Demokrasi ve özgürlüğün ölçüsü olarak A.B.D. ve İngiltere’nin örnek gösterildiği, Batı tipi bir liberal modelin öneriliyor olması yeterince sorunlu. Bu da her durumda Acemoğlu, Johnson ve Robinson’ın Nobel’e layık görülmesinin ardındaki ideolojik yönelimi de açıklar görünüyor.
Bilindiği gibi, 2024 Nobel İktisat Ödülü, ülkemizin ve dünyanın en önemli iktisatçıları arasında olan Kamer Daron Acemoğlu ve birlikte çalıştığı bilim insanlarına (Simon Johnson ve James Robinson) verildi. Özellikle Acemoğlu’nun bu ödüle layık görülmesi şaşırtıcı değil, çünkü Nobel alacağı, iktisat çevrelerinde bir süredir tahmin edilen bir durumdu; yalnızca ne zaman olacağı belli değildi. Bundan Acemoğlu’nun ödülü haketmediği anlamı çıkarılmamalıdır, çünkü kendisi gerçekten de, makroiktisat, büyüme ve kalkınma, teknolojik gelişmelerin etkileri, oyun teorisi gibi iktisadın birçok alanında yetkinlikle kalem oynatan, her yazısıyla yeni açılımlar ve düşünceler ortaya koyabilen, son derece üretken bir iktisatçı. 2005 yılında Amerikan İktisatçılar Birliği tarafından 40 yaş altı iktisatçılara, yaptıkları önemli katkılar için verilen prestijli John Bates Clark madalyasını almış olması, onun iktisatçı olarak yetkinliğini ortaya koymaya yeter. Hatta, aldığı Nobel Ödülü’nün, görünen o ki, daha çok (yeni) kurumsal iktisada getirdiği katkılar yüzünden olması, neredeyse bir haksızlık olarak değerlendirilebilir.
Kurumlar ve iktisadi etkileri
İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, 2024 Nobel İktisat Ödülü’nün sunuşunda şöyle diyor:
“Bu yılın İktisadi Bilimlerdeki ödül sahipleri – Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson – sosyal kurumların bir ülkenin refahı için ne kadar önemli olduğunu ortaya koydular. Hukukun zayıf olduğu ve ülke nüfusunu sömüren kurumların bulunduğu toplumlar, büyümeyi yaratamaz ya da daha iyiye götüremez. Ödül sahiplerinin araştırmaları, bunun neden böyle olduğunu anlamamızı sağlıyor.”[i]
Öyle görünüyor ki, bu üç bilim insanı (sosyal medyadaki yaygın kısaltmayı kullanırsak, AJR), daha çok ortak yayınladıkları bir makale ve bu makalenin yol açtığı üç (ya da dört) önemli kitap için Nobel Ödülü’ne layık görülmüşler. 2001’de American Economic Review’de yayınlanan, “Karşılaştırmalı Gelişmenin Sömürge Kökenleri: Ampirik bir Çalışma”[ii] başlıklı bu ünlü makalede geliştirilen düşünceler, yazarların daha sonra yaptıkları çalışmaların ve yazdıkları kitapların temelini oluşturuyor görünüyor. Bu kitaplar, Diktatörlük ve Demokrasinin İktisadi Kökenleri (Acemoğlu ve Robinson, 2006), Ulusların Düşüşü (Acemoğlu ve Robinson, 2012), Dar Koridor (Acemoğlu ve Robinson, 2019) ve Güç ve İlerleme (Acemoğlu ve Johnson, 2023). Daha çok teknolojik gelişme ve Yapay Zekâ üzerine olan son kitap bir yana bırakıldığında, sözü edilen üç kitabın birbirinin devamı olduğunu, bu kitapların da aslında sözü edilen makalede ortaya konan düşüncelerin içermelerinin ortaya konmasına yöneldiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
Bu makalenin temel savı şöyle: “Daha iyi ‘kurumlara’ sahip olan, mülkiyet haklarının daha iyi korunduğu ve daha az bozucu politikalar uygulayan ülkeler, fiziksel ve beşerî sermayeye daha fazla yatırım yapacak ve bu faktörleri, daha yüksek bir gelir düzeyi elde etmek için daha etkin bir biçimde kullanacaktır” (AJR, 2001, s. 1369). Yazarlar, sömürgeleşmeye ilişkin olarak üç öncülden yola çıktıklarını söylüyor: 1.) Birbirinden farklı sömürgeleştirme politikaları, birbirinden farklı kurumları yaratmıştır. Bir uçta, Avrupalıların, Kongo’da olduğu gibi, kaynakların büyük bölümünün sömürgecilere transfer edildiği “sömürücü devletler” kurmasından sözedilebilirken öteki uçta da, A.B.D., Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda’da olduğu gibi, sömürgecilerin, Avrupa kurumlarının kopyalarını yaratmaya çalıştığı, özel mülkiyetin korunması ve devlet gücünün sınırlandırılmasına öncelik veren “Yeni Avrupaların” ortaya çıkışından söz edilebilir. 2.) Sömürgeleştirme stratejisi, yerleşimlerin uygunluğuna bağlıdır; Yeni Avrupalar yaratmaya uygun olmayan sömürgelerde, sömürücü devletlerin ortaya çıkması daha olasıdır. 3.) Sömürge devleti ve kurumları, bağımsızlık kazanıldıktan sonra da varlıklarını sürdürmektedir. (AJR, 2001: 1370). Bu öncüllerden yola çıkarak, yazarların test ettiği hipotez:

olarak sunulmaktadır. Makalede bu hipotez ampirik teste tabi tutularak “doğrulanıyor”. Bu makalenin en önemli yanlarından birisi de aslında bu; yalnızca “sözel” bir argüman geliştirmek yerine, matematiksel ve ekonometrik teknikler kullanarak, kurumların iktisadi gelişmedeki önemi ortaya konuyor. Bu da aslında, her ne kadar kendi başına yeni bir yaklaşım olmasa da, ele alınan konu ve elde edilen sonuçlar itibarıyle, yeni bir “araştırma programının” çerçevesinin çizilmesi bakımından, en azından Nobel Komitesi’ne göre, önemli görünüyor. Bu makalenin ardından gelen çalışmalar da, özellikle Daron Acemoğlu’nun yazdığı makaleler ve yazımına katıldığı makaleler, bu yeni “araştırma programının” hem çerçevesinin hem de temel doğrultusunun ortaya konması bakımından oldukça önemli.
Yazarlar bu makalenin sonunda, eksiklikler olarak, özellikle kurumların, içeriklerinin çok belli olmadığı “kara kutular” olarak algılandığını, kurumların sömürülme riskini azaltma yollarının açık olmadığını, gelir artışı konusunda önemli olsalar da, bu tür kurumların geliştirilmesi konusundaki adımların ne olduğunun belli olmadığı, sömürülme riski, mülkiyet haklarının uygulanması ya da hukukun üstünlüğü konularında daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söylüyor. Zaten sonraki çalışmalar da bu eksikliklerin giderilmesine yönelik görünüyor. Diğer kitaplarda geliştirilen kavramsal çerçeve ve temel hipotezler de, bu bakımdan bir bütünlük oluşturuyor. Örneğin Demokrasi ve Diktatörlüğün Ekonomik Kökenleri[iii] kitabında, kendi yaklaşımlarının “oyun teorisi” bağlamında, politik tavırları belirleyen iktisadi teşviklere ağırlık verdiğini, farklı grup ya da sınıflar arasında çatışan çıkarların yarattığı çatışmanın önemli olduğunu, politik kurumların, meşru politik gücün gelecekteki dağılımını etkileme yoluyla taahhüt sorunlarını çözmede merkezî bir rol oynadığını kabul etme anlamında “iktisadi” bir bakış açısına sahip olduğunu belirtiyorlar (AR, 2006, s. xii). Daha sonraki Ulusların Düşüşü[iv] kitabında, yapılan ünlü “kapsayıcı kurumlar” (inclusive institutions) ve “sömürücü/dışlayıcı kurumlar” (extractive institutions) ayrımı, ülkelerin iktisadi performanslarını açıklayan en önemli değişken haline geliyor. Kapsayıcı kurumlar, mülkiyet haklarının korunmasını sağlayan, hukukun üstünlüğüne dayanan, halkın hem iktisadi hem de politik süreçlere katılımını kolaylaştıran, kabaca, “liberal demokrasinin” dayandığı varsayılan kurumlar iken “sömürücü” kurumlar, elitlerin çıkarlarının gözetildiği, nüfusun büyük bölümünün dışlandığı, gelir ve servetin toplumun genelinden küçük bir gruba transfer edildiği (feodalizm vs. ile tabii ki, “komünist” ülkelerde geçerli olan) kurumlar. Kapsayıcı kurumlar, demokrasinin gelişimi için gerekliyken, sömürücü kurumlar demokrasiden uzaklaşmaya yol açıyor. Bu durumda, demokrasiden ayrılmamak mümkün mü sorusunun yanıtı da zaten üçüncü kitap olan Dar Koridor’da (AR, 2019)[v] veriliyor: Demokrasinin korunabilmesi, toplum ve devlet arasında bir dengeyi gerektiriyor. Hobbes’un deyimiyle “Leviathan” olan devlet güçlüyse, despotizme (Çin, Rusya), buna karşılık toplum daha güçlüyse, devletin yokluğuyla nitelenen bir kargaşaya (Lübnan, Nijerya’daki Tiv göçebe çoban toplulukları) yol açarken, ikisi arasına sıkışmış olan “dar koridor” da devletin sınırlandığı (“zincirlenmiş Leviathan”) ve toplumu koruma amacı güden bir kurumsal yapının ortaya çıktığı ya da genel olarak “kapsayıcı kurumların” egemen olduğu bir ülke (A.B.D. ve İngiltere) ortaya çıkıyor.
Görüldüğü gibi, yazarların Hobbes’un Leviathan kitabındaki (liberal) çerçeveyi benimsedikleri ve onu geliştirmeye çalıştıklarını söylemek çok yanlış olmaz. Ne var ki yazarlar, Hobbes’un “zorunlu kötülük” (necessary evil) olarak devlet görüşünü paylaşırlarken, Hobbes’un “güvenlik sağlanması için özgürlüklerin kısıtlanması gerekir” anlayışını benimser görünmüyorlar; bu yüzden de “zincirlenmiş devlet” anlayışı önemli. Yaklaşımın bütünü düşünüldüğünde hem basitliği ve kolay anlaşılırlığı hem de –görünüşe göre— ampirik kanıtlar tarafından destekleniyor olması, neden iktisat ve iktisat dışı alanlarda çok sayıda yandaş bulmasını açıklıyor. Yine de demokrasi ve özgürlüğün ölçüsü olarak A.B.D. ve İngiltere’nin örnek gösterildiği, Batı tipi bir liberal modelin öneriliyor olması (Doğu “despotizmi” çağrışımını bir yana bıraksak bile), yeterince sorunlu. Bu da her durumda, AJR’ın Nobel’e layık görülmesinin ardındaki ideolojik yönelimi de açıklar görünüyor. Zaten Nobel iktisat ödüllerinin ideolojik yönelimi, pekçok iktisatçı tarafından da kaydedilmiş ve bilinen bir gerçek. Yine de Acemoğlu’nun, klasik anlamda liberal ya da “Libertaryan” olduğunu söylemek haksızlık olur; hatta kendisini “Hristiyan Klasik Liberal” olarak tanımlayan ünlü iktisat tarihçisi Deirdre McCloskey’e göre, aslında bir “B+” iktisatçı olan, “aptalca görüşleri ve olgu-olmayan” örneklere yaslanan Acemoğlu, “devletçi” görüşlere sahip; bu da Nobel Komitesinin de “devletçi” yönelimini ortaya koyuyor.[vi]

Acemoğlu’nun öncülüğünü yaptığı bu düşünceler, son zamanlarda sosyal bilimciler arasında moda olan “büyük tarih” anlatısına örnek olarak verilebilir.[vii] 1990’larda postmodern görüşlerin etkisiyle silinmeye yüz tutan “büyük anlatılar”, 90’ların sonundan itibaren daha güçlü olarak geri dönmüş durumda. Fukuyama, Jared Diamond ve Yuval Noah Harari gibi siyaset bilimcileri, antropologlar, arkeologlar, tarihçiler ve tabii iktisatçılar[viii] bu yeni eğilimi çabucak benimsediler. Ne var ki bu eğilimin önceki büyük anlatılardan farkı, daha çok ampirik bulguların genellenmesine dayanması ve tarihi (toplumu, iktisadi sistemleri vs.) bir ya da birkaç değişkene (“Tüfek, çelik, mikrop” gibi) bağlı olarak açıklama çabalarına dayanması. Acemoğlu ve arkadaşlarının çalışmalarını da aslında bu gruba sokmak yanlış olmaz diye düşünüyorum; onlar da tarihsel gelişimi tümüyle kurumlara dayandırma eğilimindeler.
Bu eğilimin önceki büyük anlatılardan farkı, daha çok ampirik bulguların genellenmesine dayanması ve tarihi (toplumu, iktisadi sistemleri vs.) bir ya da birkaç değişkene (“Tüfek, çelik, mikrop” gibi) bağlı olarak açıklama çabalarına dayanması. Acemoğlu ve arkadaşlarının çalışmalarını da aslında bu gruba sokmak yanlış olmaz.
Ne var ki, bu tür çabalar çok temel bir yöntembilgisel hataya düşüyorlar genel olarak. Tarihin (toplumun vs.) son derece karmaşık olması ve bir “genel teoriye” sığdırmanın mümkün olmaması. Bu tür teorileri oluşturmak için çoğu zaman “olgu olmayan” örnekler, hatta doğrudan birbiriyle ilişkileri olmasa da, üretilen genel teoriyi desteklemek için birlikte kullanılıyor. Bu da giderek bir tür “sahte tarih” (fake history)[ix] oluşturma riskini yaratıyor. Buradaki temel metodolojik sorun, ünlü “Duhem-Quine sorunu”.[x] İlke olarak, bir teoriyi destekler görünen ampirik “kanıtlar” başka teorileri de destekleyebilir; başka bir ifadeyle, aynı gözlemle uyumlu olan çok sayıda teori ortaya konabilir. Bu durumda, örneğin kurumların önemine ilişkin kullanılan ampirik kanıtlar başka değişkenleri desteklemek için de kullanılabilir.[xi] Bunun temel nedeni özellikle sosyal gerçekliğin son derece karmaşık olması yüzünden az sayıda değişkenle açıklamanın genellikle başarısız olacağıdır.

Bu tartışmayı fazla uzatmadan, tarihsel materyalizm anlayışının bütün ulusların kaderini belirleyen bir “kader” olarak sunulduğu biçimindeki eleştiriye karşı, Marx’a kulak vermek en iyisi:
“Dolayısıyla, çarpıcı derecede birbirine benzer olan ancak farklı tarihsel çevrelerde gerçekleşen olaylar, birbirinden bütünüyle farklı sonuçlara yol açar. Bu evrim biçimlerinin her birisini ayrı ayrı inceleyip sonra da bunları karşılaştırmak yoluyla, bu olguya ilişkin ipuçları kolaylıkla bulunabilir, ancak, her durumda kullanılabilecek bir anahtar niteliğindeki, en önemli özelliği tarih-üstü olan bir tarihsel-felsefi teoriye hiçbir zaman ulaşılamaz.”[xii]
Marx’ın vurguladığı bu ilke, yani Althusser’in terimiyle “sürdeterminasyon”[xiii] ilkesi, bütün bu “büyük tarih” anlatılarının gözardı etme eğiliminde olduğu bir ilke. Bunun yanında, Marx’ın bu metinde vurguladığı en önemli olan nokta “tarihsellik” ilkesi de bu anlatılarda gözardı ediliyor çoğunlukla; farklı tarihsel koşullar arasındaki farklılıklar dikkate alınmadan genel sonuçlara hatta bir “genel teoriye” ulaşma çabası, belki de en önemli yöntembilgisel sorun.
Acemoğlu’nun öncülüğünü yaptığı çalışmalar, iktisatta “yeni” kurumsal ekol olarak biliniyor. Kurumsal iktisat, ilk kez 19. Yüzyıl sonu, 20. Yüzyıl başında Thorstein Veblen tarafından geliştirilmiş ve anaakım, Neoklasik iktisada yöneltilen en önemli eleştirilerden birisi olarak kendisini göstermişti. Veblen’in özellikle Neoklasik “rasyonel” insan tasarımını, “zevk ve acının, şimşek gibi çakan bir hesaplayıcısı”[xiv] olarak nitelemesi ve bu “insanın” kurumlarla olan ilişki ve etkileşimlerinin, giderek kurumların ortaya çıkma sürecinin tümüyle gözardı edildiği biçimindeki eleştirisi, hâlâ geçerli olan güçlü bir eleştiri. Ne var ki, 1990’larda Douglas North’un[xv] öncülüğünü yaptığı “Yeni Kurumsal” iktisat, Veblen’in bu eleştirilerini bir kenara bırakıp, kurumların gelişim sürecini tümüyle bireysel rasyonel tercihlerin ve teşviklerin bir sonucu olarak açıklamaya yöneliyor. Bu “yeni”, Neoklasik kurumsalcılık, dolayısıyla, kurumların gelişim sürecinin karmaşıklığını gözardı ederek meseleyi tümüyle rasyonel seçimlerin sonucu olarak ele alma eğiliminde. Acemoğlu, bu geleneği devam ettiriyor; yine de North’un kurumsalcılığından farklı yönleri de var.[xvi] Yine de temel yöntembilgisel sorunlar aynı. Öncelikle, bu çalışmalarda “kurum” teriminin içeriğinin ne olduğu çok iyi açıklanır görünmüyor. Daha çok kurallar bütünü olarak görülen kurumlar, bir “açıklayan” (explanan) olarak sunulsa da, aslında kendileri açıklanmaya muhtaç (explanandum). Örneğin McCloskey[xvii], “kurum” terimini, “çok bol dikilen” bir elbiseye benzetiyor;[xviii] bu yüzden de aslında kendi kendini açıklar görünen bir “totolojiye” dönüşen bir kavram bu. Her ne kadar McCloskey kurum yerine “düşüncelerin” (özellikle Liberal düşüncenin) daha iyi bir açıklama olduğunu ileri sürse de, aynı sorun onun için de geçerli tabii. Düşüncelerle eylem arasındaki etkileşimi dikkate almamak her iki yaklaşımın da temel sorunu.

Böyle bir bakış açısı, yukarıda dile getirildiği gibi, toplumsal karmaşıklığını, en önemlisi de düşünce, eylem ve sosyal yapı ve kurumların kendilerini yeniden üretim sürecini dikkate almıyor görünüyor. Örneğin sosyolog Anthony Giddens, Toplumun Kuruluşu[xix] kitabında, sosyal sistemlerin, ancak zaman ve mekân boyunca kronik biçimde yeniden üretilen sosyal eylem biçimleri olarak ortaya çıktığını, sosyal etkinliklerin geniş zaman-mekân dilimleri boyunca “uzaması” sürecinin, kurumların anlaşılmasında esas olduğunu belirtiyor (s. 10). Ona göre, toplumsal bütünlüklerin yeniden üretimini sağlayan, derinlemesine yerleşik yapısal ilkelerin ortaya çıkardığı sosyal kurumlar, bu tür bütünlükler içerisindeki, en yüksek zaman-mekân uzantısına sahip pratikler diye görülmelidir (s. 17). Giddens’ın (ve Roy Bhaskar’ın) “Toplumsal Etkinliğin Yapısal Modeli” adını verdiği modelde (s. 5), sosyal yapılar (ve kurumlar) bir yandan eylemin, “farkında olunmayan” koşullarını oluştururken diğer yandan da bu eylemlerin “niyetlenilmemiş sonuçları”[xx] olarak anlaşılmalıdır. Başka deyişle eylem, hem bu yapıları varsayar hem de onlar tarafından kısıtlanır. Sosyal yapı ve kurumların yeniden üretim süreci, dolayısıyla son derece karmaşıktır. Bu bakımdan Acemoğlu’na ve genel olarak Yeni Kurumsal iktisada yöneltilen, kurumların anlaşılmasındaki zayıflık eleştirisi, çok da temelsiz görünmemektedir. Bu yaklaşımda kurumlar, daha çok bir “sosyal mühendislik” eseri olarak “tasarlanan” ve uygulanan kurallar manzumesi olarak görülmekte, bu da sözü edilen etkileşimlerin, özellikle de, sosyal bilimlerin en önemli sorunlarından olan “niyetli eylemin niyetlenilmemiş sonuçları” hipotezinin tümüyle gözardı edilmesi demeye gelmektedir. Kurumları tümüyle isteğe bağlı, (genellikle devlet tarafından) tasarlanmış kurallar olarak görmek, toplumdaki farklı birey, kesim ve tabakalar arasındaki etkileşim ve çatışmalar ile bunların yarattığı dengesizlik ve istikrarsızlık süreçlerinin son derece yüzeysel bir biçimde ele alınması sonucunu verecektir. Bu da aslında Karl Polanyi’nin uyarısının ne kadar yerinde olduğunu bize gösteriyor: “Bir toplumun yalnızca insanların isteği ve iradesiyle biçimlendirilebileceğini varsaymak, bir yanılsamadır.”[xxi]

Teknoloji ve toplumsal etkileri
Daron Acemoğlu, kurumlarla ilgili çalışmalarının yanısıra, teknolojik gelişmenin etkileri konusunuda öteden beri yazan, bu konuda uyarılarda bulunmaktan geri kalmayan bir iktisatçı. Onun, Simon Johnson ile birlikte yazdığı son Güç ve İlerleme[xxii] kitabı (2023), bu konuda son zamanlarda yazılan en önemli kitaplardan birisi. Kitap daha çok, Yapay Zekâ (YZ) ve yaratacağı iktisadi, politik ve sosyal sonuçları tartışıyor. Kitabın değerlendirmesini daha önce GazeteBilim’de yaptığım için[xxiii] ana noktalara değinmek yeterli olacaktır.
Kitabın genelinde, Yapay Zekânın gelişimi, daha çok teknolojik gelişim bağlamında ele alınarak, bu gelişmelerin iktisadi etkileri tartışılıyor. Burada ortaya konan görüşlerin yeni olmadığı, hem Ricardo’nun hem de Marx’ın görüşlerinin sürdürülmesi niteliğinde olduğunu söylemek mümkün. Kitapta ayrıca, teknolojinin insan özgürlüğü bakımdan yaratacağı sorun ve tehditler de tartışılıyor. Bunun dışanda, çağdaş kapitalizmin tekelleşme eğiliminin Yapay Zekânın gelişimi ile daha önemlisi demokrasi ve insan özgürlüğünün geliştirilmesi bakımından yaratabileceği tehditler de kitabın üzerinde durduğu noktalar arasında. Kitap, yazarların “YZ Yanılsaması” dedikleri “teknoloji fetişizminin” ve “mistifikasyonunun” iyi bir tartışmasını veriyor: Teknolojinin ve YZ’nin üretkenliği artırmadığı, yeni iş alanları yaratmadığını, bunun da temel nedeninin, YZ’nin gelişiminin sosyal yararları gözetilmeden tümüyle kâr hırsının işleyişine bırakıldığını, bunun da hem eşitsizlikleri artırdığını (ve yoksulların seslerinin iyice kısılmasını) beraberinde getirmesi, giderek demokrasinin büyük iş aleminin manipülasyonuna daha çok maruz bırakılarak otoriter eğilimlerin artmasına yol açtığını ikna edici bir biçimde anlatıyor. Bu konuda yazarların önerileri de, Acemoğlu’nun özellikle pandeminin ardından söz ettiği türden bir tür “refah devleti” anlayışı. Yazarlara göre “ilerici” reformlar gerekli; bunlar üç bakımdan önemli: İlkin, YZ’nin etkilerine ilişkin yeni bir anlatı biçiminin ve alternatif düşünüş biçimlerinin geliştirilmesi (kullandıkları örnek küresel ısınma retoriğinin gelişimi); ikincisi, YZ’nin yıkıcı etkilerine karşı güçlerin oluşturulmasının gerekliliği ve üçüncüsü de “ilericilerin” yeni bir anlatı, araştırma ajandası ve uzmanlık yoluyla politika önerilerini ortaya koymasının gerekliliği (ve tabii kendi önerileri de var bu konuda; devletin sürecin bir parçası olması yoluyla teknolojinin gelişiminin “iyiye” doğru yönlendirilmeye çalışılması ve teknoloji eğitiminin toplumun geneline yaygınlaştırılarak denetiminin artmasının sağlanması). Bu üç nokta bence de son derece önemli. Ne yazık ki, Neoliberalizmin iyice saldırganlaştığı günümüzde, bu önerilerin ne kadarının hayata geçirileceği ya da böyle bir isteğin olup olmadığı, hatta kapitalizm içinde bunların nasıl sağlanacağı sorunları ortada dursa da, en azından teknolojinin kendiliğinden toplum yararını sağlayacağı, bunun da en iyi piyasa tarafından gerçekleştirileceği görüşünün yanlışlığı ve teknolojik gelişimin toplum tarafından denetlenmesi gerektiği görüşleri gerçekten de okunup tartışılması gereken öneriler.
Bu kitapta aslında, Acemoğlu’nun, pandeminin etkilerine ilişkin daha önce türettiği senaryolar sunuluyor. Acemoğlu ünlü bir yazısında, pandemi sonrasına ilişkin dört olası senaryodan sözediyordu.[xxiv] İlk senaryo, “işlerin eskisi gibi” yürümesi. Ancak bu kötü bir senaryo, çünkü pandemi öncesinde başarısızlıkları ortaya çıkan sosyal ve politik kurumların sürdürülmesi ile iktisadi ve sosyal eşitsizliklerin daha da artışıyla kutuplaşmaların ağırlaşması ve kamu güveninin ortadan kalkmasıyla demokratik yapının aşınmasını öngörüyor. İkinci olası senaryo “Çin tipi,” yani daha otoriter ve sosyal kontrolün ağırlıklı olduğu bir tür “Beijing uzlaşısı”, ki bu da demokrasi açısından iyi bir haber olmayacak. Üçüncü yol, teknolojinin egemen olduğu bir tür “dijital serflik”; özellikle merkezi hükümetin etkin olmayan yönetiminin yerini dijital teknolojiye egemen Apple ve Google gibi büyük şirketlerin, topladıkları kişisel bilgiler ve sahip oldukları manipülasyon olanakları yoluyla artan egemenlik ve sosyal kontrollerine bıraktığı bir senaryo bu. Nihayet, dördüncü, en kabul edilebilir senaryo olan “Refah Devleti 3.0” senaryosu. İlk Refah Devleti uygulaması olan ve 1960’lara kadar süren “New Deal”, ardından, yazara göre, 1980’lerde Reagan ve Thatcher ile kendini gösteren[xxv] (?), daha az etkili “Refah Devleti 2.0”, yerini daha etkin olan, harcama, regülasyon, nakit yönetimi ve öteki müdahaleler yoluyla etkili olan yeni bir düzenlemeye bırakabilir. Bu son senaryonun Çin-tipi senaryodan en önemli farkı, devletin güçlenmesiyle birlikte, bu gücü denetleyebilecek ölçüde güçlenecek demokratik kurumlar ile politik katılım mekanizmaları yoluyla daha hesap verebilir bir Refah Devleti düzenlemesinin ortaya çıkması olacak.
Bu görüşler aslında Acemoğlu’nun, zaman zaman sunulduğu kadar “liberal” olmadığını da gösteriyor.[xxvi] Kişilik olarak aslında çevresindeki (Türkiye ve Dünya) sorunlara ve insan özgürlüğü sorunlarına kayıtsız kalmayan, hatta Boğaziçi örneği ve “Barış Akademisyenleri”ni destekleyici tavrından da anlaşılabileceği gibi, samimi ve dürüst bir insan olduğu izlenimini veren Acemoğlu’nun iktisat konusundaki katkıları da, küçümsenmemesi gereken, okunması ve tartışılması önemli olan katkılar gerçekten. Kendi adıma iktisadi görüşlerine çok sıcak bakmasam da yaşanan sorunlara çözüm bulma çabalarının, her zaman takdirimi kazandığını söylemek zorundayım. Bu yüzden Acemoğlu’nun yazılarını okuyup üzerinde düşünmek ve eleştiri süzgecinden geçirmek, geleceğe yönelik olarak ufkumuzu da açabilen nitelikte bir çaba olabilir.
Notlar
[i] https://www.nobelprize.org/prizes/economic-sciences/2024/press-release/
[ii] Daron Acemoglu, Simon Johnson ve James A. Robinson (2001), “The Colonial Origins of Comparative Development: An Empirical Investigation,” The American Economic Review Aralık, ss. 1369-1401 (bundan böyle AJR, 2001).
[iii] Acemoğlu ve Robinson, Economic Origins of Dictatorship and Democracy, Cambridge University Press, 2006. (AR, 2006).
[iv] Acemoğlu ve Robinson, Why Nations Fail, Crown Publishers, 2012 (AR, 2012).
[v] Acemoğlu ve Robinson, The Narrow Corridor: States, Societies, and the Fate of Liberty, Penguin, 2019 (AR, 2019).
[vi] McCloskey, “A Statist Nobel” https://deirdremccloskey.org. Dünya tarihinin “Burjuva Etiği” tarafından biçimlendirilmiş olduğu iddiasını taşıyan devasa üçlemeyi [Bourgeois Dignity: Why Economics Can’t Explain the Modern World (2010), Bourgeois Equality: How Ideas, Not Capital or Institutions, Enriched the World (2016), Why Liberalism Works: How True Liberal Values Produce a Freer, More Equal, Prosperous World for All (2019)] yazan McCloskey’in, ödülü kendisine layık görüyor olması da olası. Burada akademik bir kıskançlıktan çok, ideolojik bir farklılık olduğu da açık; McCloskey, düşüncelerin kurumlardan daha önemli olduğunu ileri sürüyor. Yine de aşağıda tartışılacağı gibi, o da tıpkı Acemoğlu gibi “Büyük Tarih – Big History” peşinde olduğundan, onun görüşleri de çok farklı görülmeyebilir.
[vii] Max Bodach, “Big History, False Future,” https://www.athwart.org/big-history-false-future-graeber-wengrow-dawn/.
[viii] Bu konuda ilginç bir örnek için bkz. Richard Baldwin, Büyük Yakınsama: Bilgi Teknolojisi ve Yeni Küreselleşme, Ankara: Efil Yayınevi, 2021.
[ix] Cornell Fleischer, Cemal Kafadar ve Sanjay Subrahmanyam, “How to Write Fake Global History,”https://oajournals.fupress.net/index.php/cromohs/debate.
[x] Willard van Orman Quine, “Two Dogmas of Empiricism,” From a Logical Point of View, gözden geçirilmiş ikinci baskı, Harvard University Press, 1980, s. 20-46.
[xi] Acemoğlu ve arkadaşlarına yöneltilen bir eleştirinin de “ters nedensellik” (reverse causality) olması bu bakımdan ilginç.
[xii] Marx ve Engels, Selected Correspondences, Progress Publisher, 3rd basım, 1975, s. 293-294
[xiii] L. Althusser, For Marx, New York: Pantheon Books, 1969, s. 100-101. Althusser, “son kertede” ekonomik olanın belirleyici olduğunu vurgularken, “son kertenin yalnız saati hiçbir zaman gelmez” demeyi de ihmal etmiyor.
[xiv] Thorstein Veblen, (1898), “Why is Economics Not an Evolutionary Science,” The Quarterly Journal of Economics , cilt 12, No. 4 (Temmuz 1898), ss. 373-397; s. 389.
[xv] Douglas North, Institution, Institutional Change and Economic Performances, Cambridge University Press, 1990. “Eski” ve “Yeni” Kurumsal iktisat arasındaki fark ve benzerlikler için bkz. Malcolm Rutherford, “Institutional Economics: Then and Now,” Journal of Economic Perspectives, cilt 15, sayı 3, Yaz 2001, s. 173–194.
[xvi] Bu yüzden de bu yaklaşım belki de “yeni-yeni kurumsalcılık” olarak anılmayı da hakediyor
[xvii] Deirdre Nansen McCloskey, “Institutions Are Not Fundamental,” https://deirdremccloskey.org.
[xviii] İçine herşeyin tıkılabileceği “bohça”, daha iyi bir benzetme olabilir.
[xix] Anthony Giddens, The Constitution of Society, London: Polity, 1984 (Türkçe çevirisi: Toplumun Kuruluşu, Hüseyin Özel (çev.), Ankara: Bilim ve Sanat, 1999)
[xx] Kavramın sosyal bilim yöntemi bakımından önemi için bkz. Hüseyin Özel, “İktisat ve Sosyal Teoride ‘Görünmez El’ Eğretilemesi’, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 42, Sayı 2, Haziran 2009, s. 45-65. https://ammeidaresi.hacibayram.edu.tr/ArticleRead?id=0f2c9a93-eea6-f38f-abb3-acb1c31488c6.
[xxi] Karl Polanyi, Great Transformation, 1944, s. 258.
[xxii] Daron Acemoğlu ve Simon Johnson, Power and Progress: Our Thousand-Year Struggle Over Technology and Prosperity, PublicAffairs, 2023.
[xxiii] Hüseyin Özel, “Yapay Zekanın İktisadi ve Sosyal Etkileri”, https://gazetebilim.com.tr/yapay-zekanin-iktisadi-ve-sosyal-etkileri/.
- [xxiv] Daron Acemoğlu, “The Post-COVID State,”
[xxv] Böyle bir niteleme, “Neoliberal Refah Devleti” gibi bir “oksimoron” anlamına da geliyor aslında.
[xxvi] Tabii, Acemoğlu’nun geliştirdiği teorik yapının neoklasik iktisada dayanan liberal bir insan ve toplum tasarımını güçlendirmeye yönelmesi, ayrıca tartışılacak bir sorun.