Necip Fazıl Kısakürek, İkinci Meşrutiyet ve Erken Cumhuriyet Dönemi’nin en önde gelen düşünürlerinden ve bilginlerinden Ziya Gökalp’i “yakışıksız” sıfatlarla karalamaktan çekinmemiştir.
Tanzimat Dönemi’nde başlayan bütün Uygarlık Değiştirme ve Batı Uygarlığı ile bütünleşme girişimlerine ve bu arada bunun doğal bir uzantısı olan Atatürk Devrimleri’ne ve Cumhuriyet Değerleri’ne husumet besleyen Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983), İkinci Meşrutiyet ve Erken Cumhuriyet Dönemi’nin en önde gelen düşünürlerinden ve bilginlerinden Ziya Gökalp’i de (1876-1924) “yakışıksız” sıfatlarla karalamaktan çekinmemiştir.
Nitekim, yüzeysel ve gayrı ciddi bir felsefe öğrenimine dayandığı anlaşılan Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu (İstanbul 1982) adlı çalışmasında, söz Émile Durkheim’a (1858-1917) geldiğinde onun bir dönem Türkiye’deki takipçisi Ziya Gökalp’i de şöyle karalamıştır:
“İnkâr edilemez ki, tesiri büyük olmuştur. Tâ orijinal bir fikir ve sistem adamı sanılan Ziya Gökalp’e kadar…
Ziya Gökalp bir Durkheim aparıcısıdır. Durkheim gibi düşünmek başka, onun aparıcısı olmak başka… Birinde, fikri nefsine mal etmek, çilesini yaşamak, öbüründeyse hazıra konmak var… Ziya Gökalp, örgüleştirdiği milliyetçilik, daha doğrusu kavmiyetçilik sentezinde, Durkheim diyalektiğini alır ve üstelik Marx ve Engels’in Hegel’e yaptıkları gibi onu ters istikamette kullanır, dinî heyecan yerine kavim sevgisini ikâme etmeye kalkar ve Durkheim’ın bu noktaya vardırmadığı yapıyı, ona ters şekilde, onun harcıyla inşaya yeltenir. Bu davranış, açıkça ilim ve fikir suiistimalidir. Zaten o devirde Tanzimat’tan beri fikir kurumaya başladığı ve büyük mütefekkir yetişemez olduğu için kimse karşısına çıkıp da “Sen ne yapıyorsun; müdafaa ettiğin davanın müstakil muhasebe ve murakabesine gücün yetmediği bir tarafa, dayanak diye ele aldığın sistem, varış noktası olarak sana terstir; bu bir ilim ve fikir yankesiciliğidir!” diyemez.
Ziya Gökalp’in tamamıyla İslâm’a zıt Türkçülüğündeki büyük dinî suç bir tarafa, Durkheim aparıcılığındaki ilmî suçu da onu çürütmeye yeter.
Bu mesele bizim tefekkür tarihimizde en mühim yeri işgal etmeye lâyıktır ve dönüm noktamızı göstermesi bakımından en nazik bir çıkış noktası diye ele alınmalıdır.
Ziya Gökalp birçok yazı ve konferanslarında uzun uzun tahlilini ve kafa röntgenini gösterdiğim gibi, aslında bir sahte kahramandır. Türkün ruh kökünü kurutmakta, hem de ilmî bir otorite kisvesi altında en büyük fenalığı yapmış ve kendisini takip eden fenalıklar serisinin önderi olmuştur.
Bir de, en pest seviyeden bir tebliğci, bir davulcu edasıyla, fikirlerini şiirler söyleme özentisi:
Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir Turan…
Vatanı müşahhas bir mekân olmaktan çıkarıp ona zaman gibi sonsuzluk çapında mistik bir hüviyet biçen bu lafların ufkunda seyrettiğimiz, dili, fikri ve gayesi olmayan, at sırtında tozu dumana katmış, medeniyetlere saldıran bir vahşet yığınının plâstik dünyasına gönül bağlamaktan başka bir şey değildir.
Biz İslâm’ı kabul ettikten sonra Türkün Türkçüsüyüz!
Ziya Gökalp’in Türkçülüğü ise, milliyetçiliği ruhî muhtevada, yani dinde gören üstadı Durkheim’a zıt şekilde, İslâm’ı Türk ruhundan sökmenin kavmiyetçiliğidir.
Nitekim, kendisinden kısa bir zaman sonra aynen tatbik edildiği üzere,
Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur,
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’ân okunur,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!…
demeye kadar gitmiştir.
Bahsimiz Ziya Gökalp değil, Batı tefekkürü ve bu arada Durkheim… Onun için bu bahsi burada kesiyor ve nice yazılarımız ve konuşmalarımızla senetlerine bağlamış bulunduğumuz davayı Tanzimat’tan beri gelen sahte inkılaplar mevzuuna bırakıyoruz. Ziya Gökalp bu mevzuun anahtar şahsiyetlerinin başındadır.”[1]
Bu ifadelerin ciddiye alınacak ve bilimsel açıdan eleştirilecek bir tarafı yoktur; buna karşın, ne yazık ki [DP’nin vermiş olduğu destekten almış olduğu ivmeyle] bu dönemde dindar gençler üzerinde çok etkili olmuş ve Ziya Gökalp gibi, Türkiye’de “bilimsel zihniyet”in yerleşmesinde büyük bir rol oynamış bir şahsiyetin yanlış tanınmasına yol açmıştır.
Gökalp, sadece dönemin yaygın ulusçu akımlarına karşın “Türk Ulusçuluğu”nun biçimlenmesini ve böylece İngiliz Sömürgeciliği’nin Anadolu’yu işgal etmesini engelleyen bir ideolojinin oluşturulmasına katkıda bulunan bir ideolog değildir; aynı zamanda, sosyoloji gibi bir bilimin tanınmasını ve Türk Çağdaşlaşması’nın bu bilimden aldığı ilhamla mümkün olan en rasyonel şekilde gerçekleşmesini sağlayan bir âlimdir. İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde yurt dışından getirttiği akademisyenler ve yurt dışına gönderttiği öğrenciler, geleceğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda önemli roller oynayacaktır.
Görüşlerinde ve uygulamalarında yanlışları olabilir… Olmuştur da… Ancak, bunları tanıtırken nesnel olmak ve bu şahsiyeti, bütün yönleriyle değerlendirmeye almak gerekir. Ziya Gökalp, Durkheim’dan öğrendiği sosyolojik yöntemi, Türkiye’nin sorunlarını kavramakta ve çözmekte bir araç olarak kullanmıştır. Bu yaklaşımı onu bir “aparıcı” değil, ancak bir “uyarlayıcı” kılar [Bilimler ve teknikler de böyle gelişmez mi?]; nitekim, bu yaklaşımı kısa bir süre sonra Atatürkçüler’e de ilham kaynağı olmuş ve Türkiye’nin kurtuluşu, bu çizgi üzerinde geliştirilen devrimler sayesinde gerçekleşmiştir.
Görüşlerinde ve uygulamalarında yanlışları olabilir… Olmuştur da… Ancak, bunları tanıtırken nesnel olmak ve bu şahsiyeti, bütün yönleriyle değerlendirmeye almak gerekir.
Yani, hastalığın tedavisi için doğru reçete yazılmıştır!
Bu sene Ziya Gökalp’in ölümünün 100. Yıldönümü… Bu münasebetle, onun arkasında bırakmış olduğu entelektüel mirası yeniden sorgulayalım ve Türk Düşünce Tarihi’ndeki gerçek yerini belirlemeye çalışalım. Bilim insanları olarak görevimiz budur…
[1] Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, 25. Baskı, İstanbul 2017, s. 72-73.