Freud, bu eserinde dini öğretilerin doğrulanamaz doğasına ilişkin farkındalığa dair, atalarımızdan farklı olarak, bu şüpheleri açıkça dile getirmeye cesaret ediyor.
Yasemin Yeşilyaprak*
Freud’un Can Yayınları’ndan çıkan “Bir Yanılsamanın Geleceği” adlı eserinin çevirisini Mehmet Tahir Öncü ve Mahmut Demir gerçekleştirmiş. Çevirisi oldukça akıcı; her satırının altını çizerek okuduğum bir eser oldu. Freud eserine insan faaliyetlerine dair değerlendirmeler yapmanın güçlüğüne dikkat çekerek başlıyor:
“Belirli bir kültürün içinde belirli bir süre yaşadıktan ve sık sık bu kültürün kökenlerini ve izlemiş olduğu gelişim sürecini araştırmaya çalıştıktan sonra, insanın ara sıra bakışlarını karşı yöne çevirip bu kültürün nasıl bir kaderle karşılaşacağını ve ne gibi dönüşümler geçirmeye mahkûm olduğunu sorma isteği de duyar”.
Fakat böyle bir girişim ne kadar etkili olabilir? İnsan içinde yaşadığı bir zamanın faaliyetlerini değerlendirme konusunda ne kadar başarılı olabilir?
Bu soru aklıma Zweig’ın şu sözlerini getiriyor: “Bir dönem hakkında en az bilgiye sahip olanlar o dönemde yaşayanlardır. En önemli anlar onlar hiç farkına varmadan dikkatlerinden kaçar ve belirleyici anlar tarihsel kayıtlarda hak ettikleri yeri neredeyse hiç bulamazlar”.
Freud’un bu konudaki görüşleri de Zweig’la benzer. Freud bu durumu “İnsanların genellikle içinde yaşadıkları zamanı hayli naif bir biçimde, içeriğini değerlendirme becerisinden yoksun bir halde deneyimlemeleri gerçeği” olarak tarif ediyor. Dolayısıyla şimdiki zamanı değerlendirme konusundaki bu yetersizlik geleceğe dair bir öngörüde bulunmayı da güçleştiriyor. Şimdiki zamanın geleceğe dair bir ipucu sunabilmesi için, öncelikle içinde bulunduğumuz zaman ile aramıza biraz mesafe koymamız gerektiğini ve şimdiki zamanın geçmişte kalması gerektiğini savunuyor. İnsan faaliyetlerini tüm boyutlarıyla değerlendirmenin güçlükleri sebebiyle bu değerlendirmeyi yapmaya girişenler kendilerini çoğunlukla birkaç alanla sınırlıyor. İşte bu kitapta Freud da benzer bir yol izliyor ve “insan yaşamının, hayvansal koşulların üzerine çıktığı ve insanın kendini hayvanların yaşamından ayrıştırdığı tüm yönleri” manasında kullandığı insan kültürünü “Dini fikirlerin özel değeri nereden gelmektedir?” sorusu bağlamında ele alıyor.
Freud, kültürü ortadan kaldırma çabasını dar görüşlülük olarak değerlendirir. İnsanların bir araya gelerek, doğanın tehditleriyle başa çıkmak amacıyla oluşturdukları kültür aynı zamanda ortak yaşamı da mümkün kılar. Freud’a göre, kültürün temelinde insanlığın doğanın tehlikelerinden korunma ihtiyacı yatar. Böyle olmasına karşılık insanlar doğanın tüm unsurları ile var olduğunu kabul eder ve insan tarafından tamamen kontrol altına alınabileceği yanılgısına da kapılmaz. Üstelik doğa unsurları ile bağlantılı bir felaket karşısında her türlü kültürel anlaşmazlık unutulur ve insanlığın büyük ortak görevi yani kendisini doğanın üstün gücüne karşı koruması gerekliliği hatırlanır. Peki, ama insanlar kendilerini tehdit eden doğanın -belki de kontrol altına alınamayan kaderin- üstün güçlerine karşı kendini nasıl savunur?
Bu noktada kültür insanın savunmasızlığı ve çaresizliğinin getirdiği yükü omuzlarından alır. Kültür aracılığıyla doğa insanlaştırılır, insansı niteliklere büründürülür. Öyle ki insan, insan dışı güçler, kader, doğa unsurları gibi kendisi için erişilebilir olmayan ve dizginlenemez unsurlar karşısında toplum içinde diğer insanlar ile birlikte yaşamında düzeni sağlamak için kullandığı yöntemlere başvurabilir; örneğin onları yatıştırmaya çalışabilir, gönüllerini kazanmaya çalışabilir, onları etkileyerek güçlerinin bir kısmını ellerinden alabilir. Öte yandan bu durum insan için aslında yeni değildir. İnsan küçük bir çocukken ebeveynleri ile olan ilişkisinde kendini zaten buna benzer bir çaresizlik içinde bulmuştur ve o günlerde özellikle babasından korksa da tehlikesine karşı nasıl korunacağını bilir. Freud bu noktada insanın Tanrı ile ilişkisini küçük bir çocuğun baba ile olan ilişkisine benzetmektedir. İnsan, doğa güçlerini babaya özgü niteliklerle donatarak onu tanrılara dönüştürür. Fakat zamanla doğa olaylarına ilişkin gözlemleri, doğanın güçlerinin insani özelliklerle uyumlu olmadığını gösterir, bu olayların doğa yasalarıyla uyumlu olduğuna dair kavrayış karşısında insanın çaresizliği kalır geriye ve babaya –Tanrıya duyulan özlem…
Şüphesiz Tanrılar doğanın efendileridir ve onu belirli bir düzende tesis etmişlerdir. Böylelikle insanın doğanın karşısındaki çaresizliği ile baş etme ihtiyacını karşılayan aynı zamanda ortak yaşamı mümkün kılan kültürün kuralları, ilahi bir köken atfedilerek yüceltilir. Kısacası dini fikirler kültür ile aynı ihtiyaçtan, doğanın üstünlüğüne karşı insanın kendini savunma ihtiyacından doğmaktadır.
Freud, bu metinde bir monolog gibi kesintisiz ilerleyen bir soruşturmanın tehlikeli olabileceğini düşünerek, kendi farklı düşüncelerini bir muhalif sesin görüşleriymiş gibi sunuyor. Bu şekilde, kendisine sorular soran ve görüşlerini tartışmasına olanak sağlayan bir diyalog ortamı oluşturuyor. Örneğin, muhalif ses ona dinin kökenini baba-oğul ilişkisi bağlamında, Tanrı’yı yüceltilmiş baba olarak; babaya duyulan özlem ve onu memnun etme gayretini de din ihtiyacının kökeni olarak açıkladığı bir noktadan, dinin oluşumunun altında yatan temel sebebi insanın doğa karşısındaki güçsüzlüğü ve çaresizliği ile açıkladığı noktaya nasıl vardığını soruyor. Freud’un kendi muhalif sesine verdiği cevap ise net değil; üstelik kaçamak denilebilecek bir şekilde, niyetinin Tanrı düşüncesinin gelişimini daha fazla incelemek olmadığını, ilgilendiği meselenin daha ziyade kültürün bireye aktardığı hazır dini fikirler bütünü olduğunu söylüyor.
Bu noktada tartışmanın odağı da değişiyor ve karşımıza yeni bir soru çıkıyor; “Dini öğretileri inanılmaya değer kılan nedir?” İlk atalarımızın onlara inanması mı? İlk çağlardan günümüze aktarılan bazı kanıtların varlığı mı? Veya bu öğretilerin doğruluğunu sorgulamanın zaten yasak oluşu mu? Freud’a göre özellikle bu sonuncusu, aslında öne sürülebilecek bütün nedenlere şüphe ile yaklaşmamıza sebep olabilecek nitelikte zira bir toplumda eğer bu sorgulama yasaklanıyorsa o toplum bu öğretiler hakkındaki iddialarının asılsız olduğunun farkındadır. Yani aslında dini öğretileri inanmaya değer kılan sebepleri soruştururken kendimizi yatıştırılması güç bir güvensizlik içinde buluyoruz. Öte yandan atalarımızdan bize kalan kanıtların günümüze ulaşıncaya kadar tahrif edildiğini ve atalarımızın günümüzde inanmadığımız pek çok şeye inandığını göz önünde bulundurduğumuzda diğer iki önermenin de çok parlak olduğu söylenemez.
Aslında Freud, bu eserinde dini öğretilerin doğrulanamaz doğasına ilişkin farkındalığa dair yeni bir iddiada bulunmuyor; üstelik kendisi de bunun farkında. Bize bu öğretileri bırakmış olan atalarımızın da aynı şüpheleri beslediklerini, ancak bu şüphelerini dile getirmeye cesaret edemedikleri için bastırdıklarını söylüyor. Freud, onlardan farklı olarak, bu şüpheleri açıkça dile getirmeye cesaret ediyor.
Freud’un dikkat çektiği bir diğer önemli nokta ise hepimizin yakından tanıdığı “mış gibi” felsefesi. Buna göre, düşünsel faaliyetlerimizde temelsiz olduğunu bildiğimiz şeyler karşısında “inanıyormuş gibi” davranıyoruz. Toplumun devamlılığı için taşıdığı önem düşünüldüğünde, Freud’a göre bu yaklaşım dini öğretiler için de geçerli. Ve tam da bu noktada, kitabın adından da anlaşılacağı üzere, Freud, dini öğretiler için “Bunların hepsi birer yanılsamadır, kanıtlanamazlar ve hiç kimse bunları doğru kabul etmeye ya da bunlara inanmaya zorlanmamalıdır.” diyerek çoğu dini öğretinin gerçeklik değeri hakkında bir hükme varmanın imkânsızlığına dikkat çekiyor. Örneğin, bir kişinin şahsen hoşlanmadığı ya da canına veya malına göz diktiği bir komşusunu öldürmemesine dair yasağı aslında kültür, insanların bir arada yaşayabilmesi için getirmiştir. Fail, çaldığı bir malın tadını uzun süre çıkaramayacağını bilir, çünkü çok geçmeden benzer şekilde kendisi de öldürülebilir. Ancak insanlar bunu rasyonel gerekçelerle açıklamak yerine, Tanrı yasakladığı ve ahiretteki yaşamlarında ağır bir şekilde cezalandırılacakları için öldürmezler.
Dini öğretilerin teselli ediciliği ve sağladığı iç huzur göz önünde bulundurulduğunda onları inanmaya değer kılanın ne olduğu sorusuna benzer şekilde “Neden inanmayalım?” sorusu da ortaya çıkıyor. Freud hiç kimsenin inanmaya zorlanamayacağı gibi inanmamaya da zorlanamayacağını söylüyor fakat bir yandan da dini öğretilere dayalı argümanların doğru bir düşünme biçimine giden yolu göstereceğini varsayma hatasına da düşülmemesi gerektiğini ifade ediyor.
Öyleyse, insan karşısında tüm unsurlarıyla var olan doğa ile nasıl başa çıkacaktır? Freud, dış gerçeklik hakkında bilgi edinmenin tek yolunun bilimsel çalışma olduğunu vurguluyor. Günümüzde dinin insanlar üzerindeki etkisini düşündüğümüzde, eskisi kadar güçlü olmadığını söylemek mümkün. Freud, bu değişimin sebebini bilimsel düşüncenin güçlenmesiyle açıklıyor, ancak tek nedenin bu olmayabileceğini de ifade etmeyi ihmal etmiyor.
Peki, bilim insanlara güvenilir bir yol sağlıyor mu? Bugün bilimsel bir yasa olarak kabul edilen bir şeyin ileride yanlışlanıp yerine yeni bir yasanın ortaya konması, onun da ileride bir gün yanlışlanabileceğini bilmek, insanların ihtiyaç duyduğu iç huzuru ve teselliyi sağlıyor mu? Freud, bilimsel değişikliklerin bir gelişme ve ilerleme olduğunu, mükemmel olana ulaşana dek bu sürecin devam edeceğini söylüyor. Bu değişkenlik çerçevesinde bilim de bir yanılsama olarak değerlendirilebilir mi sorusunu akla getiriyor. Freud’un bu soruya cevabı, aslında bilim ve din arasında gidip gelen bu tartışmanın yersizliğini de ortaya koyar nitelikte:
“Hayır, bilim bir yanılsama değildir. Ancak bilimin bize veremediğini başka bir yerden elde edebileceğimizi düşünmek kesinlikle bir yanılsama olacaktır”.
*Özgeçmiş
Yeşilyaprak, lisans eğitimini Haliç Üniversitesi Psikoloji Bölümünde burslu olarak 2009 yılında
tamamladı. 2015 yılında İstanbul Üniversitesi Gelişim Psikolojisi Anabilim Dalından yüksek
lisans ve 2022 yılında doktora derecesini aldı. 2013-2022 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü Gelişim Psikolojisi Anabilim Dalında araştırma görevlisi olarak çalıştı. Bilişsel gelişim, üstbilişsel beceriler, bilişsel esneklik, faillik hissi, kendilik, bilinç gibi konular üzerine çalışmalar yürüten Yeşilyaprak şu anda Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Psikoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Kaynaklar
- Freud, S. (2024). Bir Yanılsamanın Geleceği. (1. Baskı). (M.T. Öncü ve M. Demir, Çev.). Can Yayınları. (Orijinal eserin basım tarihi 1927).
- Zweig, S. (2021). Castellio Calvin’e Karşı ya da Bir Vicdan Zorbalığa Karşı. (2.Baskı). (M.Topal ve K.Koçak, Çev.). İletişim Yayınları. (Orijinal eserin basım tarihi 1936).