Biliyorum, şimdi birçok meslektaşım, “Felsefeci de filozof olabilir” veya “Filozof da felsefeci olabilir” diyecek ve savını güçlendirmek için muhtelif örnekler verecektir.
“Bizde neden filozof yok?” sorusu öteden beri vakit vakit soruldu ve muhtelif yanıtlama girişimlerinde bulunuldu.
Mesela bu soruyu gündeme taşıyanlardan Mehmet Emin Erişirgil, “Bizde Filozof Niye Yetişmedi?” (Dergâh, 1923) adlı makalesinde,
“Bence son yüzyıllarda felsefî düşünüşte hiçbir kabiliyet gösteremeyişimizin en önemli sebebi hoşgörü (tolérance) meziyetini kaybetmiş olmamızdır.”
demişti.
Meslektaşı Mehmet İzzet ise “Fikir Hayatındaki Durgunluk Neden?” (Hayat, 1927) adlı makalesinde siyasal koşullara dikkat çekmiş ve şunları söylemişti:
“Bana kalırsa gerek güzel sanatlarda gerek felsefede yeteneklerin memleketimizde şimdilik nadir belirmesinin esaslı sebebini maddî ve iktisadî şartlarda değil toplumsal, daha doğrusu siyasal şartlarda aramalıdır.
Toplumsal-siyasal şartlardan maksadım memleketimizin geçirmiş olduğu inkılaptır. Gerçi birçok iyi niyet sahibi ve vatanperver kimseler bu inkılap ile mütenasip bir edebiyatın, bir felsefenin, sanatsal eserlerin hemen ortaya çıkmasını beklemektedir. Bu mahsullerin gecikmesi onlara gayr-ı tabiî gözüküyor. Ben ise aksi bir değerlendirmede bulunmanın tamamen yanlış olamayacağını zannediyorum.
Her mefkûre gibi siyasî mefkûreler de kıskançtırlar: Kendilerine bağladıkları yetenekleri kolay kolay serbest bırakmazlar. Bundan dolayıdır ki siyasî mefkûrelerin halkı tamamen heyecana getirdiği anlarda güzellik veya hakikat araştırmaları için hevesler zayıflar. Ziya Gökalp, İttihad ve Terakki Fırkası’nda vatanî işlere vaktinin mühim bir kısmını ayırmamış olsaydı, şüphe yok ki bize daha kıymetli şiirler ve felsefî eserler miras bırakmış olurdu.”[1]
Bu yanıtlarda bir doğruluk payı vardı, ama ikisi de tarihsel bakıştan yoksun oldukları için eksikti. Felsefe, Tanzimat Dönemi öncesindeki yegâne eğitim kurumu olan medreseler tarafından dışlanmış ve felsefe ile uğraşanlara iyi gözle bakılmamıştı. Yanıtı, öncelikle müderrisler arasında yaygın olan bu yaklaşımın etkisinde aramak gerekiyordu.
Tanzimat Dönemi’nde bu yaklaşım, yeni açılan mekteplerin etkisiyle giderek zayıflamış ve Batı Felsefesi bir yere kadar ülkemizde temsil edilme imkânı bulmuştu; ancak yine de “geleneksel paradigma”yı tehdit eden pozitivizm, materyalizm ve evolüsyonizm gibi felsefî öğretiler yüzünden âlimler ve muhafazakârlar felsefeden kuşku duymayı sürdürmüştü.
Cumhuriyet Dönemi’nde söz konusu olumlu yaklaşım giderek güçlendi ve özellikle de Hasan Âli Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı Dönemi’nde başlatılan çeviri etkinliği sonrasında felsefe, aydınlar arasında en çok iltifat edilen alanlardan biri haline geldi.
Ancak, her nedense, felsefe ile amatörce veya profesyonelce ilgilenenler, “felsefeci” ile “filozof” kavramları üzerinde tam olarak uzlaşmayı başaramadılar. Felsefe Bölümlerinde görev yapan akademisyenlerin bazıları filozof bazıları da felsefeci olarak adlandırıldılar. Denilebilir ki
“Sonuçta her ikisi de felsefe ile uğraşmaktadır veya felsefe yapmaktadır, o nedenle ha felsefeci olarak adlandırılsınlar ha filozof olarak fark etmez…”
Bu yaklaşım doğru değildir; çünkü bu iki kesimin üretmiş oldukları bilgiler veya görüşler, birbirlerinden farklı niteliklere sahiptir.
Felsefeci, filozofların üretmiş oldukları felsefi öğretiler üzerine, gerek felsefe tarihi disiplininin, gerekse sistematik felsefe disiplininin yöntemine uygun olarak araştırmalar yapan bir bilim insanıdır. Bu açıdan bakıldığında üniversitelerimizin Felsefe Bölümlerinde görevli akademisyenlerin ekserisi felsefecidir.
Filozof ise, daha önceki felsefî faaliyetlerden esinlenerek, felsefenin muhtelif alanlarında veya muhtelif sorunları için yeni felsefî görüşler ve öğretiler üreten bir düşünürdür; yani filozof, felsefe üzerine araştırmalar yapan bir “bilim-insanı” değil, doğrudan doğruya felsefe yapan bir “felsefe-insanı”dır.
Biliyorum, şimdi birçok meslektaşım, “Felsefeci de filozof olabilir” veya “Filozof da felsefeci olabilir” diyecek ve savını güçlendirmek için muhtelif örnekler verecektir.
Ben buna karşı çıkmıyorum ki…
Elbette, böyle birçok örnek bulunabilir, ama bu durum, bilim ile felsefeyi karıştırmak gibi vahim bir hataya cevaz vermez.
Kavramları doğru tanımladığımızda, zihnimiz açılacaktır!
Şimdi “Bizde neden filozof yok?” sorusuna daha soğukkanlı bir yanıt üretilebilir. Doğal olarak önce felsefenin ne olduğunu öğrenmek gerekiyordu ve bunu sağlayacak olan şahıslar, Felsefe Bölümlerindeki akademisyenlerdi. Onlar, asırların biriktirmiş olduğu önyargıları da aşarak, felsefe tarihi ve sistematik felsefe dersleriyle felsefe konusunda bir alt yapı oluşturacak ve sonra gelenler bundan yaralanarak “felsefe yapma denemeleri”ne girişeceklerdi.
Nitekim öyle de olmuştur.
Bu denemeler, süreç içinde yoğunlaşacak ve yavaş yavaş uluslararası felsefe faaliyetlerini de yönlendiren filozoflar çıkacaktır.
Süreç, kanaatime göre olması gerektiği gibi ilerlemektedir.
[1] Bu tartışma hakkında daha ayrıntılı malumat için şu derlemeye bkz., Remzi Demir ve İnan Kalaycıoğulları, Felsefe Ne İmiş?, Devrimler Çağında Felsefe Antolojisi (1908-1938), Ankara 2022.

