Muzaffer Şerif: “Kültür otarşisi fikrini müdafaa edenler bizi millîye değil, ancak kısırlığa, geriliğe götürebilirler. Bunlar millî kültürümüz için daima genişleyen ufuklara bakmaktan korkan miyop kişilerdir.”
Yıl 1939. Haziran ayı; II. Dünya Savaşı başladı, başlayacak (1 Eylül 1939); Dünya ve Türkiye tedirgin. İkinci Refik Saydam Hükûmeti görevde ve Milli Eğitim Bakanı, kendisi de felsefeci olan Hasan Âli Yücel.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne (DTCF) vekâleten Mehmet Emin Erişirgil dekanlık yapıyor; kendisi Mülkiye Mektebi mezunu; ama felsefenin yanı sıra sosyoloji, iktisat ve hukukla da ilgileniyor. Muhtemelen bu ikilinin, yani Yücel ve Erişirgil’in çabalarıyla, 1939’da bir Felsefe Zümresi (Felsefe Enstitüsü) kuruluyor ve başına Sorbonne Üniversitesi öğretim üyelerinden Olivier Lacombe getiriliyor.
Kadro geniş ve ilginç; çoğu yurtdışında yetişmiş: Behice Boran, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Necati Akder, Hamdi Ragıp Atademir.
Birkaç yıl sonra kadroya şu isimler de dâhil ediliyor: Suut Kemal Yetkin, Mehmet Karasan, Nusret Hızır, Bedii Ziya Egemen, Aydın Sayılı.
Renkli bir “topluluk”; sosyologlar, psikologlar, bilim ve felsefe tarihçileri, felsefeciler, pedagoglar… Ortak bir sorunları var: “GEÇMİŞ”i anlamak; çünkü geçmiş ile gelecek arasında bir irtibat kurulacak.
Süreç içinde [gelecekte Türk Siyaset Tarihi’ne de yön verecek] iki temel eğilim, muhtemelen “GEÇMİŞ” üzerindeki bu tartışmalardan ortaya çıkıyor:
Birinci Eğilim, geçmişi “başarılar” üzerinden okumak isterken, İkinci Eğilim, “başarısızlıklar” üzerinden okumak istiyor.
Boran, Muzaffer Şerif, Berkesler ve hatta Hızır, ikinci gruba dâhil edilebilir; onlar için temel hedef şu:
(1) Başarısızlıkları belirlemek ve (2) Bunların nedenlerini saptayarak başarılı bir gelecek için tedbirler önermek.
Öyle anlaşılıyor ki iki farklı tarihsel okuma da, “GEÇMİŞ”i kavramakta faydalı olmuştur! Bu sayede, Birinci Grup, çok sayıda “tarihsel veri” toplarken, İkinci Grup uygun “kuramsal çerçeve”yi çatmaya çalışmıştır; ancak bana göre, “GEÇMİŞ”in doğru bir resmi için her iki eğilimin de birleştirilmesi, yani ampirik ve teorik bütünlüğün sağlanması gerekiyordu. Görebildiğim kadarıyla, bu görev, henüz tamamlanmamıştır.
“GEÇMİŞ” ile aralarına belirli bir mesafe koymayı başaran ve böylece “eleştirel bir tarih okuması”nın temellerini atanlar arasında, yukarıda belirttiğimiz gibi Muzaffer Şerif de (1906-1988) bulunmaktadır.
Dünya’da sosyal psikolojinin kurucu babalarından biri olarak tanınan Muzaffer Şerif, meselâ Değişen Dünya (İstanbul 1945) başlığını taşıyan derlemede yer alan “Kültür Otarşisi İlleti” ve “Garp Hayranlığı ve Kültür Otarşisi” adlı makalelerinde, hem Naziler’in “üstün ırk” inancına dayalı otarşik kültür politikasını, hem de İslamcılar’ın “üstün ümmet” veya Türkçüler’in “büyük millet” inancına dayalı kültür algılarını eleştirmiş ve otarşinin kültürde ve bu arada bilimde duraklamaya ve gerilemeye sebebiyet verdiğini açıkça vurgulamıştır.
İkinci makalesinin bir yerinde şöyle der:
“Kültür otarşisi fikrini müdafaa edenler bizi millîye değil, ancak kısırlığa, geriliğe götürebilirler. Bunlar millî kültürümüz için daima genişleyen ufuklara bakmaktan korkan miyop kişilerdir. Zaten, şiirde, türküde, hikâyede, masalda, hayatın her safhasında kalkınmamızın bağrından tabîî olarak gelişen zengin bir folklor hazinemiz vardır. Bunlar bizim öz malımızdır. Birkaç münevverin bunların bizim olduğu hakkında vaaz vermesine ihtiyacımız yoktur. Güç olan mesele bunları yalnız kendimiz için değil, bütün dünya için kıymet teşkil edecek kudrette yoğurmaktır. Bu ise kültür otarşisi çıkmazına sapmakla olmaz”.[1]
Türk Tarihi ile ilgili diğer bir erken tespit de “Friciderli Evliyalar” [yani “Buzdolaplı Evliyalar] başlığını taşıyan ilginç makalesinde yer almaktadır. Muzaffer Şerif’e göre,
“Tarihin muhtelif devirlerinde muhtelif yerlerde içtimâî şartlar mistik bir düşünce tarzının gelişmesine ve müesseseleşmesine müsait olabilir. Nitekim de böyle olmuştur. Bugün bunları bilgi konuları olarak ele alıp tetkik edebiliriz. Psikolojik cihetten bunlar, insanın başa çıkamadığı tabiat ve cemiyet kuvvetleri karşısında kaçınma, kendi içimize kapanma mekanizması olarak müessir olmuştur ve insanları, tabiat ve cemiyet gerçekleri karşılarına tekrar ve daha şiddetle çıkıncaya kadar avutmuş olabilir.”[2]
ama gerçeklerden sürekli olarak kaçmaya ve kendi içimize kapanmaya olanak yoktur; geçmişte dervişlerin düştüğü hataya günümüzde “buzdolaplı evliyalar” düşmekte ve toplumu gerçekle yüzleşmekten ve onun dayatmalarına karşı çözüm üretmekten alıkoymaktadır.
Başarısızlığa odaklanan kuramcı tarih okuması, bu dönemde giderek yaygınlaşmaya başlayan iki gelişmeden etkilenmiş görünmektedir: Bunlardan birincisi, Marxist Tarih Felsefesi ve ikincisi ise, sosyoloji ve sosyal psikoloji gibi bilimlerdir.
Farklı tarih okumaları, aslında [ileride sağ ve sol olarak adlandırılacak] ülkemizdeki farklı ideolojilerin oluşum sürecine de büyük ölçüde katkıda bulunmuş görünmektedir; yani farklı Modernleşme Anlayışları ve Politikaları, sonraki yıllarda “CHP ve DP zihniyetleri”, içinde DTCF Hocaları’nın da yer aldığı bu tartışmalar esnasında belirginleşmiştir, denilebilir.
Sonuç olarak diyebilirim ki, 1945’de II. Dünya Savaşı sonuçlanmış ve Dünya “Soğuk Savaş Dönemi”ne girmiştir. Türkiye, ABD tarafında yerini alınca, Marxist İdeoloji’den de etkilenen Boran, Muzaffer Şerif, Berkes ve arkadaşları, arkalarındaki siyasî ve idarî desteği tamamen yitirmiş ve DTCF’den dışlanmıştır.
Kanaatime göre, bu tasfiyenin iki önemli sonucu olmuştur: (1) DTCF’deki sosyoloji ve psikoloji eğitimi ve araştırmaları çökmüştür ve (2) Kuramsal tarih çalışmaları, 1960’lı yılların sonlarına kadar terk edilmiştir.
Çalışmaları ustaların bıraktığı yerden başlatmak gerekir!
[1] Muzaffer Şerif Başoğlu, “Garp Hayranlığı ve Kültür Otarşisi”, Değişen Dünya, İstanbul 1945, s. 89-90.
[2] Muzaffer Şerif Başoğlu, “Friciderli Evliyalar”, Değişen Dünya, İstanbul 1945, s. 57.