söyleyen Şerif, hareketsiz bir ışık kaynağından 4,5 metre uzakta karanlık bir odada oturan deneklere ışığın ne kadar hareket ettiğini sormuştur. Deneklerin ışığın hareketine ilişkin tahminleri 2,5 cm ile 2 metre arasında değişmiştir. Sonrasında denekler üç farklı günde üç kişilik gruplar halinde deneye tâbi tutulmuşlar ve böylece üzerlerinde grup baskısı oluşması sağlanmıştır. Gruplardaki tahmin farklılıkları ilerleyen deneylerde azalmış ve üçüncü gün ise üç kişinin de aynı tahmini yaptığı izlenmiştir. Deneklerin grup konformizmini kendi algılarına tercih edip kendi deneyimleri yerine grubun ortak kararını beyan ettikleri görülmüştür. Genelde bu konuda Solomon Asch ve çizgi uzunluğu deneyi daha çok bilinse de Asch ünlü deneyini Şerif’in bulgularını sorgulamak için geliştirmiştir. Deney, verilen üç çizgiden hangisinin standart olarak verilen çizgiyle aynı uzunlukta olduğunu tahmin etmeye dayanmaktadır. Tüm denekler ilk aşamada deneyi başarı ile bitirmişler. Ancak ilerleyen deneyin son aşamasında altı veya sekiz kişilik gruplar içinde deneklere görüşleri sorulmuş. Bu gruplarda gerçek denek en son yanıt veriyor; diğer grup üyeleri aslında gerçek denek değilmiş yani, onlar çalışma grubunun bir parçasıymış. Bu turda her deneğin bulunduğu gruptaki ilk kişi yanlış yanıt veriyor ve diğer dört kişi de ona katılıyormuş. Sonuç olarak deneye katılanların %23’ü kendi görüşlerini her şeye rağmen savunmuş ve gruba uymamıştır. Buna karşın deneklerin %4,8’inin gruba tamamen boyun eğdiğini, geri kalanının ise çoğunluğun açıkça yanlış yanıtlarına sadece bazı deneysel turlarda uyduğu saptanmıştır. Yani grup baskısı insan toplumunun çoğunu nesnel gerçekliklere karşı çıkıp grubun ortak fikirlerini benimsemeye itecek kadar güçlü bulunmuştur (4).
İkinci Dünya Savaşı sonrası işlenen akıl almaz suçlara bir açıklama bulma ihtiyacı “aslında tüm insanlar doğuştan kötüdür” fikrine yöneltmiştir insanlığı. Tam da bu noktada meşhur “Sineklerin Tanrısı” adlı roman akıllara yer etmiştir. William Golding’e ününü ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü getiren ve 1954 yılında yayınlanan bu roman, ıssız bir adaya düşen çocukların nasıl bir vahşet sarmalına girdiklerini anlatmaktadır. Dünya bu kurgunun üzerine atlar. Bizim sosyal memeliler olmamızın kimi dezavantajlarını kendi bireysel çıkarları uğruna kullanabilen bir azınlığın ve onların yardımcılarının sapkın politikaları ana sorun değildi. Sorun insanların zaten kötü olmaları idi. Çok tuhaftır ama Golding’in kurguladığı olay birebir yaşanmıştır. Tonga’nın başkenti Nuku’alofa’daki bir yatılı okulda öğrenci olan 6 çocuk bir gün kiraladıkları sandalla denize açılır. Amaçları Yeni Zelanda’ya veya Fiji’ye ulaşmaktır. Ancak fırtınaya yakalanırlar. Sekiz gün denizde sürüklenirler. Sonrasında ıssız Ata adasında mahsur kalırlar. Bu ada kayalık bir adadır. Çocukların en büyüğü 16, en küçüğü ise 13 yaşındadır. O adada 15 ay mahsur kalan çocukları kurtaran kaptan bu zorlu adada yaşayabilmek için çocukların her türlü işi el birliği ile yaptıklarını belirtir. Adada kaldıkları dönemde çocuklardan biri düşüp ayağını kırar, diğerleri bu durumu da el birliği ile atlatmayı başarır. Adadan kurtarıldıklarında sağlıklarının ve kas gelişimlerinin gayet iyi olduğu, kırılan ayağın ise gayet başarılı bir şekilde kaynadığı tespit edilir (5). Bu gerçek olaydaki çocuklar bırakın canavarlaşıp birbirlerini katletmeyi, birbirlerine destek olup her türlü zorluğun üstesinden gelerek hayatta kalabilmiştir. Ancak sosyokültürel zemin ve mevcut hâkim anlayış, bu yaşanmış deneyin doğrularına soğuk ve yanlı bakmaktadır. Dolayısı ile kimse bu gerçek olaya dikkatini vermez. Golding çocukların doğasında kötülük olduğunu düşünür. Ancak Muzaffer Şerif bu kötülüğün çocuğun içinde bulunduğu şartlar ile değişebileceğini düşünmektedir. Muzaffer Şerif 1954 yılında Oklahoma City’de Robbers Cave Parkı’nda çocuklar üzerinde gerçekleştirdiği deney ile bu fikri sınamıştır. Panterler ve Pitonlar diye ikiye ayrılan çocuk gruplarının eninde sonunda birbirlerine düşman oldukları ve kavgaya tutuştukları raporlanmıştır. Elde edildiği iddia edilen bulgulara göre çetin şartlar çocukların içindeki kötülüğü ortaya çıkarmaktadır. Ancak deney yıllar sonra incelendiğinde hiç de etik bir ortamda yapılmadığı, beklenilen ve istenilen sonuçların çıkması için müthiş manipülasyonların yapıldığı ortaya çıkmıştır. Aslında deney sonuçları tüm yanlı ve etik olmayan zorlamalara karşın çocukların birbirleri ile arkadaş oldukları ve yine çocukların birbirlerine karşı kışkırtılmasının sanılandan çok daha zor olduğunu göstermiştir (6). Ne yazık ki bu daha başlangıç idi.
Bu deneyden 17 yıl sonra 1971 yılında davranış bilimleri tarihinin tartışmasız en ünlü deneyi Philip Zimbardo tarafında gerçekleştirildi. Tam 24 beyaz erkek öğrencinin katıldığı ünlü hapishane deneyi yıllarca insanın doğasına ilişkin tüm tartışmaları etkiledi. Deneye katılmayı kabul eden sağlıklı ve sıradan gençler deney için seçilir. Bir kısmı mahkûm, diğerleri ise gardiyan olur. Ancak 6 gün sonra deney sonlandırılır. Deneyin sonlandırılma nedeni ise kendi halinde sıradan öğrencilerin birer canavara dönüşmeleridir. Zimbardo ve ekibi, gençlerin aslında kötü insanlar olduklarından dolayı değil de kötü bir durumun içinde bulunmalarından dolayı böyle davrandıklarını belirtir. Kısaca “iyi ve mutlu ailelerden gelen, iyi okullarda okumuş, iyi semtlerde yaşayan normal insanlar” sadece içinde bulundukları koşullar değişince çok farklı davranabiliyorlardı. Philip Zimbardo deneyin bu kadar çığırından çıkacağını hiç tahmin edemediklerini söyler ve deney sonucuna göre tüm insanların korkunç şeyler yapabilme kapasitesine sahip olduğumuz kanaatine vardığını belirtir. Bu deney filmlere ve TV şovlarına konu olur. En bilinen deneylerden birisidir. Kimse deneyi sorgulamaz. Ancak Haziran 2013’te Fransız sosyolog Thibault Le Texier, Zimbardo’nun deneyini belgesele dönüştürmeye karar verir. Stanford’a gider ve araştırmaya başlar. Tüm deneyin bir kurgu olduğunu, başından beri Zimbardo ve ekibinin, deneyin ilan edilen sonuçlarını elde edebilmek için birçok manipülasyona başvurduğunu fark eder. Elde edilen deney sonuçlarının analiz bile edilmeden TV kanallarına gönderildiği, birçok sonucun ise hasıraltı edildiği gün ışığına çıkmıştır. Örneğin tüm etik dışı ve manipülatif planlı yönlendirmelere rağmen gardiyanların 2/3’ü sadist oyunlara hiç katılmamıştır. Yine 1/3’ü ise asla mahkûmlara kötü davranmamıştır.

Hatta deneyin orjinal fikri bile Zimbardo’ya ait değildir. Fikir henüz yirmi yaşında bile olmayan David Jaffe adında bir öğrencisine aittir. Jaffe, dört arkadaşıyla öğrenci evinin bodrumunu hapishaneye dönüştürme fikrini geliştirmiş ve sonra birkaç arkadaşını daha deneylerine katılmaya ikna etmiştir. Kuralların birçoğunu Jaffe koymuş, pranga fikrini ortaya atmıştır. Deneyden bir gün önce de mahkûm rolünde olacak gençlere mahkûmlara yapılacak katı davranış kalıpları ve diğer manipülasyonlar hakkında uzun bir ders vermiştir. Aslında bu baştan ayağa kurgu ve yalan olan deneyin foyası ortaya çıkmadan önce, 2001 yılında BBC bu deneyi ‘prime time’da tekrarlamıştır. Psikolog Alexander Haslam ve Stephen Reicher bu deneyi tekrarlama teklifini kabul etmiştir. Britanya’da 1 Mayıs 2002 tarihinde milyonlarca insan The Experiment’ın ilk bölümü için ekran başına geçmiştir. Ancak deneyde hiçbir şey olmaz, tüm bölümler çok sıkıcıdır. Çünkü Haslam ve Reicher deneyi dürüstçe yaparlar ve gardiyanlara hiçbir talimat vermezler. Deneyde hiçbir manipülasyon yoktur. Sadece etik bir şekilde gözlem yaparlar. Sonuç olarak gardiyanlar vahşi insanlara dönüşmez. Yani insanlar durduk yere bir gardiyan elbisesi giyip rol yapmak ile canavara dönüşmemiştir. Hatta pasifizmi seçip diğerleri (mahkûmlar) ile ortak gruplar kurmuştur. Haslam ve Reicher bu konuda 10’dan fazla makale yayınlarlar (7). Ne yazık ki BBC’nin etik ilkeler çerçevesinde yapılan ve hakkında birçok yayın üretilen deneyi unutulmuşken Zimbardo’nun kurmaca ve etik dışı deneyi hâlâ ününü korumayı sürdürmektedir.
Bu noktada doğamızın kötü olduğu görüşüne büyük destek veren bir diğer çalışmadan bahsetmek gerekir. Çünkü bu ünlü deneyde herhangi bir hileye yer verilmemiştir. Zimbardo’nun eski sınıf arkadaşı olan Stanley Milgram’ın deneyi 18 Haziran 1961 tarihinde başlar. İnsan hafızası ile ilgili bir deney için bir saatliğine 400 dolar verileceğini belirten bir ilanla denekler bulunur. Yale Üniversitesi laboratuvarına gelen denekler kura ile öğretmen ve öğrenci olarak iki gruba ayrılır. Deney sırasında öğretmen olan denek, bir şok makinesinin önüne oturtulur. Şok makinesine bağlı bulunan yan odadaki öğrencinin hafızasını test etmesi istenir. Yanlış yanıt verirse öğretmen elektrik akımı ile şok verecektir. Ancak hem gerçekte elektrik yoktur hem de öğrenciler aslında denek değil Milgram’ın ekibindendir. Bu gerçekleri bilmeyen gerçek denek olan öğretmenler, grubu cezalandırmanın insan hafızasına etkisini ölçmek için bir bilimsel çalışmada olduklarını sanmaktadır. Deney 15 voltla başlar. Yanlış yanıt verilirse denek olan öğretmenin yanı başında duran gri önlüklü bilim insanı William ona voltajı arttırma talimatı verir. Voltaj arttıkça yan odadaki öğrencinin çığlıkları artar. Elde edilen sonuç gerçekten çok olumsuz ve karamsardır. Deneklerin yani öğretmenlerin %65’i en yüksek doz olan 450 volta kadar uyarıyı arttırmıştır. Bu hilesiz deney daha sonra çok kez değişik şekillerde yinelendiğinde sonuçlar benzer bulunmuştur. Burada sorun deneyde ya da sonuçlarda değildir. Sorun dönemin hâkim bakış açısı nedeniyle deney düzeneğini ve kimi bulguları yanlış ya da eksik yorumlamamız ile ilgilidir. Zamanla deneyin sonuçlarını yanlış yorumladığımız görüşü hâkim olmuştur.
Milgram, deneyden sonra katılımcılara bir anket gönderir. Oradaki bir soru deneğin mevcut durumu ne kadar inandırıcı bulduğudur. Deneklerin sadece %56’sının öğrencilerin canlarının yandığına inanmış olduğu görülmüştür. Deneyde görevli asistanlardan birisinin deneyden sonraki analiz verilerine göre de deneklerin çoğu, öğrencilerin canının gerçekten yandığına inansa deneyi hemen sonlandıracağını belirtmiştir. Milgram, 1962 Haziran ayında günlüğüne tüm bu deneyin bir bilimsel göstergeye mi işaret ettiği yoksa bir tiyatro oyunu mu olduğu konusundaki fikrinden emin olamadığını ancak ikinci yorumu daha mantıklı bulduğunu yazmıştır. Bregman, deneyin gerçekten itaat konusunu test edip etmediğini sorgulamıştır. Deneydeki gri önlüklü William’a deneğin karşı koyması durumunda onu dört kere uyarması talimatı verilmiştir. Sırasıyla; önce “Lütfen devam edin”, sonra “Deneyin başarılı olması için devam etmeniz gerekiyor”, üçüncü kez “Devam etmeniz çok önemli”, son olarak da “Başka seçeneğiniz yok, devam etmek zorundasınız.” Burada sadece son uyarının net bir şekilde komut olduğu görülmektedir. Eski kayıtlar dinlenince William son komutu verdiğinde tüm deneklerin durakladığı görülmüştür. Bu anda ilk verilen tepki itaatsizlik olmuştur. Sonraki tüm deneylerde de bu durum izlenmiştir. Gri üniformalı adam kabalaştıkça deneklerin hepsinin daha itaatsiz hale geldiği görülmüştür. Tüm deney sonuçları, aslında otoritenin komutlarına düşünmeden uymadığımızı göstermiştir. Sonuçlara göre görünen o ki buyurgan davranışlardan da hoşlanmıyorduk.

Bunlara ek olarak BBC Hapishane Deneyi’ni gerçekleştiren psikologlar Alex Haslam ve Steve Reicher, Milgram’ın deney sonuçlarını yorumlayan yeni bir teori ortaya atmıştır. Katılımcılar gri önlüklü bilimsel otoriteyi temsil eden adama itaat etmek için değil onun tarafında olmak için katılım sağlamışlardı çünkü bu adama güveniyorlardı. Denekler laboratuvara yardımcı olmak için gelmişlerdi. Milgram, deneyi prestij sahibi Yale Üniversitesi laboratuvarı yerine bir ofiste devam ettirmeye çalıştığında katılımcı sayısının belirgin azalması bu görüş ile tutarlıydı. Ayrıca bu açıklama tereddütte düştüklerinde bilimsel amaç içeren “Deneyin başarılı olması için devam etmeniz gerekiyor” şeklindeki uyarı sonrasında deneklerin daha fazla oranda deneye devam etmelerini de açıklamaktadır. Psikolog Don Mixon, yetmişli yıllarda kendisi de deneyi tekrarlamıştır. Çalışması sonucunda insanların iyilik yapma çabası ile çok ileriye gitmeye ve hatta acı çekmeye hazır olduklarını, deneklerin çoğunlukla kendilerini iyi olma çabasına kaptırdıklarını belirtmiştir. Bregman’ın sözleriyle “Diğer bir deyişle insanları zorlar, dürter, baştan çıkarıp manipüle ederseniz çoğu kötülük yapabilir. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir. Ancak kötülük yüzeyde değil; büyük çabalarla yerinden çıkarmak ve en önemlisi, kötülüğü iyilik gibi göstermek gerekiyor.” Bregman, üzücü olsa da “insanların hiç düşünmeden kendini kötülüğe kaptırması” şeklinde özetlenebilecek olan Milgram’ın sonucunun ne yazık ki filozof Hannah Arendt’in vardığı “insanların kendini iyi gibi gösteren kötülüğe kaptırması” şeklindeki sonuca göre daha çok hatırda kaldığını belirtir (8).
Biz insanlar sosyal canlılarız. Gruplar halinde yaşamlarımızı sürdürürüz. Özgeci yani fedakârlık yapan ve yardımlaşan canlılar olmamız evrim tarihi boyunca bizi hem ayakta tutan hem de şekillendiren önemli bir güç olagelmiştir. Bu yönümüz gelişirken biyolojimiz kültürümüze, kültürümüz de biyolojimize eklemlenmiştir. Akraba seçilimi veya ebeveyn özgeciliğinin ötesinde bir karşılıklı özgeciliğin varlığı birçok kez denemeye tabii tutulmuştur. Sinirbilim alanında giderek artan sayıda özgeci davranışın nörobiyolojisine ilişkin çalışma yapılmaktadır. İş birliği yaptığımız durumlarda beynimizin zevk merkezleri harekete geçer. Emory Üniversitesinden bilim insanları, 36 deneğe, ünlü tutuklunun ikilemi oyununu oynatmışlar ve bu esnada da fMRI (işlevsel manyetik salınım görüntüleme) ile beyinlerini incelemişlerdir. İş birliği yapan bireylerin beyinlerinde (tatlı, para, kokain, güzel yüzler ve diğer) temel zevk veren uyarılara tepki veren bölgelerin uyarıldığını ve yanıt verdiğini görmüşlerdir. Tepki veren sinir hücreleri özellikle iki alanda toplanmıştır ve bu iki alan da zevk ve bağımlılık ile ilintili nörokimyasal aracı madde olan dopaminden zengin bölgelerdir. Bu bölgeler anteroventral striatum ve orbitofrontal (alın lobunun gözler üstündeki orta hatta yakın bölümleri) alan denen bölgelerdir. Ayrıca yeme, emzirme ve orgazm sırasında yoğun salgılanan oksitosin adlı hormon ile iş birliği ve değiş tokuş davranışları arasındaki ilişki Steven Quartz ve Terence Sejnowski isimli iki sinirbilimci tarafından gösterilmiştir. Jorge Moll ve çalışma arkadaşları fMRI çalışmaları ile beyinde özellikle korku ve kaçınma davranışları ile birincil derecede ilgili olan bir çeşit duygu modülü olarak niteleyebileceğimiz amigdal adlı yapı ile alın lobunda bulunan iki merkezin; iç (medial) ve ön göz üstü bölgelerdeki (orbital prefrontal) gri cevher alanlarının iş birliği ve diğer ahlaki duygular-durumlar ile harekete geçip aktive olduklarını saptamıştır (9). Kevin McCabe ve arkadaşları iki kişilik “güven ve karşılıklılık” oyunlarına katılan deneklerde benzer fMRI tekniği ile deneklerin beyinlerini incelemişler; işbirlikçilerin (ama döneklerin değil) beyinlerinde alın lobunda (prefrontal gri cevher alanında) bulunan dürtü kontrolünü ve zevkin ertelenmesini belirleyen bölgelerin aktive olduklarını göstermişlerdir (10).
Biz insanlar sosyal canlılarız. Gruplar halinde yaşamlarımızı sürdürürüz. Özgeci yani fedakârlık yapan ve yardımlaşan canlılar olmamız evrim tarihi boyunca bizi hem ayakta tutan hem de şekillendiren önemli bir güç olagelmiştir.
Ama eğer karşılıklılığın evrimsel bir kökeni olduğunu düşünüyorsak geçmişte doğal seçilimin bizi aldatmaya/aldatanlara karşı bir savunma mekanizması vermiş olması gerekir. İnsanların bedavacı olmasına verdiğinden çok almasına kızıyoruz. Bu tepkinin bizim doğamızın bir parçası olduğunu düşünülmektedir. Sosyal anlaşmaları ihlal edenler, aldatanlar çok daha kolay anımsanırlar (11,12). Çetin doğal şartlar içinde rakip gruplar ile çatışma halinde milyonlarca yıl yaşamanın sonucu biyolojik donanım; tehdit unsurunu ve tehlikeyi çabuk algılamayı, en hızlı şekilde yargı oluşturmayı ve karar vermeyi sağlayabilmek için evrilmiştir. Artık kültürümüz davranışlarımızı ve ilişkilerimizi yönlendirmede başat unsur olsa da bu biyolojik donanımızın tamamen devre dışı kaldığını göstermez. Hatta tam aksine birçok davranış kalıbımız bu donanımın üzerinde ve bu donanımla uyumlu bir birliktelik oluşturarak sosyokültürel olarak evrilmiştir. Çoğu zaman ahlaki bir yargıda bulunmamız gerektiğinde kendimizce doğru olan şıkkı çok kısa süre içinde seçer, daha sonra seçimimizi akla uydurmaya çalışırız. Doğada tüm canlılar ebeveyn özgeciliğinde bulunur yani yavrusu için fedakârlık yapar. Yine birçok türde akraba özgeciliği de izlenir. Bunun ötesinde doğada genetik bağı olmayan türdeşlerine hatta diğer türlere yönelik özgeci davranışları görürüz. Bu tip özgeci/fedakâr, karşılıksız iyilik içeren davranışları en yoğun sergileyen canlı türü biz insanlarız. Durum böyle iken kendimizi doğuştan kötü olmaya meyilli bir tür olarak nitelememiz doğru değildir. Çoğunlukla iyi davranışlar sergilemeye yatkın bir çoğunluğu barındıran bir türüz ama aklımızdan çıkarmamamız gereken en önemli şey çok kötü de olabileceğimizdir. Hangi zayıf yönlerimiz yüzünden bu hale gelebildiğimizi veya getirilebildiğimizi daha iyi anlamaya çalışmalıyız. Kendimiz ve diğerlerine karşı yapabileceğimiz en büyük iyiliklerden birisi bence bu çabadır.
Kaynaklar
1- Bregman R. “Çoğu İnsan İyidir: Yeni Bir İnsanlık Tarihi” Çeviren: Gül Özlen Mundi Yayınları. Temmuz 2021. Syf:29-30.
2- A.g.e. Syf: 31
3- Shermer M “İyilik ve Kötülüğün Bilimi” Çeviri: Gül S. Varlık yay. 1. basım 2007. Syf:74
4-Nigel Barber. “Doğanın Duygusu” Çeviri: Orhan Düz. Güncel yayıncılık. 1.basım mart 2005. Syf: 273-75
5- Bregman R. “Çoğu İnsan İyidir: Yeni Bir İnsanlık Tarihi” Çeviren: Gül Özlen Mundi Yayınları. Temmuz 2021. Syf:50-58.
6- A.g.e. Syf: 164-168.
7- A.g.e. Syf: 168-176
8- A.g.e. Syf: 179-191
9- Shermer M “İyilik ve Kötülüğün Bilimi” Çeviri: Gül S. Varlık yay. 1. basım 2007. Syf: 295,296
10-A.g.e. Syf: 297
11-Oda R (1997) Biased face recognition in the prisoner’s dilemma games. Evolution and Human Behavior, 18:309-315.
12-Yamagishi T ve ark. (2003) You can judge a book by its cover: evidence that cheaters may look different from cooperators. Evolution and Human Behavior. 24;290-301.