Borges, “Kum Kitabı” öyküsünü bir kütüphane metaforu olarak düşünmüştür. Kütüphane önce, sayfaları bitmek bilmeyen bir kitaptır… Kum Kitabı’dır. Kum Kitabı’nın özelliği, çöl imgesinin yarattığı sonsuzluk, bitimsiz olasılıklar duygusunu içermesidir.
Faruk Duman
Borges, “Kum Kitabı” öyküsünü bir kütüphane metaforu olarak düşünmüştür. Kütüphane önce, sayfaları bitmek bilmeyen bir kitaptır… Kum Kitabı’dır. Kum Kitabı’nın özelliği, çöl imgesinin yarattığı sonsuzluk, bitimsiz olasılıklar duygusunu içermesidir. Anlatıcı, eline yine bir kütüphaneden geçirdiği kitabı alır, görür ki öbür kitaplara benzemeyen bu kitap hem ön kapağının içinden hem de aynı biçimde, arka kapağının içinden fışkıran yeni sayfalarla sürekli çoğalmaktadır. Görünen, yani cildin içindeki sayfalar çoğalamaz doğal olarak çünkü kapaklar esnek durumdadır, bir yandan yeni açılan bir sayfa, öbür yanda yiten başka bir sayfa demektir. Peki bize kütüphanenin sonsuzluğunu gösteren bu Kum Kitabı’nın ne vardır içinde? Bütün bilimler, sanatlar, gelmiş geçmiş yazarlar ve tabii bilinmeyen, daha doğrusu bizim bilmediğimiz, şu dünyaya geldikten sonra kalem oynatarak geçip gitmiş herkes… Ama kitap bu yönüyle öyle dehşet vericidir ki, kahramanımız bu gümbürtüye -bu kadar bilginin, gem vurulamaz biçimde insanın zihnine hücum etmesi elbette bir gümbürtü yaratır- dayanamaz. Bütün bilgilerin bir arada, üstelik ansızın ve düzensiz biçimde karşısına çıkması, kahramanımızı hasta eder, böylece, Kum Kitabı’ndan kurtulması gerekir.
Eco’nun dediği gibi, kitaplardan kurtulacağınızı sanmayın.
Peki nasıl kurtulacaktır ondan? Eco’nun dediği gibi, kitaplardan kurtulacağınızı sanmayın. Kişi ancak güçlü bir iradesi varsa -bu elbette daha önce kitaplarla tanışmış, okumanın ve araştırmanın tadını almış olanlar için geçerlidir- evet, güçlü bir iradesi varsa, biraz direnerek, onlara dokunmamayı başarabilir. Ama bir kere bilgi ile tanışmış biri, o bilgiyi yaşamı boyu kullanacağı ya da en azından anımsayacağı için, bu anımsama da ona yine o kitapları getirecektir. Kitap imgesi yani, vardan yok olmaz! Yani eskilerin yaptığı gibi, kütüphanelerin yakılması belki nesneyi yok eder ama kitap imgesi durur yerli yerinde.
Böylece, Kum Kitabı yok edilemeyeceğine göre, kahramanımız ondan kurtulmanın en akıllıca yöntemini bulur ve kütüphaneye geri götürür. Ve kütüphane binasının içinde Kum Kitabı -katalog sistemi içindeki yerine konacak olursa yitmeyecektir elbette- rafa değil de, dolabın arkasına atılır. Bu ancak kütüphanecilerin anlayabileceği olağanüstü ve mizahi bir finaldir; alındığı yere konmayan kitap bir daha bulunamaz. Sistemin dışına çıkmıştır çünkü. Böylece, düzensiz ve sonsuz bilginin olası başka kurbanları da kurtarılmış olur.
Ünlü kütüphanecilerden Borges, kitabın ve kütüphanelerin yarattığı sonsuzluk duygusuna pek çok yerde değinmiştir, Binbir Gece Masalları’nın tümünün okunamayacağına inanıldığını aktarır, bu inanç büyük olasılıkla masalları yaratan halkın içinden çıkmıştır ama zaten metin de bu anlama gelir. Hikâyeleri bittiğinde öldürülecek bir anlatıcı… Bu bir anlamda insanlığın yazgısına işaret eder, anlatmayı, bilmeyi, konuşmayı ve iletişimi kestiği an yok olacak bir tür… Belki kitapların ortadan kalkmayacağı inancı, bu yaşam inadından geliyordur.
Ben kütüphanelerle çok erken yaşta tanıştım, ilkokulda babamın çalıştığı demiryollarının iyi bir kütüphanesi vardı, ilk orada “üye” olmuştum. Sonra, ortaokulda okurken, biz o zaman Devlet Demir Yolları’nın lojmanlarında, Ankara Garı’na yakın otururduk, en yakın halk kütüphanesi de Cebeci’de bulunurdu. Trene binerek Cebeci’ye gider, Türk edebiyatının ustalarının kitaplarını alıp eve getirirdim. Her seferinde üç kitap verdikleri için, haftada üç kitap okuyabilirdim yalnızca. Kendime bir liste oluşturmuştum. Edebiyatımızı okumaya baştan başlayacaktım. Bu da demek oluyordu ki -o zamanki olanaklarla yaptığım listeye göre- önce Ömer Seyfettin, sonra Halit Ziya… Evde bizim toplumcu yazarları daha önce okumaya başlamıştım zaten, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, ailece en sevdiğimiz yazarlarımızdı. Cebeci Halk Kütüphanesi, yukarıda da belirttiğim, kütüphanenin yarattığı sonsuzluk duygusunun bir kazancı olarak, edebiyatımızın sonsuz çeşitliliğini ve rengini öğretmişti bana.
Yalnız bu mu? Kütüphanelerde vakit geçirmek ufkumu öyle açıyordu ki, böylece ilgi alanlarım çoğalıyordu. Bunun verdiği hazla, elbette, üniversite sınavına tek tercihle girdim ve kütüphaneci oldum. Askerliği de kütüphanede yaptım. Bizim Maslak’taki Harp Akademileri Kütüphanesi gerçekten harika bir kütüphanedir; bir tür özel, yani derleme bakımından belirli bir konuya yönelik bir kütüphane olmasına karşın, orada geçirdiğim uzun çalışma saatlerinde Kitab-ı Bahriye, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İbn-i Battuta Seyahatnamesi gibi Doğu klasikleriyle, Moby Dick, Sefiller gibi Batılı edebiyat başyapıtlarını, Goethe’nin İtalya Seyahatnamesi gibi unutulmaz kaynaklarını okumuştum. Ama elbette bununla sınırlı değildi, askeri tarih kitaplarına ve harp usulleriyle ilgili kitap ve haritalara da ilgim artmıştı…
Kütüphaneler, eski dünyanın el yordamıyla kurulmuş zihin tapınaklarıdır.
Kütüphaneler, eski dünyanın el yordamıyla kurulmuş zihin tapınaklarıdır. Kitapların bir arada bulunuşunu ve korunmasını sağlamaz yalnızca. Onları sınıflar, biz kütüphanecilerin kahramanı Melvil Dewey’nin yaptığı gibi, konular, diller ayrışır, benzer kitaplar ve yazarlar bir araya gelir, sınıflama, düzene sokma ve araştırmayı kolaylaştırma, bilindiği gibi Modernizmin en yararlı takıntısıdır, bugünkü dijital kaynakların da atası sayılmalıdır. Ben Dil-Tarih’te, sonradan adı Bilgi Belge Yönetimi olarak değişen Kütüphanecilik bölümünde okurken, hocalarımızın en çok üstünde durduğu konu buydu işte: Kütüphane bir sınıflama sistemini yönetir, bunun amacı, araştırmacıların zaman yitirmelerini önlemektir elbette. Ama daha da önemlisi, başta da belirttiğim gibi, kitabın, raflar arasında yitip gitmesinin önüne geçmektir. Çünkü dev kitap yığınlarının arasında yitip giden, sonra nice rastlantılarla -belki- ortaya çıkan ne değerli kitaplar vardır.
Gerçekten, Borges’in öyküde vurguladığı gibi, bir kitabın bir daha kimsenin eline geçmemesini sağlamanın yolu -ama elbette nadir bir kitap olacak bu, Kum Kitabı gibi- onu sınıflama sisteminin dışına atmaktır.