24, 25 ve 26 Ekim 2024 tarihlerinde Üsküdar Üniversitesi ev sahipliğinde “Yaratılışa Bütüncül Yaklaşım” ana temalı “VIII. ULUSLARARASI BİLİMLER IŞIĞINDA YARATILIŞ KONGRESİ” düzenlendi. Kongrenin ardından bir ”Yaratılış Manifestosu” yayınlandı ve destek için imza kampanyası başlatıldı. GazeteBilim olarak yapılanların üniversitelerin varoluş amacına hizmet etmediğini, bilimsel düşünceye aykırı olduğunu ifade etmek, ne yazık ki ana akım medyada çok az yer bulan bu durumu kamuoyu ile paylaşmak ve konuyu farklı açılardan ele almak üzere Sayın Prof. Dr. Hakan Gür, Prof. Dr. Erksin Savaş Güleç, Doç. Dr. Mustafa Yavuz, Dr. Öğr. Üyesi Seçkin Eroğlu, Psk. Sâye Daylan’ın görüşlerine başvurduk.
Prof. Dr. Hakan Gür: Evrimin gerçekliğinin bilim çevreleri tarafından sorgulanmadığı bir aşamaya geldik!
Evrimin gerçekliği, dünyanın güneş çevresinde döndüğü vb. bilimsel olgularda olduğu gibi, bilim çevreleri tarafından artık sorgulanmamaktadır. Bu, elbette evrimsel biyolojinin yaşamın tarihini ve bu tarihi şekillendiren mekanizmaları tamamen aydınlattığı ve evrimsel biyologlar arasında ayrıntılar hakkında görüş birliği olduğu anlamına gelmiyor. Evrimsel biyolojide de, bilimin diğer tüm alanlarında olduğu gibi, alacak çok yolumuz var. Ancak Platon ve Aristoteles’ten köken alan egemen dünya görüşünü ve türlerin değişmezliği fikrini sarsan, Batı düşüncesindeki en devrimci fikirlerden biri olan Darwin’in evrim teorisinden modern senteze ve modern sentezden bugüne kadar şüphesiz çok önemli bir yol aldık, daha önce de değindiğim gibi, evrimin gerçekliğinin bilim çevreleri tarafından sorgulanmadığı bir aşamaya geldik.
Öyle ki, evrimsel biyoloji, Darwin’in fikirlerini aşan, yaşam bilimlerinin temeli olan ve diğer bilim alanlarını etkileyen, böylece de insan, canlı ve çevre sağlığı üzerinden yaşamlarımızı iyileştiren/kolaylaştıran bir konuma geldi. Buna rağmen, inançları büyük bir çeşitlilik gösteren yaratılışçılar (düz dünyacılardan tanrıcı evrimcilere kadar), dinsel inançlarına ters düştüğünü düşünerek evrimi kabul etmemektedir. Bunlar arasında Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’na göre yaşamın dinsel yorumunun kamu okullarında öğretilmesi yasak olduğu için aslında özel yaratılışa başvurmayan, ancak doğaüstü bir tasarımcıya vurgu yapan akıllı tasarımcılar da vardır.
Yani, iddia edildiği gibi, evrimin karşısında, karşısına doğaüstü bir açıklama koyacak olsak bile, ki koyamayız, tek bir görüş yoktur. Hatta hem yaratılışçılar hem de evrimsel biyologlar arasında Tanrı’nın doğa yasalarını yarattığına ve evreni kendi haline bıraktığına, böylece yaşamın tarihini de evrim aracılığıyla şekillendirdiğine inananlar vardır. Kaldı ki, bilim, doğal olarak evrimsel biyoloji, gözlemler ile ilgili açıklamaları öngörülere dayalı olarak sınayan eylemsel doğası gereği doğaüstü açıklamaları sınayamaz. Doğal olarak, bilimin doğaüstü bir yaratıcının varlığını desteklemesi veya aksi mümkün değildir. Bu, neden evrimin karşısına doğaüstü açıklamaları koyamayacağımızın da en yalın açıklamasıdır. Buna rağmen, bilimsel açıklamaların karşısına doğaüstü açıklamaları koymakta ya da sınanamayacak doğaüstü açıklamaları özü sınamaya dayanan bilimsel açıklamalar gibi sunmakta ısrar etmek ve daha vahimi bunların kurumlar eliyle yapılması, hem bilim eğitimine ve bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelişime hem de dine zarar vermektedir.
Prof. Dr. Erksin Savaş Güleç: Yaratıcı gücün milyarlarca yıllık evrende “her şeyin onun için yaratıldığı insanoğlunu” neden son 300 bin yıla ertelediğine nasıl bir açıklama getirilmektedir?
Yaradılış manifestosuna cevaptır:
Çok üzücüdür ki günümüzde, bir üniversite çatısı altında, “Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi” düzenlenmiş ve “bilimsel verilerin ve matematiksel ispat yöntemlerinin evrenin varoluşunun bilinçli ve tasarımsal olduğu yönünde yeterli kanıt düzeyine ulaşıldığı” sonucuna varılmıştır. Ne yazık ki “Bilimler Işığında” yapılan bu etkinlik, bilim ve mantık dışı önermeler içeren, hiçbir somut veri barındırmayan, aslında dikkate alınmaya bile değmeyecek bir toplantıdır. Ancak içeriğe uzak kişilerin aklında oluşabilecek soru işaretlerini önlemek için birkaç noktaya değineceğim:
Evrimin binlerce kanıtını bir kenara koyarak, sadece bu düşünce çerçevesinde, yaratıcı gücün milyarlarca yıllık evrende “her şeyin onun için yaratıldığı insanoğlunu” neden son 300 bin yıla ertelediğine nasıl bir açıklama getirilmektedir?
BİNLERCE FOSİL KAYIT insanın beyin kapasitesinin 3,3 milyon yıl önce çakıl taşlarından alet yapabilme aşamasına geldiğini 1,8 milyon yıl önce el baltasını icat ederek büyük bir aşama kaydettiğini ve beynin giderek büyüyerek, özellikle günümüz insanının davranışsal modernitesine zemin oluşturacak frontal ve parietal loblarının geliştiğini ve 300 bin yıl önce Üst Taş Çağı’nda değişik amaçlara yönelik çok çeşitli aletler yapabildiğini ve zekasının da günümüz insanındaki aşamaya geldiğini göstermektedir. Yani modern insan bu uzun gelişim süreci sonunda, ancak son 300 bin yıllık süreçte var olmuştur.
İnsan evrimi ayrıca doğal seçilimi kanıtlayan çok özgün bir süreçtir. İlk aletlerin yapılma aşamasından başlayarak günümüze kadar “insan” olarak tanımlanabilecek onlarca cins ve tür yaşamış, ancak bunların içinden doğaya uyum sağlayabilecek ve tüm zorluklara karşı koyabilecek ve zekası sayesinde hayatta kalabilen sadece bizlerin, günümüz insanının soyu devam edebilmiştir.
Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi’nin Tübitak tarafından desteklemesi de akıl almaz bir durumdur. Temel bakış açısının bilimin gelişmesi için desteklemek olması gereken bu kurumun bilim dışı bir toplantıda adının geçmesi bile kabul edilemez.
Kongrenin bilimle uzaktan yakından ilişkisinin olmadığına bir kanıt da kaynakçasıdır. Bu bana Fethullah Gülen’in Evrim kuramını çürüttüğü! Kitabını hatırlattı. Fetö elebaşısının evrime karşı öne sürdüğü tüm kanıtları, adı bilinmeyen ve hatırlamaya bile değer görmediğim, “hocam” diye bahsettiği bir biyoloğun fikirleri idi. Bu hoş (!) fikirler sayesinde çok eğlenceli dersler yaptığımızı söylemek isterim.
Sonuç olarak; insanoğlunun ölüm ve yok olmaya ilişkin derin korkusundan yararlanıp dini kullanan ve bundan büyük çıkarlar sağlayan çevrelerin, yapay zekanın yeni bir çığır açtığı dünyamızda bu tür tartışmaların komik olduğunu idrak edebilmeleri umuduyla.
Doç. Dr. Seçkin Eroğlu: Bilimsel olmayan bir görüşü savunmak üniversitenin işi değildir!
Yaratılış manifestosu diye geçen metnin çoğunu içerisinde pek çok terim barındırdığı için anlamadım. Anladığım kısımda daha önce defalarca yanıtları verilmiş fikirleri farkettim. Metnin manifesto olabilmek için neresi yeni anlayamadım. İsteyen istediği düşünceyi yaymakta özgür fakat bilimsel metoda yaslanmayan bir görüşü savunmak için üniversitenin ve TÜBİTAK’ın kaynaklarının kullanılmaması, başka vakıflardan destek bulunması gerekirdi.
Doç. Dr. Mustafa Yavuz: İnsanımızın kendi aklını kullanması, daha fazla okuyup, araştırıp, öğrenmesi bir gerekliliktir, zorunluluktur. Aksi halde başkalarının aklının ve tuzağının mankurtu olacaktır.
Ülkemizde biyoloji öğretiminde ve biyoloji biliminin anlaşılmasında yıllardır mevcut olan eksiklik, türlü manifestolarla daha da belirgin hale gelmektedir. Her şeyden önce, evrim -ben biyolojik evrim teorisi ve kısaca BET demeyi tercih ediyorum- biyoloji biliminin ana omurgasını da oluşturan bir konudur. Bilimsel bir konudur, yani yanlışlanabilir, denenebilir, test edilebilir, tartışılabilir, paylaşılabilir, kabul, itiraz ya da reddedilebilir bilgiler topluluğudur. Bu konular, bizim hangi dine ya da o dinin hangi mezhebine bağlı olup olmadığımıza bakmaz. Dolayısıyla dini anlamda bir inanç konusu değildirdiler. BET gibi bir teori karşısına herhangi bir alternatif çıkarılacaksa, bunun biyoloji bilimiyle uyumlu olması esastır. BET, bir Yüce Yaratıcı kavramıyla çelişmeden de kavranabilir. Yani inançlı bir müslüman, biyoloji okuyarak, evrim konusunu rahatlıkla çalışabilir. BET içinde itiraz edeceğimiz konular, bilgiler, noktalar yok mudur? Elbette olabilir ve vardır da. İşe BET’in bilimsel bir teori olmasının ispatı da budur. Dogmatik, kesinlikle iman edilmesi zorunlu, inanca konu olacak bir doktrin değildir. Müslüman gençlerin her şeyden önce bunu anlamasını dilerim.
Aynı anda hem inançlı bir müslüman, hem de BET çalışan biri olmanın önündeki engel ancak zihinlerdeki çarpık varsayımlardır. Böyle varsayımlar, dün olduğu gibi bugün de bilimsel araştırma ve çalışmalara türlü ideolojik ve politik sebeplerle karşı durmaya dönüşebilir. Bunun için insanımızın kendi aklını kullanması, daha fazla okuyup, araştırıp, öğrenmesi bir gerekliliktir, zorunluluktur. Aksi halde başkalarının aklının ve tuzağının mankurtu olacaktır.
Psk. Sâye Daylan: Kant’ın saf aklından akademinin saf çabasına (!)
Kant 1780 yılında yazdığı Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft) ile insan aklının sınırlarını ve bilgiye ulaşma kapasitesini sorgulamasının neticesinde metafizik alanın aklın sınırları dışında kaldığını söylerek bu alana pamuk tıkadı. Şu an 2024 yılındayız fakat akılsal olarak 1780 yılından daha gerideyiz. Üstüne üstlük bu gerileme yine akıl sahibi olmasını beklediğimiz insanlarla taçlandırılmaya devam ediyor.
Kant kendisinden önce gelen tanrı var mıdır, varsa mahiyeti nedir gibi soruların aslında yersiz sorular olduğunu incelikli bir analizle gösterdi. İnsan aklı yalnızca zaman ve mekan bağlamında yer alan bilgilere ulaşabilir ve bu tür bilgileri algılayabilir.
Tanrı kavramı kendi tanımı gereği zaman ve mekandan münezzeh olması dolayısıyla zamandan ve mekandan bağımsız düşünemeyen insan, tanrı ile ilgili bir bilgiye “akıl” aracılığıyla ulaşamaz. Tam da bu nedenle Kant tanrıyı bir kavram olarak zihnin yarattığı yerden alıp din bağlamında ona bir yer açmak için onu “inanç” nesnesi olarak tanımladı.
İnanç tam da metafizik alanın istediği gibi sorgusuz sualsiz ve mutlak bir itaatle kabulü gerektirir. Bu bakımdan tanrı artık inanç alanında olması gerektiği yerdedir.
Tanrıya akıl alanında zoraki bir yer açmaya çalışmak ve tanrıyı akli bir zeminde kanıtlamaya çalışmak akli bilgiyi inançtan üstün tutmak anlamına gelir.
Bu durumda ya akli bilgiyi tercih etmek ve dolayısıyla akıl alanına girmeyen metafiziği reddetmek gerekir ya da inanç ile akıl arasında bir üstünlük düşüncesine girmeksizin metafiziği inanç alanında bırakarak inanç bağlamında değerlendirmek gerekir.
Metafizik bilimsel bir temele oturtulamaz. Zira bilim değişen koşullar altında değişebilen bir olgudur. Mutlak bir doğru olarak öne sürülen dogmatik inanç, bilimin değişmesiyle değişemeyeceğine göre bu çaba olsa olsa gülünçtür.
Böylesi bir çaba psikolojik bakımdan içsel bir çelişkiyi gösterir. Bilim ile inanç arasındaki dengeyi kuramayanlar ikisini birleştirerek bu çatışmadan kurtulacaklarına inanmaktadırlar.
Söz konusu çabayı gösterenlere oranla akılsal bilgiyi yaşamına klavuz edinenler, metafiziği olması gereken yerde bırakarak metafiziğe saygı duymakta, onu hırpalamamaktadır.
Yıllar önce ciddi bir çaba ile ilmek ilmek açıklanan bilim ile inanç arasındaki farkın idrakına varılmalı, metafiziği bilim alanına kaydırarak bilimi öncelemeyi bırakmalı ve metafiziğe hakkını iade etmelilerdir.
Ya da bilim ile metafizik arasında yapmak zorunda oldukları tercihten kaçmayı bırakıp psikolojik bir yüzleşme yaşamalılar.