İbrahimi dinler sanayi devriminin ürünü olan moderniteyle hesaplaşırken, hesaplaşma süreci tümüyle sonuçlanmamışken, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra sanayi devrimi gibi yine Batı’da boy gösteren ve kısa sürede dünyada etkisini hissettiren bilişim teknolojilerindeki ve yapay zekâdaki gelişmelerle, kimilerinin söylemiyle bilişim devrimiyle birlikte, insanlığın yeni bir aşamaya girdiği görülmektedir.
Din, insan temelli bir fenomendir; insan temelli diğer fenomenler gibi hemen her toplumda bir şekilde görünür; oldukça karmaşık ve çeşitlilik içeren bir yapısı vardır. Bu karmaşıklığa ve çeşitliliğe yok olmuş pek çok dininin bulunduğunu gösteren ve bir tür dinler mezarlığını andıran dinler tarihi ve yaşayan dinler de tanıklık eder. Öte yandan tüm insani kurumlarda olduğu gibi dininin de kültürel bir evrimi vardır; bu evrim toplumsal-kültürel yapının gelişimiyle iç içedir. Bu evrim, pek çok araştırmacıya göre, toplumsal örgütlenme biçiminin kompleksleşmesine, insan deneyiminin ve soyutlama yeteneğinin gelişimine koşut bir biçimde animist, totemist, fetişist anlayışlardan çok-tanrıcılığa ve nihayet tek tanrıcılığa uzanmıştır ve toplumsal-kültürel evrim bitmediği için henüz sonlanmamıştır. Toplumsal-kültürel evrim ve dinsel çeşitlilik, doğal olarak dinsel yapıyı bulanıklaştırır ve dinin neliği konusunda standart ve kuşatıcı tanımlara ulaşmayı olanaksız kılar. Bu yüzden olsa gerek, literatürde dinin neliği/tanımı konusunda geniş bir çeşitlilik söz konusudur. Bu durum, dinin geleceği üzerine konuşurken, doğal olarak hangi din sorusunu karşımıza çıkarmaktadır. Buna pragmatik açıdan, tarihsel ve yaşayan dinlerdeki kimi ortak unsurları ön plana çıkararak geçici bir yanıt önermek elbette olasıdır. Ancak her önerinin, tarihsel ve güncel dinsel çeşitliği tam olarak yansıtmayacağı kaydını peşinen koymak gerekir. Uzak doğuda günümüzde yaygın olan Budizm, Konfüçyanizm, Caynizm, Taoculuk gibi ahlâki ve felsefi öğeleri önceleyen, nispeten materyalist unsurlar içeren ve dinin en temel kavramı olarak görülen Tanrı idesini belirsizleştiren dinsel yaklaşımları bir kenara bırakırsak, dünyanın diğer yerlerinde güncel açıdan en köklü dinsel geleneğin İbrahimi gelenek olduğunu söylemek olasıdır. Bizim kültürümüzde de din denilince daha çok bu geleneğe bağlı dinler kastedilmektedir. Bu yüzden, dinin geleceğini konuşurken, merkeze bu dinleri almakta yarar vardır.
İbrahimi dinler, ilk yerleşik uygarlıkların yetkin örnekleri olan çok-tanrılı Sümer ve Mısır kültürüne ve mitsel anlayışlarına çok şey borçludur. Bu gelenek, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam ile bunların az çok birbirinden farklılaşan mezhepleri şeklinde karşımıza çıkar. Yahudilik, MÖ. 1200’lü yıllara, Hıristiyanlık MS. 1. yüzyıla, İslam ise MS. 7. yüzyıla geriye gider ve bu dinler, çok-tanrıcı anlayışlarla mücadele içinde doğmuşlardır. Bu dinlere Tek-tanrılı, göksel (semavi) ve kitaplı dinler adı da verilir. Yahudilikle Hristiyanlık arasındaki bir zaman diliminde yaklaşık MÖ. 600 yüzyılda İran’da Zerdüştlük diye bir din daha çıkmış, bir süre egemen olduktan sonra Perslerin İslam’a yönelmesiyle yok olmuştur. Aynı kaderi, MS. 3. yüzyılda doğan, Hristiyanlık ve daha sonraları İslam ile rekabet edip yok olan Maniheizm de yaşamıştır. Dolayısıyla, İbrahimi geleneğin, yaklaşık 300 bin yıl gerilere giden homo sapiens’in tarihiyle karşılaştırıldığında oldukça yakın bir zamana tarihlendiğini, kendileriyle çağdaş çok-tanrılı ve tek-tanrılı dinlerle rekabet ederek aradan sıyrıldıklarını söylemek gerekir.
İbrahimi geleneğe dayanan bu dinlere kabaca bakıldığında, üç ayırıcı hususun belirleyici olduğu görülür: İlki, Tanrı’ya, kutsal kitaplara, ikinci yaşama, peygamberliğe vb. inanmak gibi bir takım inanç ilkleri, ikincisi, vaftiz, günah çıkarma, namaz, oruç, hac, şeytan taşlama gibi dinsel ritüeller, üçüncüsü ise inanç, umut, sevgi, dürüstlük, adalet, merhamet, şükür, sabır vb. birtakım ahlâki değerlerdir. Bunların içeriklerinde, zaman içerisinde, bazı yorum farklılıkları ve çeşitlenmeler olsa da, İbrahimi geleneğe mensup dinler, anılan dogmalarını büyük ölçüde korumuşlardır. Kuşkusuz bunda, bu geleneğin kitaplı dinler olmalarının büyük rolü vardır. Kitaplılık/yazılılık, kurucu metinselliği gündeme getirir ve yorum farklılıklarına rağmen kalıcılığa olanak verir.
Yorumla sürekli yeniden üretim
İbrahimi geleneğin dinsel/kutsal metinlerine bakıldığında, özde sınıflı toplumdan, doğal bir biçimde tarım toplumundan köklü izler taşıdıkları görülür. Sınıflı yapı, bu dinlerin varlık hiyerarşisinde ve iş bölümlerinde açıkça görülür; her şey, ast-üst ilişkisinde cereyan eder. Bu hiyerarşi, evrenin yaratılışının, işleyişinin, Tanrı-insan ve insan-insan ilişkisine yönelik ifadelerin, teşbihlerin, metaforların ve öykülerin ana temasıdır. Fail-i mutlak olan Tanrı, evreni ol sözüyle yaratmıştır ve onu yönetmektedir. Evrendeki her şey, son kertede onun bilgisi, iradesi, kudreti ve yaratmasıyla ilişkilidir. Süfli âlemde, onun izniyle, onun adına işleri yürüten görevli melekleri, orduları, elçileri, şeytanları, cinleri vb. vardır. Tanrı, evrendeki her şeyi, iyi ve kötü olmaya eğilimli insanlar için var etmiştir; insanlara olan buyruklarını, elçiler aracılığıyla iletmiştir; buyruklarına uyanları ve uymayanları kıyamet sonrası yargılayacak, iyileri her türde ödülün bulunduğu cennete; uymayanları ise her türden işkencenin bulunduğu cehenneme koyacaktır. Buna göre, insanlar da kendi içlerinde bir hiyerarşi oluştururlar, seçkin insanlar (peygamberler, yöneticiler, veliler) bulunduğu gibi, sıradan, köle ve cariye olan insanlar da söz konusudur. Tanrı insanlar arasındaki bu eşitsizlikleri ve hiyerarşiyi onların sınamak, sabır, şükür, itaat ve tevekküllerini görmek için var etmiştir. Bu yüzden esas kurtuluş, tanrısal kadere ve düzene boyun eğmek ve itaat etmekle olasıdır. Bu özlü tema, açıkçası İbrahimi gelenekte beşerî krallığın tanrısal dünyaya yansıtıldığını ve bir tür Tanrı krallığı idesinin inşâ edildiğini göstermektedir.
Şaşırtıcı olan şey şudur ki, tüm anlatısında tarım toplumunun değerlerini ve krallık idesini ön plana çıkaran İbrahimi geleneğe bağlı dinler, sanayi toplumuna da ayak uydurmayı başarmışlardır. Yine başlangıçta şehir dinleri olarak doğmalarına karşılık, İmparatorluk döneminde işlevsel olmuşlar, ulus devletler döneminde de varlıklarını sürdürmüşlerdir. İbrahimi dinler, sözünü ettiğimiz metinsel ağ örgüsüne rağmen, üretim biçimlerindeki ve toplumsal örgütlenme yapısındaki değişimlere nasıl ayak uydurmuşlardır?
Bu sorunun yanıtını, yorum/te’vil kavramında bulmak olanaklıdır. Dinler, teologların yorumcu yaklaşımlarıyla, içinde bulunulan koşullara ve kültür birikimlerine sürekli adapte edilmişlerdir. Bu süreçte dinsel metinler, büyük ölçüde, simge, sembol, metafor ve teşbihe dönüştürülmüştür. Bu yüzden, dinsel metnin otantikliğini korumaya çalışan, onun literal/zahiri anlamına sarılan teologlar karşısında yorumcu/te’vilci gelenek daima zafer kazanmıştır; bu durum dinlerin sürekli yeniden üretimini olanaklı kılmıştır. Deyiş yerindeyse, İbrahimi geleneğe dayalı dinler, yılanın sürekli deri değiştirerek yaşamını sürdürmesi gibi, teologlar eliyle koşula uygun kılığa büründürülerek varlıklarını korumuşlardır. Tabi bu süreç, kurucu metnin sürekli yorum aracılığıyla revizyonunu, sürekli yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kıldığı gibi, dinin otantik doğasından sürekli kopuşlara da yol açmıştır. Bu dinlerin kurucuları, günümüzde bu dinlerin geldiği durumu görseydi, muhtemelen, inanç ve uygulamaların kendi öğretilerinden kaynaklandığına inanmakta zorluk çekerlerdi. Bu yüzden, din ve dinsel bilginin değişmezliği savı literatürde sık sık yinelense de, tarihsel gerçeği yansıtmadığını belirtmek gerekir. Gelişim süreci, aslında dinlerin değil, o dinlerden yola çıkarak oluşturulan teolojileri ön plana çıkarmıştır. En dogmatik konu olan, Tanrı’nın varlığı ve neliği sorunu bile, zaman içerisinde köklü içeriksel dönüşümlere maruz kalmıştır. Sözgelimi, Müslüman yazarlar, Yunan kültürüyle karşılaşınca, insan biçimci kral Tanrı tasarımından, yorum/te’vil yoluyla uzaklaşmışlar, eli, yüzü, gözü, gelmesi, gitmesi olan Tanrı’dan aşkın ve bilinemez (bila keyfe, muhalefetün lil-havadis) bir Tanrı’ya yönelmişler, yine felsefi argümanlardan yararlanarak Tanrı’nın varlığına yönelik argümanlar geliştirmişlerdir. Aynı sürecin, nispeten Yahudilikte, daha köklü bir biçimde ise Hıristiyanlıkta yaşandığı görülür. Felsefi birikime uyum sağlama, doğal bir biçimde dinsel doğmaların akılsallaştırılmasına ön ayak olmuştur.
Yine dinlerin farklı kültürlere yayılımı, dinsel ritüellerin yayıldığı toplumun geleneklerine uyumuyla birlikte köklü değişime yol açmıştır. Sözgelimi Batı Hristiyanlığı ile Doğu Hıristiyanlığı ritüeller açısından karşılaştırıldığında görülen farklar, kültüre uyumla ilgilidirler. Aynı durumu İran’daki, Türkiye’deki ve Arabistan’daki dinsel ritüellerde de görmek olanaklıdır. Dinler yorum yoluyla sürekli güncellendikleri, kültür birikimlerini kendilerine mal ettikleri gibi, bulundukları ortama da uyum sağlamaktadırlar. Ortaçağda dinsel ahlâka, felsefi ahlâkın da eklemlendiği, modern dönemde ise, kapitalizmin değerler alanındaki belirleyiciliğinin, dinlerin klasik şükür, sabır, dayanışmacılık gibi temel ahlâki öğelerini değişime zorladığı görülür.
Ortaçağdan moderniteye: Din ve işlevler
Toplumsal üretim biçiminde ve toplumsal yapıda meydana gelen değişime ayak uydururken, dinler, zaman içerisinde önemli işlev kaybına da uğramış, egemenlik alanları gittikçe daralmıştır. Sözgelimi doğuşu itibarıyla İbrahimi dinler, güçlü politik boyutlara sahiptirler. Hz. Musa Mısır’dan Yahudilerin çıkışını örgütleyen kişidir; Hz. Muhammed Hicaz bölgesi Araplarını kabile düzeninden kabileler federasyonuna yükselten ve devlet kuran bir kişidir. Hz. İsa, Roma’da Tanrı’nın krallığı söylemiyle ön plana çıkmış, yargılanmış ve ölüme mahkûm edilmiştir. Ayrıca İbrahimi dinler, varlığın oluşumuna yönelik, yaratılışçı bir öğretiyle evrene bütüncül bir bakış açısı geliştirmişler, insanlığı Adem’e bağlayarak ortak bir insanlık kökeni inşâ etmişler, öğretilerinin gelecek kuşaklara aktarımı için eğitsel kurumlar inşâ etmişler, insan ilişkilerinde ortaya çıkan sorunlara dair yaptırımlar ortaya koymuşlar, toplumsal birlik ve dayanışmaya yönelik kurumsal yapılar inşâ etmişlerdir. Ortaçağda bu yapılar kurumsallaştırılmış, bütünlükçü bir sistemin oluşumuna olanak sağlamıştır. Ortaçağa baktığımızda, dininin politik, eğitsel, entelektüel, ahlâki, hukuksal, ekonomik vb. pek çok işlev yerine getirdiği görülür. Kısaca söylenirse, toplumsal ve bireysel olan her şey, tanrı-odaklı bir bakışla örülmüştür. Her şeyin meşruiyet zemini dine dayandırılmış; dinden referans almayan inanç, düşünce, kurum ve yapılara yaşam hakkı verilmemiştir.
Batıda, üretim ilişkilerindeki dönüşümle başlayan Rönesans, Reform ve Aydınlanma süreci, tanrı-odaklı bakışta parçalanmalara yol açmış, adım adım siyasetin, bilimin, sanatın, eğitimin, ekonominin, hukukun ve hatta bazı toplumlarda ahlâkın bile zaman içerisinde dinden bağımsızlaşmasına yol açmıştır. Bu süreç, özellikle Batı’da, dinin tümüyle olmasa da büyük ölçüde bireysel alana çekilmesine yol açmış, din pek çok toplumsal işlevini ve hakikat iddiasını yitirmiştir. Bu süreç, kimi karşı çıkışlara rağmen, son dönemlerde Yahudi ve İslam dünyasını da etkilemiştir; özellikle İslam dünyasında İslam modernizmi, ıslahat ve reform hareketleri İslam’ın batılı değerlere entegrasyonu konusunda epeyce mesai harcamıştır ve harcamaya devam etmektedir. Elbette bu entegrasyona karşı çıkan yapılar da ortaya çıkmıştır. Batılı değerlere karşı çıkanlar ile onlarla İslam arasında bağ kurmaya yönelenler arasında diyalektik bir süreç oluşmuştur ve bu süreç bazı İslam toplumlarında canlı bir biçimde devam etmektedir. Bu açıdan İslam dünyasının modern gelişmeler karşısında, kültürel bir çatışma ve yarılma içerisine girdiği, İslam kültürünün yamalı bir bohçaya dönüştüğü, gelenekle-modernin yanyanalığının bir tür kültürel şizofreniyi andırdığını söylemek olasıdır. İslam dünyasında, özellikle Ortadoğu ve Afrika’da dini siyaset hâlâ görünür olsa da, oralarda cılız da olsa, gelenekselin yanında laik düşünce ve modern uygulamalarla karşılaşılmaktadır. Yine eğitim, ekonomi, hukuk vb. alanlarda, geleneğin yanında laik-akılsal yaklaşımlar da yer almaktadır. Fakat tüm bunlara rağmen, İslam’ın yaygın olduğu toplumlarda, dinsel düşüncenin hâlâ politik anlamda canlı olduğu, dinsel ve mezhepsel yaklaşımların toplumsal bütünleşme ve çatışma, organizasyon, sosyalizasyon, yapılandırma gibi sosyal işlevlerini bir şekilde sürdürmeye çalıştığı görülmektedir. Hatta eğitim aracılığıyla bunlar pekiştirilmektedir.
Şimdi, İbrahimi dinler -Yahudilik ve İslam sorun yaşasa da- modern gelişmelerle çeşitli toplumsal işlevlerini yitirmek pahasına, sanayi toplumuna ayak uydurmaya çalışmışlar ve değişerek, dönüşerek, adapte olarak varlıklarını korumuşlardır. Tabi değişime direnen, moderniteye itiraz eden, onu eleştiren yapılar da hâlâ görünürdür. Hatta İslam dünyasında, bu yapılar açıkça cihatçı misyon yüklenmişlerdir. Belki de İslam dünyasının en büyük sorunu bu cihatçı yapılardır. Bu yapılar, dinin literaline sarılmakta, tarihsel köklerini hiçe saymakta, 7. yüzyıl ile koşullu değerlerin dışındaki hemen her şeyi yadsımaktadır. Bu yüzden insan hak ve özgürlükleri konusunda sık sık sorunlara yol açmaktadırlar.
Modernite’den bilişim çağına: Din ve işlevler
İbrahimi dinler sanayi devriminin ürünü olan moderniteyle hesaplaşırken, hesaplaşma süreci tümüyle sonuçlanmamışken, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra sanayi devrimi gibi yine Batı’da boy gösteren ve kısa sürede dünyada etkisini hissettiren bilişim teknolojilerindeki ve yapay zekâdaki gelişmelerle, kimilerinin söylemiyle bilişim devrimiyle birlikte, insanlığın yeni bir aşamaya girdiği görülmektedir. Bu süreç, klasik kapitalizmi de dönüştürmüş durumdadır ve sanal ağlarla, sanal ekonomilerle, sanal üretimlerle, sınır tanımayan sanal örgütlenmelerle yeni toplumsal yapılara gebedir. Hatta bu sürecin, modern özneyi de dönüştürdüğü, onu dijital özne ya da ağdaş özne haline getirdiği ya da özne oluşa ağdaşlık unsurunu eklediği görülmektedir. Bu süreç, bilginin üretimini ve yayılımını da köklü bir biçimde dönüştürmektedir. Yersel düzlemde, ulusal sınırlar hâlâ etkin olsa da, sanal dünyada sınırlar tümüyle ortadan kalkmıştır. Bilgiler, kültürler, alışkanlıklar, yaşam tarzları, eskisinden daha radikal bir biçimde birbirinden etkilenmeye başlamıştır. Ortaçağın kapalı toplumlarından sonra sanayi devriminin başlattığı etkileşimler daha da hızlanmış, anlık hale gelmiştir. Yine bilişim teknolojileri, kitle iletişim araçları, herkesin tepkisini anında gösterebileceği, uluslar arası düzeyde örgütlenebileceği, bilgisini ve görüşünü anında paylaşabileceği olanaklar yaratmıştır. Hatta denilebilir ki, tüm farklılıklar, tüm anlayışlar, tüm farklı uygulamalar kendini ifade etme olanağına kavuşmuştur.
İbrahimi dinler bilişim teknolojileriyle başlayan bu sürece ayak uydurabilecekler, bu süreçten varlıklarını koruyarak çıkabilecekler midir? İnsana/kültüre dair şeylerde geleceği kestirmek, öngörmek çoğu kez güçtür; bu insanın dünyasının, kültür dünyasının çoklu değişkenliğinden kaynaklanmaktadır. Yani insana/kültüre ait şeyleri doğaya ait şeylerde olduğu gibi öngöremeyiz. Gerçi doğal dünyadaki evrimsel süreç de kolay kestirilebilir değildir. Orada da hesap edilemeyen değişkenler devreye girebilir. Bu yüzden insana ve kültüre dair konuşurken ihtiyatlı olmak gerekmektedir. Ancak bu durum, hiçbir öndeyide bulunulamaz anlamına gelmemektedir. Tarihsel süreç, geleceği ön görmek için elbette kullanılabilir, ondan yola çıkılarak bir zihin jimnastiğinde bulunulabilir.
Tarihsel süreç, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kimi dinlerin yok olmasına, varlığını sürdüren dinlerin ise algılanışı, yorumlanışı ve işlevleri üzerinde sürekli değişimler yaratmıştır. Ancak buna rağmen İbrahimi dinler, sancılı süreçlerden geçseler de -en büyük sancıyı İslam dünyasının yaşadığı görülmektedir-, bunlara bir şekilde ayak uydurmuşlardır. Aynı şeyi gelecekte de beklemek makul olabilir. Yani dinler yorumlama/te’vil faaliyetiyle ve bazı işlevlerini de yitirerek varlıklarını bu dönemde de sürdürebilirler. Bu beklenebilecek bir durumdur. Tabi burada bir şeyi unutmamak gerekir: İnsan dünyasında bir şeyin varolması ve devam etmesi işlevselliğine bağlıdır. İnsan dünyasında bir şey hâlâ belli işlevler yerine getiriyorsa, kültür dünyasında varoluşunu sürdürür. İşlevleri tümüyle ortadan kalkarsa, varlık koşulunu yitirir ve varlığını yeniden ve yeniden üretemez hale gelir. Dinler tarihsel gelişim içerisinde sürekli işlev yitirdiklerine göre, akla işlevlerini tümüyle yitirip yitirmeyecekleri sorusu gelmektedir. Bu soru, kanımca dinin bilişim toplumundaki geleceği bakımından ciddiye alınması gereken bir sorudur. Bu soruya yanıt verebilmek için, dinin insan dünyasındaki değişen işlevlerine daha derinden bakmak gerekmektedir.
Tipolojik bir yaklaşımla, dinin geçmişten günümüze üç büyük işlevinden söz edilebilir. Bunlar, toplumsal, entelektüel ve psikolojik işlevlerdir.
Dinin toplumsal işlevi ve geleceği
Dinin modern toplumda, toplumsal kurumlarda işlevleri azalsa da, hâlâ görünür oldukları bir gerçektir. Sözgelimi, siyaset büyük ölçüde laikleşse de -meşruiyet ortaçağlardaki gibi Tanrı’dan değil, halktan alınmaktadır- dinsel duyarlılığı olan, dinsel söylemlerle halkı manipüle etmeye çalışan siyasal partiler hâlâ bulunmaktadır. Az gelişmiş toplumlarda bu daha da yaygındır. Bunun altında yatan ana saik, dinin dünya görüşü oluşturma, toplumsal birlik yaratma, ötekinden ayırma, organizasyon, aidiyet gibi bazı hususlarda hâlâ kısmen işlev görüyor olmasıdır. Tabi bu olguda, dinin uysallaştırma, itaat ettirme, kabullendirme gibi işlevlerine de atıf yapmak gerekir. Siyasiler dinin bu işlevinden bir türlü vazgeçememektedirler. Tabi siyasilerin bundan vazgeçememelerinde, gelir eşitsizliği ve adaletsizliği sorununu bir türlü çözemeyişlerinin de köklü bir etkisi vardır. Sorun çözülmeyince doğal olarak din, sorunu kapamada/örtmede bir araç olarak, bazen de Marks’ın ifade ettiği gibi, halkın acılarını dindiren bir afyon olarak kullanılmaktadır.
Yine ölü gömme âdetlerinde, toplumsal dayanışma etkinliklerinde (bayramlar, sosyal yardımlaşma organizasyonları), toplu törenlerde (ibadetlerde, evlilik törenlerinde vb) din hâlâ görünürdür. Bunların yerine önerilen seküler ulusal bayramlar, yardımlaşma kurumları, insanları bir araya getiren seküler festivaller, seküler evlilik törenleri, seküler ölü defin gelenekleri vb. oluşturulmaya çalışılsa da, onlar dinsel olanın alternatifi olamamış, tam tersine bir ikilik yaratmışlardır. Sözgelimi seküler nikah törenlerine dinsel nikah törenlerinin eşlik ettiği görülmektedir. Seküler cenaze törenleri olsa da, ölü yakınlarında inanan kişiler olduğunda aynı zamanda dinsel törenler de icra edilmektedir. Bilişim toplumunda toplumsallık devam edeceğinden, dinin bu alanlarda, gittikçe etkisini yitirse de bir süre daha görünür olmasını beklemek olasıdır.
Dinin, değerler alanındaki toplumsal işlevlerinin, yani değerlerin kaynağı olarak dini ve Tanrı’yı gören anlayışın, esnemeler olsa da kısmen devam ettiği görülmektedir. Dinlerin ortaya koyduğu değerler, dinlerin doğduğu sosyo-kültürel yapıyla doğrudan ilişkili olsalar da, teologlar onlardan kavramsal düzeyde adalet, eşitlik, dayanışma, sevgi, umut, saygı vb. gibi değerler türetmişler ve onları Tanrı ile ilişkilendirmişlerdir. Bu anlamıyla, tek tanrılı dinlerde söz konusu değerleri Tanrı’yla özdeşleştiren, Tanrı’yı en yüksek iyi ve ideal olarak sunan bir damar da bulunmaktadır. Bu yüzden olsa gerek, ütopik değerler anlayışında hâlâ tanrısal iyi, etkin olabilmektedir. Sanki Tanrı, sürekli gelişen toplumsal yapıta ufuk değerlerin yansıması olarak sunulmak istenmektedir. Değerler söz konusu olduğunda, dinle Tanrı arasında bir ayrım da yapmak gerekmektedir. Dinleri, teologlar yorum faaliyetiyle güncelleseler de, Tevrat, İncil ve Kur’an gibi metinlerde hâlâ kadın-erkek eşitsizliği, kölelik, cariyelik, ganimet, kısas, sopa atma vb. yargılar yer almaktadır. Gerçi bunları da teville değiştirmeye çalışan yaklaşımlar yok değildir. Ancak yine de bu türden yargılar, Tanrı’nın ideali, en yüksek iyiyi, adaleti vb. temsil ettiği düşüncesiyle hiç de uyumlu değildirler. Tanrı hâlâ umudu ve en yüksek iyiyi temsil etmeye devam etmesine karşın, kutsal metinlerle yüzleşenler bundan kuşku duymaktadırlar. Kuşkuya rağmen, eğitim aracılığıyla, adaletsizlikler, eşitsizlikler vb. karşısında Tanrı, sığınak olarak sunulmaya devam etmektedir. Bu açıdan, gelecekteki insanlar, kutsal metinlerin tarihselliğinden kurtulsalar da, en yüksek iyiyi Tanrı’da aramayı sürdürebilirler, onu ideal olarak görebilirler. Tabi bu açıkçası tek-tanrılı dinlerin insanbiçimci, insanlar arasında ayrımlar yapan eşitsizlikçi Tanrı tasarımlarının da gittikçe değişimini gerektirebilir. Belki de, dinini yitirmiş Tanrı modellerinin yayılmasına yol açabilir.
Öte yandan dinlerin, toplumları dinler ve mezhepler şeklinde bölmeleri, ortak insanlık idealine ket vurmaktadır; dinler-üstü seküler, insani/hümanist bağlar güçlendikçe evrensel insanlık idealine yönelik arayışlar beklenebilir. Bu sürece, bilginin kitle iletişim araçları, yapay zekâ aracılığıyla yayılımı, din ve din eleştirisinin artışı gibi konular katkı sağlayabilir. Din eleştirisi konusu dinlerin geleceği bakımından oldukça yaşamsaldır; zira modern dönem, dinin hakikat iddiasını büyük ölçüde yok etse de, din ve vicdan hürriyeti altında dinlerin eleştirisini büyük ölçüde engellemiştir. Din propagandası mümkün olduğu halde, dinsizliğin ve dinlerin eleştirisinin yayılması olanaksız kılınmıştır. Ancak bilişim teknolojilerindeki gelişmeler, kitlelere ulaşma olanaklarının artışı vb. artık din eleştirmenlerinin ve ateistlerin düşüncelerinin de görünür olmasına olanak sağlamıştır.
Dinin entelektüel işlevi ve geleceği
Dinin entelektüel işlevi, modern dönemde, bilimsel ve felsefî gelişmeler sonucu epeyce zayıflamıştır. Hatta bunu gören bazı pozitivist düşünürler dinin, bilimsel ve felsefî gelişmeler karşısında yok olacağını bile düşünmüşlerdir. Bilimsel ve felsefî teorilerin yaygınlaşması, deizm, agnostisizm, ateizm gibi farklı felsefî tasarımların yayılmasına katkı sağlasa da, dinleri tümüyle ortadan kaldırmamıştır. Bilimsel ve felsefî teorilerin halk düzeyine inmesi ve yaygınlaşması, ağdalı ve teknik dillerinden dolayı çoğu kez zordur. Ancak yine de şunu söylemek gerekir: Artık insanların büyük çoğunluğu, dünyaya ve evrene ilişkin sorularımızın yanıtını dinde değil, bilimde aramaktadırlar; bu yüzden kültürlü teologlar, dinle bilim arasında bağ kurmaya yönelen arayışlara girmişlerdir. Aklı başında teologlar, Tanrı’nın evreni altı günde yarattığı, yedinci gün tahtına oturduğu ya da dinlendiğine inanmamakta, evrene ilişkin dindeki antropomorfist söylemleri mecazi olarak görmektedirler. Bilimsel gelişmeler sayesinde insana, topluma, doğaya ve evrene ilişkin, sosyal, fiziksel, biyolojik, kimyasal vb. bilimsel teorilerimiz bulunmaktadır ve bu teoriler, geçmişte dinin gördüğü entelektüel işlevi üstlenmişlerdir. Ancak dünya görüşü-ideoloji oluşturmada, varlığın kökeni ve sonu gibi entelektüel sorunlarda dinsel söylemler hâlâ kendine bir şekilde yer bulabilmektedir. Bunda bilimin henüz yanıtlayamadığı soruların güçlü bir rolü vardır. Bu yüzden, bilinmezlikten beslenen Tanrı inancına sık sık rastlanılmaktadır. Her bilgi yeni bir bilinemeze açıldığından, bilinmezlikten beslenen Tanrı sürekli kendine yer bulabilmektedir. Ayrıca bazı bilimsel teorilerde gündeme gelen, şans, rastlantı gibi faktörler, yine kör doğadan bilincin nasıl ortaya çıktığına ilişkin sorunlar, antropomorfist düşünmeden vazgeçemeyen kesimleri tasarımcı bir Tanrı arayışına yöneltebilmektedir.
Öte yandan insan sadece bilmek isteyen bir varlık değil, aynı zamanda anlam arayan bir varlıktır. Bilim, doğanın işleyişi konusunda sınanabilir yanıtlar sunsa da, anlam sorunlarına yanıt vermediği için, bu alandaki boşluk din ve dinsel düşünce tarafından doldurulmak istenmektedir; dinden tatmin olmayanlar ise bu alanda felsefeye ve sanata yönelmektedirler. Bilimdeki boşluklar, insanın antropomorfist kavrayıştan kurtulamaması, nedensellik dilinin ağdalı yapısındaki kavrayış güçlükleri, tekillikleri Tanrı gibi bir tümelde birleştirme isteği, en yüksek iyi arayışı, düzen ve anlam bulma isteği, dinlere olduğu kadar felsefe ve sanata da esin olmayı sürdürmektedir; bilişim çağında da bu devam edecek gibi görünmektedir. İnsanın sonu gelmez anlam arayışı, nedensellikle erekselliği sık sık birbirine karıştırmasına yol açmıştır; hâlâ da yol açmaya devam etmektedir.
Dinin psikolojik işlevi ve geleceği
Dinin belki de en az değişime uğrayan işlevi psikolojik kökenli olanlardır. Umut, korku, yalnızlık, yetersizlik, sığınak arama, suçluluk, pişmanlık, arınma isteği, evrenin uçsuz bucaksızlığı karşısında duyduğu şaşkınlık ve hayret vb. dinsel ve mistik inançlara kökenlik etmiştir ve hâlâ da etmektedir. İnsanın hayret duygusunu bilim ve felsefe bir parça giderse, yetersizliklerinin bir kısmını telafi etse de, bilginin korkuları tümüyle sağaltmadığı, hastalık, ölüm korkusu ve kaygısını tümüyle yenemediği ortadadır. İnsanın ölüm karşısındaki çaresizliği, ölümü ölümsüzlük isteği ve arzuyla aşma çabası, köklü bir çabadır ve dinlerin en temel tutamağıdır. Modern psikoterapiler, korkularımızla yüzleşmemiz konusunda olanaklar sunmaktadır, gelişen tıp ortalama ömrü arttırmaktadır, ancak insanın ölüme yazgılılığını değiştirmemektedir. Bu açıdan bilim, teknoloji, felsefî öğretiler vb. ne denli gelişirse gelişsin, kimi insanlar, yetersizlik, hayret, ölümlülük, çaresizlik vb. karşısında, bir sığınak ve teselli arayışını sürdürebilirler. Tabi bu bağlamda insanların yalın gerçekliği kabul edip etmeme durumlarındaki değişimlerin de belirleyiciliğine atıf yapmak gerekebilir.
Sonuç
Sonuç olarak denilebilir ki, İbrahimi dinler, tarihsel süremde toplumsal, entelektüel ve psikolojik işlevlerinden kimilerini yitirseler de, değişerek, dönüşerek varlıklarını korumayı başarmışlardır. Bilişim teknolojilerindeki ve yapay zekâdaki hızlı gelişmeler, bilginin yaygınlaşması, bilimsel ve felsefî teorilerdeki atılımlar vb. bu dinlerin etkisini elbette sınırlamaya devam edecektir, hatta onları değiştirip dönüştürecektir. Belki gelişmeler, felsefî-bilimsel aydınlanma süreci, dinsel dogmalardaki yanılsamaları görenlerin, ateist, agnostik, deist vb. insanların sayısını arttıracaktır. Bunda bilişim teknolojilerinin yarattığı hızlı bilgi yayılmasının da etkileri olabilir.
Buna ek olarak dinin tesellisini sürekli tetikleyen üretim ilişkilerinden kaynaklı eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin gelecekte nasıl bir hal alacağının da dinlerin kaderinde büyük rolleri olacaktır. Bataklığı kurutmadan sivrisineklerden kurtulmayı beklemek mümkün değildir. Eşitlikçi ve âdil bir toplumsal dünya yaratılabilirse, dinin etkisinin daha da azalacağı beklenebilir. Ancak toplumsal ve entelektüel işlevleri tümüyle ortadan kalksa, dinsizlerin sayısı artsa bile, tüm insanların dinin ve Tanrı inancının sunduğu psikolojik teselliden vazgeçebileceğini ummak dinin kendisi kadar büyük bir yanılsama olsa gerekir. Kısacası dinin, tüm işlevlerini gerçekleştirmeden, bir başka deyişle tüketmeden tümüyle ortadan kalmasını beklemek boşunadır.
(Bu yazı Kültürel Sorunlarımız Üzerine Felsefi Sorgulamalar (Bursa: Sentez Yayınları, 2013, ss. 207-219) adlı kitabımızda aynı adla yayınlanmıştır.)