Türkiye, aktif fay hatları üzerinde yer alan ve tarih boyunca yıkıcı depremler yaşamış bir ülke. Bu röportajda, GazeteBilim Yayın Kurulu üyemiz, Kocaeli Üniversitesi Jeofizik Mühendisliği Bölümünden Prof. Dr. Şerif Barış ile Türkiye’nin deprem risklerini, İstanbul ve çevresindeki fay hatlarını, küresel ısınmanın sismik hareketlere etkisini ve barajların deprem tetikleyip tetiklemediğini tartışıyoruz. Ayrıca, deprem erken uyarı sistemleri ve yapay zekanın bu süreçteki rolüne dair önemli bilgiler paylaşıyoruz.
Prof. Dr. Şerif Barış
Röportaj: Beyza Aydoğdu
Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Temel bir sorudan başlamak gerekirse, Türkiye’de büyük depremler konusunda sürekli farklı senaryolar konuşuluyor. Bilimsel verilere dayanarak, İstanbul ve çevresindeki deprem beklentisi hakkında en gerçekçi senaryo nedir?
Depremler, yerkabuğunda biriken gerilmelerin tabakaları kırması ve yırtmasıyla oluşan doğa kaynaklı olaylardır. Bir depremin büyüklüğü, bu faylanma alanı ile doğrudan alakalı olup fay boyu ve depremin derinliği bu yırtılan alanı belirler. Aletsel büyüklüğü 6,5 veya daha büyük depremlerin kırığı da yeryüzüne erişerek fay izi oluşturur. Meydana gelmiş büyük depremlerin aletsel büyüklükleri ile fay boyları arasında türetilmiş formüllerle, kabaca oluşacak depremin büyüklüğü fay boyu dikkate alınarak belirlenmektedir.
Öte yandan, dünyada meydana gelen depremler 1900 yılından sonra kurulan sismometrelerle kaydedilmekte olup, aletsel büyüklük değeri 1935 yılında formüle edilmiştir. 1900 yılından önce meydana gelen depremler ise tarihsel deprem olarak tanımlanır ve bu tariften önce meydana gelmiş depremlerin aletsel büyüklüğü, bu depreme ait tarihi belgeler, gazeteler ve kitap gibi yazılı kaynaklardan elde edilen şiddet değeri üzerinden yaklaşık olarak hesaplanmaya çalışılır. 1900 yılından önceki depremlerin odak merkezi veya deprem derinliği gibi bilgileri hesaplamak mümkün olmamaktadır. Benzer şekilde, şiddet değeri de kişilerin beyanlarına ve meydana gelen hasarı tasvir eden kişinin aktarımlarına bağlı olduğu için, 1500 yılından önce meydana gelmiş depremlerden elde edilen bilgiler oldukça güvensizdir. Bu nedenle, bir bölgenin senaryo depremleri tartışılırken genel kabullerle bir hesap yapılmakta olup, gerçek depremin büyüklüğü ile senaryo deprem büyüklüğü arasında bariz hatalar görülmesi muhtemeldir.
Marmara Bölgesi’nin deprem tarihine bakıldığında, “Küçük Kıyamet” olarak adlandırılan oldukça yıkıcı depremlerin meydana geldiği; ancak şiddet olarak bu tür depremlere nazaran daha düşük ölçekli depremlerin de yaşandığı tarihsel kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Bu tür belirsizlikler, özellikle Marmara Bölgesi’nde meydana gelmiş depremler için yapılan senaryolarda da büyük tartışmalara yol açmaktadır. Bunun sebebi, yukarıda açıklanan belirsizliklerin yanı sıra fayların deniz tabanı altında ve çok parçalı olmasından da kaynaklanmaktadır. Marmara Bölgesi’nin deprem tarihine bakıldığında, “Küçük Kıyamet” olarak adlandırılan oldukça yıkıcı depremlerin meydana geldiği; ancak şiddet olarak bu tür depremlere nazaran daha düşük ölçekli depremlerin de yaşandığı tarihsel kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Bu tür belirsizlikler sonucunda, resmî kurumların kabul ettiği en güncel senaryo, İstanbul ve çevresindeki fayların tekli kırılma halinde 7,5 büyüklüğünde en kötü senaryo olarak kabul edilmekte ve bu senaryoya göre müdahale ve hazırlık planları yürütülmektedir. Bazı bilim insanları olası depremin 6,5; bazıları ise 7,7 büyüklüğünde olmasını beklemekte olup, yerkabuğu içindeki fayların kesin boyu, meydana gelecek depremin odak derinliği ve biriken gerilmenin miktarı bilinmeden yapılan öngörüler, bilimsel öngörüler olmayıp kişisel öngörüler olarak kalmaktadır.
Bu nedenle, İstanbul ve çevresinde yaşayan kişilerin, bilimsel olarak kesin tespit edilemeyecek bir deprem büyüklüğüne odaklanmak yerine eninde sonunda meydana gelecek bir depremin İstanbul ve çevresini sarsacağını; depremin derinliği, büyüklüğü ve yırtılma türüne göre yapılarda farklı ölçülerde hasar oluşturabileceğini unutmadan, meydana gelecek her büyüklükteki bir deprem için önceden hazırlanılması gerektiğini bilmesi gerekir. Hızlı ve etkin bir müdahale için kişilerin, kurumların ve devlet kurumlarının çalışma yapması gerektiğini bilerek üzerlerine düşen görev ve sorumluluklara odaklanmalarını öneririm.
Küresel ısınmanın; buzulların erimesi ve okyanus seviyelerinin yükselmesi gibi etkilerinin, yer kabuğu üzerindeki baskıyı değiştirerek deprem riskini artırdığı yönünde görüşler var. Son zamanlarda bazı haberlerde de iklim değişikliğinin depremleri etkileyebileceği iddia edildi. Sizce bu bilimsel olarak ne kadar doğru? Gerçekten iklim değişikliği sismik aktiviteyi artırabilir mi?
Küresel ısınma sonucu buzulların erimesi, o bölgelerdeki yerkabuğundaki baskıyı azaltacağı için bu bölgelerde bazı depremlerin oluşmasına yol açabilecektir. Depremler, ultra mikro deprem denen çok minik kırılmalardan başlayarak mega depremler denen bir ölçek aralığında meydana gelmektedir ve mikro ile ultra mikro depremlerin çoğu, insanlar tarafından hissedilmeyen ancak sismolojik aletlerle tespit edilen ve yerkabuğu hakkında birçok bilgi sağlayacak doğal olaylardır. Buzulların erimesiyle oluşan deniz seviyesi yükselmesi veya oluşan su kütlesinin ağırlığı, çok geniş alanlarda yer alan deniz ve okyanuslarda yayılacağı için bu tür bir erime sonucu meydana gelen su kütlesinin artışının, dünyanın deprem etkinliğinde çok da önemli bir değişim yaratmayacağına inanıyorum.
Sismologlar, depremlerin yerkabuğunda nasıl meydana geldiğini, kökenlerini ve oluşum mekanizmalarını bilmektedir ancak bu tür küresel ısınma ve sonucu suların yayılmasının ve benzeri dış etkenlerin, oluşan deprem etkinliğinde önemli bir payının olduğunu düşünmemektedirler.
Son yıllarda meydana gelen depremlerin, dünyada süregelen birçok olayla ilişkisi araştırılarak deprem olayı açıklanmaya çalışılmaktadır. Ancak dünyada aynı anda birçok süreç meydana gelirken, bu süreçlerin depremlerle doğrudan fiziksel bir ilişkisi bulunmamaktadır. Bu tür birbirinden bağımsız olayların rastlantısallığı, aralarında fiziksel bir ilişki olduğuna inanan kişilerin bu tür bir ilişkiyi belirleme çalışmaları sürmektedir. Sismologlar, depremlerin yerkabuğunda nasıl meydana geldiğini, kökenlerini ve oluşum mekanizmalarını bilmektedir ancak bu tür küresel ısınma ve sonucu suların yayılmasının ve benzeri dış etkenlerin, oluşan deprem etkinliğinde önemli bir payının olduğunu düşünmemektedirler. Bu tür bir etki olsa bile, meydana gelen depremlerin çok küçük ölçeklere oluşacak olması insanlık açısından önemli sonuçlar doğurmayacaktır.
Peki büyük barajların inşa edilmesi, depremleri tetikleyebilir mi? Dünyada ve Türkiye’de baraj kaynaklı sismik aktivitenin yaşandığı vakalar var mı? Varsa bu depremlerin özellikleri nelerdir?
Dünyada büyük miktarlarda su tutulmasının, orta büyüklüklere varan ölçülerde deprem oluşturduğu bilinen bir sonuçtur. Bu tür depremler, tetiklenmiş depremler olarak (induced earthquakes) bilinir ve birçok büyük baraj göletinin bulunduğu bölgelerde kaydedilmiş depremlerin, barajlarda su tutulması sonucu oluştuğu açıklanmıştır. Buna, Mısır’daki Heiwan Baraj Gölü’nde meydana gelen depremler ile ülkemizde Atatürk Barajı havzasında olan bazı depremlerin su tutulmasından kaynaklı olduğu bilimsel yayınlarla açıklanmıştır.
Baraj göllerinde su tutulmasıyla oluşan yük, yerkabuğunda stres oluşturmakta ve bu sürekli artan gerilme sonucunda da zaman zaman orta büyüklüklerde depremler meydana gelmektedir. Bu tür depremler, civar yerleşim yerlerinde bulunan yapıları sarsmakta; ancak meydana gelen depremin büyüklüğü, yüzeye yakın olması gibi nedenlerle yapısal hasarlar oluşturmamaktadır.
Deprem tahmini konusunda Japonya ve ABD gibi ülkelerde yapılan çalışmalar var. Türkiye’de bu alanda hangi çalışmalar yürütülüyor ve biz ne durumdayız?
Dünyada özellikle 1950’li yıllardan sonra, yaygın olarak ABD, Çin, Japonya ve Rusya gibi ülkelerde çok disiplinli deprem önceden belirleme çalışmaları yapılmaya başlanmıştır. Ülkemizde ise 1985 yılından itibaren Türk-Alman ve Türk-Japon deprem önceden belirlenmesi çalışmaları, Marmara Bölgesi’nde Kuzey Anadolu Fayı üzerinde seçilen iki farklı bölgede başlamış olup, bu çalışmalardan birisi olan Türk-Japon deprem önceden belirleme araştırmalarına 1986-2003 tarihleri arasında aktif olarak katılan bir araştırıcıyım.
Bu çalışma, B.Ü. Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nde başlamış olup, bu çalışma kapsamında kurulan istasyonların çoğu halen çalıştırılmaktadır. Bu istasyonlar işletilirken eş zamanlı olarak yapılan arazi çalışmaları; Kocaeli ilinde 21 Temmuz 1999 tarihinde başlamış olup, 17 Ağustos 1999 depreminin öncesi, sırası ve sonrasında fayın üstünde elektromanyetik ölçüm istasyonları ile ölçü yapılırken büyük depremin tüm aşamaları, Türk-Japon bilim adamlarından oluşan ekibimizce kaydedilmiştir.
Bölgede 1986 yılından beri sürdürülen manyetik, elektrik alan, radon gazı ölçümlerinin yanı sıra mikrodeprem izleme ağı ve jeodezik ölçümlerde bu depremi çevreleyen alanlar ile Geyve Fayı ve İznik-Mekece Fayı’nı kapsayan bölgelerde ölçümlerini sürdürmesine karşın, deprem öncesi ve deprem anında önemli değişimler yakalanmamıştır. Deprem sonrası yapılan ayrıntılı analizlerde ise deprem öncül belirtisi olarak nitelenecek iki değişim yakalanmıştır.
Gerek dünyada gerekse ülkemizde çok fazla araştırma yapılmış olmasına karşın, gerçek anlamda depremin önceden belirlendiği örnek sayısı çok çok azdır. Bunun temel nedeni, depremler yerkürenin derinliklerinde meydana gelen karmaşık olaylar olup, depremle ilgili yapılan tüm ölçülerin yeryüzünden veya 100-400 m gibi açılan sığ sondajlarda yapılmasıdır.
Kocaeli Üniversitesi araştırmacısı olarak, Bursa ve Yalova illerinde ise 2005 yılından itibaren Alman bilim adamları ile benzer amaca dönük bir proje başlatılmış olup, bu araştırmalar halen bölgede sürdürülmektedir. Gerek dünyada gerekse ülkemizde çok fazla araştırma yapılmış olmasına karşın, gerçek anlamda depremin önceden belirlendiği örnek sayısı çok çok azdır. Bunun temel nedeni, depremler yerkürenin derinliklerinde meydana gelen karmaşık olaylar olup, depremle ilgili yapılan tüm ölçülerin yeryüzünden veya 100-400 m gibi açılan sığ sondajlarda yapılmasıdır.
Yerkabuğu gerek yanal yönde gerekse düşey yönde oldukça karmaşık yapıda olup, kayaç ve minerallerin değişiminin yanı sıra yerkabuğu içindeki sıvıların varlığı, derinlere inildikçe basınç değerinin ve sıcaklığın artması gibi değişkenlerin belirleyici olması, depremlerin kaotik bileşeninin bulunması gibi birçok değişken, deprem öncesi yerkürede olması beklenen fiziksel ve kimyasal değişimlerin düzensizliğini oluşturmaktadır. Yerkürede deprem öncesi görülen öncül belirti veya haberci olgu olarak adlandırılan değişimler her depremde görülmemekte, depremden depreme bazı değişimler görülmesine karşın farklı türlerde olmakta ve henüz bu çalışmalardan elde edilen değişimlerin çoğunun bu alanda uzman olmayan kişiler tarafından görülmesi; belirlenen veya görülen değişimlerin de genellikle ya deprem sonrası fark edilmesi gibi birçok nedenden dolayı başarı şansı çok düşük olmuştur.
Halen gerek yapay zekâ gerekse teknolojinin gelişimiyle birlikte bu alanda çalışmalar devam etmektedir. Ancak, deprem önceden belirleme çalışmalarındaki bu başarısız çabalar nedeniyle, deprem erken uyarı sistemi olarak adlandırılan teknolojilere ağırlık verilerek depremin oluşturacağı zararı azaltacak yeni sistemler dünyada yaygınlaşmaktadır. Bu konuda da ülkemizde önemli çalışmalar sürdürülmekte olup, bunlardan bir tanesinin proje yürütücüsü, diğerinin ise bilim kurulu başkanı olarak bu teknolojilerin yaygınlaştırılarak vatandaşa deprem erken uyarı sinyali verilmesi yönünde çabalarımız sürdürülmektedir.
Toplumda deprem önceden belirleme ile deprem erken uyarı sistemleri, karıştırılan iki farklı kavramdır. Deprem önceden belirlenmesi, hasar yapıcı büyüklükteki bir depremin meydana gelmeden önce haber verilmesi için yapılan çalışmaları kapsarken, deprem erken uyarı ise bunun aksine deprem olur olmaz ilk çıkan deprem dalgalarından hızlı bir şekilde depremin yeri ve büyüklüğünün belirlenmesi ve yıkıcı dalgalar olan S dalgaları ile yüzey dalgaları insanlara ve şehirlere gelmeden uyarı oluşturan; bu sayede insanlara korunma mesajı gönderen, elektrik, doğalgaz ve hareketli sistemleri durduran veya yavaşlatan sistemlerdir.
Meydana gelen depremin insanlara, yapılara ve şehirlere uzaklığına bağlı olarak hayat kurtaran, paniği önleyen, yangın ve kazaların sayısını azaltarak depremlerin olası zararlarını düşüren teknolojik sistemlerdir. Bu sistemlerin şehirlerdeki binalara fazla sayıda kurulması ile de oluşacak hasarı hızlıca belirleyici bir başka özelliği de bulunmakta olup, bu tür sistemlere “Acil Müdahale Sistemleri” denmektedir. Ülkemizde 2002 yılından itibaren İstanbul’da Acil Müdahale Sistemi kurulmuş olup, deprem erken uyarı sistemi ise Bursa ve civarında yürütücüsü olduğum proje kapsamında test edilmekte; Marmara Bölgesi’nde ise EDİS firması tarafından bu tür sistemler, şirketlere hizmet sağlamak üzere çalıştırılmaktadır.
Deprem erken uyarı sistemlerinde yapay zekâ ve büyük veri analitiğinin kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu teknolojiler Türkiye’de nasıl uygulanabilir?
Geleneksel deprem erken uyarı sistemlerinde, deprem istasyonları arazide ve şehir içinde bazı yapılarda kurulmakta olup, çalışma prensibi her deprem istasyonunun kaydettiği verinin istasyonda bulunan iletişim altyapısı ile bir veri merkezine aktarılmasıdır. Tüm istasyonlardan gelen anlık veriler, merkezde bulunan bilgisayarlardaki yazılım tarafından işlenmekte ve deprem çözümlemesi yapıldıktan sonra üretilen uyarı sinyali, kullanıcılara yine bir iletişim altyapısı ile iletilmektedir. Bu süreç, dünyadaki tüm deprem erken uyarı sistemlerinde yaklaşık olarak 5-6 saniyeyi bulmaktadır. Bu süre, ortalama deprem dış merkezini çevreleyen 40-50 km’lik bir kör alan oluşturmaktadır. Bunun anlamı, depremin dış merkezi size 40 km’den daha yakınsa, bu tür bölgelerde oturanlar için erken uyarı sinyali üretilemez veya üretilen bu sinyal, kullanılamadan önce deprem dalgaları size ulaşır demektir.
Yapay zekânın gelişmesi ile gerek deprem ölçüm cihazları içinde sinyal işleme ve veri iletimindeki süreyi kısaltmak, gerekse deprem sensörlerindeki teknolojik değişimi sağlayarak sinyal aktarma ve paketleme sistemini hızlandırmak mümkün hale gelmiştir. Ayrıca, deniz tabanında bulunan faylar için deprem istasyonlarını fayın üstündeki deniz tabanına koyarak faylarda oluşan deprem sinyallerini zaman kaybetmeden yerinde algılamak, verileri tek bir deprem cihazı yerine dört farklı cihazla kaydedip çözümleyerek veri işlem süresini azaltmak veya yapay zekâ teknikleri kullanarak depremin fazlarını okumak, yerini ve büyüklüğünü hesaplamak, deprem bilgilerini elde etmede çok önemli zaman kazandıran bilimsel gelişmelerdir. Bu sayede, depremin çözümü yaklaşık bir saniye içerisinde yapılarak, şehre 12-15 km yakın olan faylarda bile deprem erken uyarı sinyali üretmek mümkün olmaktadır. Öte yandan, dünyada bu tür yapay zekâ tekniklerinin deprem ölçümlerinde, deprem analizlerinde veya istatistiksel olarak uzun vadeli deprem önceden belirleme araştırmalarında kullanımı yaygınlaşmaktadır. Yapay zekânın deprem erken uyarı ve önceden belirleme araştırmalarına katkısının olacağı aşikardır. Ancak unutulmaması gereken konu, yapay zekânın dayandığı bilgilerin internette bulunan her türlü veriye dayanmasıdır. İnternete yüklenen yanlış deprem bilgileri, uzman olmayan kişilerin oluşturduğu yalancı bilim içerikleri ve komplo teorisyenlerinin hiçbir fiziksel esasa dayanmayan öngörülerinden oluşan veriler, bu tür çalışmalara olumsuzluklar katmaktadır.
Bundan sonra geliştirilen yapay zekâ algoritmalarının, yalnızca bilimsel sonuçlara dayanarak oluşturulması, deprem erken uyarı ve diğer çalışmalara katkı sağlayacaktır.
Bundan sonra geliştirilen yapay zekâ algoritmalarının, yalnızca bilimsel sonuçlara dayanarak oluşturulması, deprem erken uyarı ve diğer çalışmalara katkı sağlayacaktır. Bunun yanı sıra, halen kullanılan fiber optik ağlarının da deprem ölçümlerinde ve erken uyarı sistemlerinde kullanımına dair birçok çalışma sürdürülmektedir. Bu konudaki bazı araştırmalar ülkemizde de yapılmakta olup, bu alanda araştırma yapan bir yüksek lisans öğrencim bulunmaktadır. Dünyada kullanılan yapay zekâ ve güncel teknolojilerin, deprem ölçümünde, erken uyarı sistemlerinde ve afet yönetiminde doğru şekilde kullanılması için çabalarımızın sürdüğünü, bu vesileyle okurlara duyurmakta fayda vardır.
Türkiye’de afet yönetimi konusunda sizce en büyük eksiklikler neler? Afet bilincini artırmak için nasıl bir yol izlenmeli?
Afet yönetimi, afetlerin öncesinde yapılması gereken zarar azaltma ve hazırlık çalışmaları ile afet anı ve sonrasında yapılan müdahale ve iyileştirme süreçlerini kapsamakta olup, tüm bu çalışmalara bütüncül afet yönetimi adı verilmektedir. Öte yandan afet yönetimi, özellikle afetler öncesi yapılan çalışmaların çok uzun süreli yapılması gereken çalışmalardır. BM, bu nedenle bu çalışmaları onar yıllık ödünler olarak hayata geçirmiş ve son olarak 2005 yılında on yıllık Hyogo Çerçevesi ve 2015 yılında ise 15 yıllık bir Sendai Çerçeve Anlaşması oluşturmuş ve 168’den fazla ülkeye imzalatmıştır.
BM, afet yönetiminin her evresinde sorumluluğu bulunan paydaşları merkezi hükümet, yerel yönetimler, sanayi kuruluşları ve şirketler ve son paydaşın da kişiler olduğunu ifade etmektedir. Bu nedenle afet yönetiminin başarıyla uygulanması için toplumu oluşturan her kesimin görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Bu sürece katılmayan her paydaş, afet yönetimini aksatmaktadır.
Afet yönetimi çalışmaları uzun soluklu olmasının yanı sıra toplumun tamamının paydaş olarak yer alması gereken çalışmalardır. BM, afet yönetiminin her evresinde sorumluluğu bulunan paydaşları merkezi hükümet, yerel yönetimler, sanayi kuruluşları ve şirketler ve son paydaşın da kişiler olduğunu ifade etmektedir. Bu nedenle afet yönetiminin başarıyla uygulanması için toplumu oluşturan her kesimin görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Bu sürece katılmayan her paydaş, afet yönetimini aksatmaktadır. Ülkemizde afet yönetiminin sadece devlet kurumlarının görevi olduğu anlayışı hakimdir. Öte yandan işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği kapsamında orta ve büyük işletmelerin acil durum planı yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Ancak, bu planlar deprem gibi etkisinin çok ağır, süresinin çok uzun olduğu büyük afetlerde yetersiz kalmaktadır. Bu tür planların işyerlerinde mutlaka afet ve acil durum planına dönüştürülmesi, gerek iş sürekliliği gerekse tedarik zinciri planlarının büyük depremler dikkate alınarak kısa süreli değil, uzun süreli planlanmasının yapılması gerekir.
Afet yönetiminde yapılması gereken zarar azaltma ve hazırlık çalışmaları uzun soluklu çalışmalardır ve kişi ve kurumların bu çalışmalara ağırlık vermesi birçok nedenden dolayı olmamaktadır. Halbuki olası afetlerin zararını en çok azaltan önlemler ise bu evrede yapılan çalışmalardır. Bu nedenle ülkemizde proaktif olarak yapılması gereken bu çalışmaları önceleyen yasa ve yönetmeliklerin hayata geçirilmesi ve denetimlerinde bu yönde çok daha sıkı yapılması gerekir. Öte yandan olası afetlerde koordinasyon en önemli husus olup, gerek siyasi gerekse yönetimsel anlamda koordinasyon eksikliği afetlerin zararını artırmaktadır. Bu alanda da özellikle bakanlıklar, kamu kuruluşları ve belediyeler arasındaki koordinasyonu sağlayacak mekanizmaların ortak akılla oluşturulması ve sık sık yapılacak tatbikatlarla bu koordinasyonun sağlanması önerilir.
Bu konuda özellikle 2023 yılından sonra ülkedeki tüm belediyelerde afet müdürlükleri kurulması ve tüm büyükşehir belediyelerinde de afet işleri daire başkanlıklarının kurulması önemli bir adımdır. Benzer şekilde afet bilincini artırmanın en önemli yolu afet bilinci eğitimlerinin yaygın olarak yapılması ile oluşturulur. 2007 yılından itibaren ilkokullardaki afet bilinci eğitimleri, 2024 yılında güncellenen müfredatla 1. Sınıftan 12. Sınıfa kadar müfredata alınması önemli bir adımdır. Ancak, halen okulda olmayan milyonlarca kişiye bu eğitimin verilmesi gerekmektedir. Bunu sağlamanın en temel yolu, TV kanallarının benzer içerikle ve uygulanabilir, hayat kurtaran kısa ve öz bilgilerle toplumu eğitmesidir. Bu konuda da AFAD, MEB ve RTÜK bir arada çalışarak tüm kanallara bu içerikleri sunmaları konusunda bir işbirliği sağlamalı ve afet eğitimlerinin birer yıllık seferberlik yerine BM’in yaptığı gibi onar yıllık bir seferberlik olarak yapılması gerekir.
Afet bilinci eğitimlerinin kreş ve anaokullarından başlayarak yaşlı bakım merkezlerinde yaşayan vatandaşlara kadar yaygınlaştırılması gerekir.
Afet bilinci eğitimlerinin kreş ve anaokullarından başlayarak yaşlı bakım merkezlerinde yaşayan vatandaşlara kadar yaygınlaştırılması gerekir. Bu konuda da sadece devletin değil, büyük kurum ve kuruluşların sosyal sorumluluk projeleri kapsamında bu tür eğitimlere destek olmaları sağlanmalıdır. Afet bilinci sadece sunulan afet eğitimleri ile oluşturulamaz. Bu eğitimlerin mutlaka uygulamaya geçmesi, denenmesi gereken bilgilerden oluşması gerekir. Bunun için de afet riski bulunan her ilde afet simülasyon ve eğitim merkezleri açılarak uygulamalı eğitimlerin yaygınlaştırılması, hatta özellikle şirketlerde görev alan gönüllü çalışanlara zorunlu tutulması ve teşvik edilmesi gerekir. Medyanın bu eğitim süreçlerine katılımı, bilinç artışında mutlaka kullanılması gereken bir yöntemdir.
Son olarak, genç mühendis ve bilim insanlarına deprem araştırmaları ve afet yönetimi alanında çalışmalar yapmaları için ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
Ülkemizde deprem araştırmaları AFAD, B.Ü. Kandilli Rasathanesi ve DAE gibi iki ulusal kurumun yanı sıra bazı üniversitelerin sürdürdüğü ve büyük özveri ile yapılan çalışmalardır. Kullanılan deprem ölçüm aletlerinin fiyatı, bu istasyonların işletilmesi, bakım onarımının yapılması ve toplanan verilerin iletilmesi gibi çok fazla emek, bütçe ve işgücü isteyen çalışmalardır. Depremler, ülkemizde Jeofizik Mühendisliği bölümlerinde okutulan sismoloji dersleri ile öğretilmekte olup, bu alanda son yıllarda ülkemizde Jeofizik Mühendisliği lisans eğitimi veren sadece 4 üniversite kalmıştır. Benzer şekilde faylar ve ülkenin jeolojisi ile eğitim yapan Jeoloji Mühendisliği bölümünde de kontenjan azalması ve bazı bölümlerin öğrenci alımının sınırlandırılması, ülkemiz açısından yakın gelecekte önemli sıkıntılar oluşturacaktır.
Depremler, ülkemizde Jeofizik Mühendisliği bölümlerinde okutulan sismoloji dersleri ile öğretilmekte olup, bu alanda son yıllarda ülkemizde Jeofizik Mühendisliği lisans eğitimi veren sadece 4 üniversite kalmıştır.
Afet yönetimi için ise ülkemizde bazı üniversitelerde 2 yıllık ön lisans (Acil Durum ve Afet Yönetimi) ve bazı üniversitelerde ise 4 yıllık lisans eğitimi (Acil Yardım ve Afet Yönetimi) sürdürülmektedir. Ancak, bu mezunlar büyük şirketlerde yaygın olarak görev almamaktadır. AFAD, 2018 yılına ait bir raporunda ülkeyi bir afet ülkesi olarak tanımlamıştır. Ancak buna uygun yasa ve zorlayıcı yönetmeliklerin eksikliği, gerek deprem araştırmaları gerekse afet yönetiminin kurumlarda yaygınlaşmasının önündeki en büyük engeldir. Bu nedenle özellikle deprem ölçümleri yapan jeofizik mühendisi ve jeoloji mühendislerinin, ülkemizde bulunan her belediyede, ilçenin ve ilin nüfus sayısına bakılarak mecbur tutulması, yapılacak zemin etütlerinin doğru şekilde yapılmasını ve denetimini sağlamak açısından çok önemlidir. Afet yönetimi çalışmalarında da gerek yerbilimleri uzmanlarının yanı sıra, bu alanda eğitim almış ön lisans ve lisans mezunu eğitimli personelin kurum ve kuruluşlarda görev almasının sağlanması gerekir. Bu tür mesleklere özellikle büyük şirketlerin de istihdam sağlaması, bu alanda eğitim alacak öğrencilerin kariyerlerini yönlendirmede faydalı olacaktır. İstihdamın sınırlı olması, bu alana yönelecek öğrenciler için önemli bir engel oluşturmaktadır.
Jeofizik mühendisleri meslek olarak sadece depremle ilgilenmeyip, aynı zamanda petrol, doğalgaz ve maden aramaları yapmakla uğraşmakta, uzay araştırmalarından askeri araştırmalara kadar çok geniş bir alanı kapsamasına rağmen, özel sektörün deprem araştırmalarına kaynak ayırmaması, vakıf üniversitelerinin ise hiçbirinde yerbilimleri bölümlerinin bulunmaması gibi bilgiler, ülkemizin bir afet ülkesi olması gerçeğiyle çelişen bir durumdur. Bu nedenle ülkede yükseköğretimi planlayan ve denetleyen YÖK’ün, bakanlıkların ülkenin geleceğini şekillendirirken bu tür mesleklerdeki ihtiyaç analizini doğru kurgulayarak kontenjan ve istihdam alanlarını doğru belirlemesi gerekir. Yerbilimleri alanında 45 yıllık eğitim ve araştırmayı gerek ülkede gerekse dünyanın saygın ülkelerinde yapmış bir yerbilimci olarak, yabancı dile hakim, iyi bir eğitimin istihdam probleminin olmadığını; bu alana yönelecek öğrenci ve gençlerin kendilerini yetiştirmeleri ve bu işi severek yaptıkları takdirde önemli kazanımlar sağlayacaklarını unutmamalıdırlar.
Hocam, bu değerli bilgiler ve bilimsel perspektifiniz için çok teşekkür ederim Depremlerle ilgili şehir efsanelerini değil, gerçekleri öğrenmek için sizin gibi uzmanların görüşlerine her zaman ihtiyacımız var. Yeniden görüşmek dileğiyle, iyi çalışmalar dilerim.
Ben teşekkür ederim, iyi çalışmalar.