Faşizmin iktidara gelmesi ve devrimi hedefleyen sosyalist hareketlerin yenilgisinden sonra Avrupa’nın sol entelenjiyası “Nerede hata yaptık? Nasıl oldu da bu kaba baskı rejimleri böyle başarılı oldu da işçi hareketi yenildi?” diye sormaya ve yanıt için eldeki malzemeyi gözden geçirmeye başladı. Marksizmden vazgeçmek istemiyorlardı çünkü onun tarihsel toplumsal süreçlere yaklaşımını aşan daha bütüncül bir kuramları yoktu. Ancak Marksizmde eksik olan bir şey vardı: Niye insanlar böyle davranıyorlar?
Prof. Dr. Hakan Atalay
Psikiyatrist, Yeditepe Üniversitesi Hastaneleri
Faşizmin iktidara gelmesi ve devrimi hedefleyen sosyalist hareketlerin yenilgisinden sonra Avrupa’nın sol entelenjiyası “Nerede hata yaptık? Nasıl oldu da bu kaba baskı rejimleri böyle başarılı oldu da işçi hareketi yenildi?” diye sormaya ve yanıt için eldeki malzemeyi gözden geçirmeye başladı. Marksizmden vazgeçmek istemiyorlardı çünkü onun tarihsel toplumsal süreçlere yaklaşımını aşan daha bütüncül bir kuramları yoktu. Ancak Marksizmde eksik olan bir şey vardı: Niye insanlar böyle davranıyorlar? Kendi çıkarlarına olmadığı apaçık olan bir yönetim biçimini onlar için daha uygun olduğu varsayılan yönetim biçimlerine neden tercih ediyorlardı? Böylece, Marksizmde eksik olanı tamamlayacak olan şeyin psikoloji olduğunu fark ettiler ve ellerinde yaşadıkları tarihsel toplumsal süreçleri açıklayabilecek bütünlükte tek bir kuram olduğunu gördüler: Psikanaliz.
Frankfurt Okulu böyle doğdu. Hitler faşizminin başarısını ve sosyalizmin yenilgisini anlamaya çalışan entelektüeller Marksizm ile psikanalizin bir tür sentezinin sorularına yanıt olabileceğini varsaydılar. Başlangıçta bu çabalar daha ampirik bazı çalışmaların ortaya çıkmasına yol açsa da zamanla kuramsal gevezelikler öne çıktı ve Frankfurt Okulu ilk hedeflerini yitirerek bir tür entelektüel kendi kendine konuşmaya dönüştü. Ancak gerek Marksizm gerekse psikanaliz; kendilerini aşacak kuramların ortaya çıkmamasının da bir sonucu olarak, ayrı ayrı kulvarlarda ilerlediler. Zamanla açıklayıcı nitelikleri daha da zayıfladı; yine de zaman zaman daha sönük, zaman zaman daha canlı biçimde politika, sanat, psikoloji, vb. gibi bazı alanlarda kısmen hayatiyetlerini koruyarak yollarına devam ettiler.
Ancak gerek Marksizm gerekse psikanaliz; kendilerini aşacak kuramların ortaya çıkmamasının da bir sonucu olarak, ayrı ayrı kulvarlarda ilerlediler.
Bu analizde söz konusu iki kuramın, disiplinin, yaklaşımın ya da bakış açısının bize bıraktığı bazı kavramların açıklayıcı özelliklerini sürdürdüklerini kanıtlayacak olan iki örnekten söz edeceğim. Bunu yaparak ülkemizde son zamanlarda yaşanan kimi toplumsal ve politik olayların bu iki örnek kavram temelinde daha duru biçimde anlaşılabileceklerini göstermeyi amaçlıyorum. Bu kavramlardan ilki, Marksizmin felsefi dayanaklarını oluşturan diyalektik ve tarihsel maddecilikten ödünç alacağımız “nicelikten niteliğe geçiş” kavramı; ikincisi de psikanalizden ödünç alacağımız “bastırılanın geri dönüşü” kavramı…
Rahmetli filozofumuz Yılmaz Öner pozitivizmin en büyük yanılgısının; olan-biteni, olgu haline geleni, yani, fiilileşmiş olanı açıklamaya çalışmak olduğunu söyler. Oysa olgu; aktüel-olan, henüz fiilileşmemiş olanın, virtüel olanın gerçekleşme olasılıklarından sadece biridir. Bu nedenle sadece olan bitene bakarak dünyayı anlamaya çalışmak, diğer tüm olasılıklar dünyasını gözden kaçırmak demektir. Pozitivizmin kurduğu kuramsal dünya bu yüzden determinist bir dünya gibi görünse de aslında tüm olasılıklar dünyasını anlama çabasını içermediğinden ve sadece görünene odaklandığından eksik, dolayısıyla her zaman yanılgıya yol açabilecek bir determinizmdir. Tersi; Öner’in önerdiği olasılıkçı determinizm ise olguyla birlikte diğer gerçekleşme (fiilileşme) olasılıklarını da görmeye, gerçekleşenlerin (olgu haline gelenlerin) neden ve nasıl gerçekleştiklerini (fiilileştiklerini, aktüelleştiklerini) ve gerçekleşmeyenlerin (hâlâ virtüel dünyada mevcut olanların) da neden gerçekleşmediklerini anlamaya, dolayısıyla daha tam bir dünya tasarımı oluşturmaya çalışır.
Pozitivizmin kurduğu kuramsal dünya bu yüzden determinist bir dünya gibi görünse de aslında tüm olasılıklar dünyasını anlama çabasını içermediğinden ve sadece görünene odaklandığından eksik, dolayısıyla her zaman yanılgıya yol açabilecek bir determinizmdir.
Bence bu kuramlaştırma, diyalektik ve tarihsel maddeciliğin nicelikten niteliğe geçiş anlayışının bir başka şekilde ifadesidir. Eğer salt olgulara bakarsak geçişleri, nitel sıçramaları görür fakat nicel birikimleri, olasılıklar dünyasını ihmal edebiliriz. Ülkemizde son günlerde yaşanan ve birçok politik bilimciyi şaşırtan toplumsal olaylar, baskıcı yöntemlere karşı halkın kendiliğinden ve birden ortaya çıkan direnişi gibi görünen şey; yukarıda söylenenler açısından bakıldığında, henüz fiilileşmemiş olasılıkların, saklı seçeneklerin fiilleşmesi, nicel gelişmelerin nitel bir sıçramaya dönüşmesi olarak yorumlanabilir. Yıllardır ülkenin ekonomi-politiğini ve psikolojisini izleyenler bir enerjinin birikmekte olduğunu ve bir kıvılcım beklediğini tahmin edebilirlerdi diye düşünüyorum.
Ödünç alacağımız ikinci kavram; bastırılanın geri dönüşü, yıllardır politik analizlerde çok fazla kullanıldığı için neredeyse açıklayıcı değeri azalmış olmasına karşın yerinde kullanıldığında manzarayı netleştirebilir, zihin açabilir, ufku genişletebilir. Bastırılanın geri dönüşü, bence sadece güncel toplumsal olayları değil, ülkenin yakın tarihini anlamak için de anahtar kavramlardan biridir. Mevcut iktidarın egemen hale gelişinin ve iktidarını sürdürmesinin, bunca hatasına karşın toplumsal tabanını uzun süre koruyabilmesinin sırlarından biri. Bir yandan yine diyalektik bir kavram olan karşıtların birliği ve mücadelesi açısından, bir yandan da psikanalitik bir kavram olan bastırılanın geri dönüşü açısından değerlendirildiğinde daha kolay anlaşılabilir.
Bastırılanın geri dönüşü, bence sadece güncel toplumsal olayları değil, ülkenin yakın tarihini anlamak için de anahtar kavramlardan biridir. Mevcut iktidarın egemen hale gelişinin ve iktidarını sürdürmesinin, bunca hatasına karşın toplumsal tabanını uzun süre koruyabilmesinin sırlarından biri.
Bastırılanın geri dönüşü, bilindiği gibi bilinç tarafından kabul edilemez bulunduğu için geri itilen, bastırılan düşüncelerin bilinçdışında hayatını sürdürdüğü ve daima kendine bir çıkış yolu aradığı varsayımına dayanır. Başka bir deyişle bastırılan yitip gitmez, hatta bilinçdışında canlılığını güçlendirerek birçok davranışın belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Bastırılan uygun bir yol ve zaman bulduğunda kendini dışa vurur: Semptom olarak, düş olarak, sürçme olarak, hata olarak, vs. Her ne olursa olsun bastırılan bir şekilde geri döner. Demek ki semptoma, düşe, hatalara vs. bakarak bastırılanın kılık değiştirmiş formunu tanıyabiliriz. Marx’ın tarihsel olayların tekerrür etmediği, eğer ederse ikincisinin fars şeklinde olacağı tespiti belki de bunun bir örneği olabilir.
Osmanlı’nın, Avrupa’nın Rönesans ve Reform ile başlayan ve endüstri devrimiyle serpilen kültürel ve ekonomik atılımları karşısında eski gücünü yitirmesi ve bu haliyle devam edemeyeceğini anlaması ve yenileşme çabalarında ifadesini bulan askeri, politik, kültürel reformlar süreci ardından Kurtuluş Savaşı’nın zaferi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve bir dizi devrimle simgelenen modernleşme girişimleri, kendi kültürel, ekonomik, politik muhalefetini de yarattı. Böylece bu topraklarda belki abartarak söylersek Selçukluların yıkılışı ve Osmanlının kuruluş yıllarına kadar uzanan halk hareketleri ve saraylılar, halk şiiri ile divan edebiyatı, Osmanlıca ile Türkçe konuşanlar arasındaki karşıtlık, İmparatorluğun zayıflaması ve çözülmesiyle birlikte giderek gelişip güçlendi: Bu karşıtlığın bir yanında uluslaşma, modernleşme ve ekonomik devletçilik yanlılarının ittifakı, öte yanında ümmeti koruma, gelenekleri sürdürme ve ekonomik liberalleşme yanlılarının ittifakı vardı. İşte bugün iktidarın temsil ettiği muhafazakar din temelli siyaset ve onu besleyen yapılanmalar Osmanlı’nın çözülme yıllarından beri devam eden bu karşıtlığın temsilcileri olarak kabul edilebilir. Nitekim iktidar yanlılarının kendi iktidarlarıyla birlikte “yüz yıllık parantezin kapandığı” şeklindeki söylemleri de bu varsayımı destekler niteliktedir.
İşte bugün iktidarın temsil ettiği muhafazakar din temelli siyaset ve onu besleyen yapılanmalar Osmanlı’nın çözülme yıllarından beri devam eden bu karşıtlığın temsilcileri olarak kabul edilebilir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra bu muhalefet modernleşme girişimlerinin karşısında yer aldı fakat kendini ifade kanalları kısıtlıydı yani “bastırılmış”tı. Genç Cumhuriyet’in 2. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte Batıyla ittifak siyaseti ve bunun doğurduğu demokratikleşme girişimleriyle birlikte, Cumhuriyet’in bağımsızlıkçı dış politikasından ve kendine yetmeyi amaçlayan ekonomik programından memnun olmayan emperyalist ülkeler gerek iktidarda gerekse muhalefette bu sistemi değiştirecek müttefikler buldular. Bunlar bir yandan ülkenin yeni ortaya çıkmaya başlayan sermayedarları, toprak sahipleri ve kent tüccarları dolayısıyla onların siyasi temsilcileri olan sağ ve sol muhafazakarlar oldu. Sonuçta Cumhuriyet’in ilk on yıllarında sesi duyulmayan, deyim yerindeyse “bastırılan”, geçmişin değişime direnen geleneksel yapıları genel seçimlerle birlikte ve emperyalist güçlerin de desteğiyle giderek kendilerini daha rahat göstermeye ve daha rahat örgütlenmeye başladılar.
Kendilerini genç Cumhuriyet’in devletçi, halkçı, kamusal eğitime önem veren yaklaşımları karşısında tehlike altında hisseden komprador burjuvazi, toprak ağaları ve onların kültürel ve politik temsilcileri sağ politikacılar geçmişin bu geleneksel ümmetçi ve sözde milliyetçi yapılarına ve kendilerine liberal diyen burjuva entelektüellerine yaslanarak ve bu amaçla imam hatip okullarını yaygınlaştırarak, kamu mallarını özelleştirerek, uluslararası pazarlara açılarak epey uzun denebilecek bir süreç sonucunda aşama aşama genç Cumhuriyet’i ele geçirdiler ve Osmanlı döneminden başlayan ümmetçi, ulus devlet karşıtı ve özelleştirmeci ittifak siyasetlerini egemen yönetim biçimi haline getirdiler. İşte buna içinde karşıtların birliğini ve mücadelesini de barındıran, tam bir “bastırılanın geri dönüşü olgusu” diyebiliriz.
Dünyaya yeniden büyüsünü kazandıracak ve insanları kurumsal dinden özgürleştirecek olan bu tinsel boyut, Kovel’in anlattığı gibi ancak tarihin özgürleşme ve tahakküm iniş çıkışlarını sabırla gözlemlemek ve özgürleşme süreçlerine ağırlığımızı koymakla mümkün olabilir.
Peki, mevcut durumu tespit etmekle yetinmediğimize ve varolan fiilileşme potansiyelinin içinden gerçekleşme olasılıklarını seçip ayıklama görevimiz olduğuna göre, şimdi gelecek açısından ne söyleyebiliriz? Ben şunları saptamakla yetiniyorum: Dünyanın büyüsünü yeniden kazanması ve işlerimizin güçlerimizin, yapıp ettiklerimizin salt daha iyi ekonomik hayatlar, daha zengin bir dünya olarak kalmaması için mevcut olasılıklar içinden tinsel boyutun çekip çıkarılmasına, zenginleştirilmesine ihtiyaç vardır. Dünyaya yeniden büyüsünü kazandıracak ve insanları kurumsal dinden özgürleştirecek olan bu tinsel boyut, Kovel’in anlattığı gibi ancak tarihin özgürleşme ve tahakküm iniş çıkışlarını sabırla gözlemlemek ve özgürleşme süreçlerine ağırlığımızı koymakla mümkün olabilir. Kutsallık; bilinmeyene doğru yolculuk yapmak, bu sırada bilinmeyeni çözümlemeye, anlamaya çalışarak insanın özgürleşmesi için fırsatlara çevirmek demektir. Bunun yolu da ekonomik, cinsel, çevresel ve politik tahakkümün geriletilmesi, özgürleşme ve kendini geliştirme olanaklarının çoğaltılmasıdır. O halde, bu görevi özgül olarak kendi ülkemiz ve somut şartlarımız için netleştirirsek, o da kısaca Cumhuriyet’le başlayan Aydınlanma, evrensel bilgiyle ve kültürle bütünleşme ve tüm yurttaşları eşit fırsatlarla donatma projesini daha da geliştirme, bilimin yol göstericiliğinde herkesin eşit ve özgür yaşayacağı bir toplum inşası için çaba harcama olarak tanımlanabilir.