“Kuantum fiziğindeki metafizik tartışmalar ‘hakikate’ ulaşmaz – bunlar bir ritüel, etkinlik ve kültür biçiminden başka bir şey değildir.’’
Timothy Andersen
Çeviri: Berkut Bozkurt
Platon’un mağara alegorisini ilk kez lise son sınıftayken öğrendim. Matematik ve İngilizce’ye takıntılı biri olarak (garip bir kombinasyon) çello çalıyor ve boş zamanlarımda kısa öyküler yazıyordum. Felsefe hakkında biraz bilgim vardı ve beşerî bilimlerde bir inceleme dersi alıyordum, ancak Platon’un ideal formlar teorisi bana bir vahiy gibi gelmişti. Bu fikir, yine de ebedi ve değişmez olan bir gerçekliğin gölge oyununu deneyimleyebileceğimiz fikriydi. Dışarıda bir yerlerde mükemmel bir daire vardı; görebildiğimiz diğer tüm daireler bu tek dairenin soluk kopyalarıydı, onun ruhani bütünlüğüne kıyasla toz ve küllerdi.
Genç bir adam olarak bu idealin peşinden giderek matematik okudum. Asal sayıların sonsuz olduğunu ve ikinin karekökünün irrasyonel olduğunu (iki tam sayının bölünmesiyle elde edilemeyen gerçek bir sayı) kanıtlayabilirdim. Bana bu ifadelerin zamanın başlangıcında doğru olduğu ve son matematikçi evrenden yok olduktan çok sonra da doğru olacağı söylenmişti. Yine de, doktora dersim için kanıtlar üretirken, matematiğin insan unsuru olan yanı beni rahatsız etmeye başladı. İspatlarım reddedilemez hesaplamalardan çok argümanlara benziyordu. Her biri, görünüşte doğru olsa da, matematikçiler arasındaki fikir birliğinden biraz daha fazlasına dayanıyor gibi görünen apaçık aksiyomlara dayanıyordu.
Matematikle ilgili bu sorunların iyi bilindiği ortaya çıktı. Matematikçi ve filozof Bertrand Russell kariyerinin büyük bir kısmını kum üzerine inşa edilmiş bu evi sağlamlaştırmaya çalışarak geçirdi. Bu girişimi, birlikte çalıştığı Alfred North Whitehead ile birlikte, Russell’ın 1 + 1 = 2’nin genişletilmiş ispatını “Yukarıdaki önerme zaman zaman yararlıdır” esprisiyle sunduğu, üç ciltlik yoğun bir eser olan Principia Mathematica‘da (1910-13) yayımlandı. Yazarların hatırı sayılır masraflarıyla yayınlanan çalışmaları, 1930’lara gelindiğinde matematiğin tutarsızlık ve eksiklik uçurumunda sallanmakta olduğunu gösteren zincirleme bir reaksiyon başlattı.
Nihayet Platoncu özlemlerimi evrenin fiziksel gerçekliğini yöneten ebedi yasalara dayandırmayı umarak fiziğe döndüm. Fakat Kuantum teorisi fantezi olarak şunu da ortaya çıkardı ki: Fizik kanunları için kuralları ve eşitlikleri tanımlayabilmemize rağmen ne anlama geldiğini açıklayamıyorduk. Kuantum bilgi teorisindeki son deneyler, bir şeyin gözlemlenmiş olduğunun düşünülmesi ve belirli fiziksel özelliklere sahip olması gibi gerçeklik hakkındaki en temel varsayımlarımızın bakan kişinin gözünde olduğunu göstermişti.
Bu paradoksları ele alma girişimleri, Albert Einstein ve Niels Bohr’un ortaya çıkardıkları şaşırtıcı fenomeni nasıl yorumlayacaklarını tartıştıkları kuantum mekaniğinin şafağına kadar uzanıyor. Ancak Cambridge Felsefesi’nin paralel ortamına daldığımda- Ludwig Wittgenstein ve Russell’ın hükümranlığı sırasında- matematik ve fizikle ilgili endişelerimin giderilebileceğini hissetmeye başladım. Einstein ve Bohr’un, Russell ve Wittgenstein’ın çağdaşları direkt olarak kuantum devrimiyle meşgul değillerdi. Yine de bu filozofların çalışmalarında gerçeklikle ilgili en temel sorularımızdan bazılarının yanıtlarını anlamaya başladım. Ancak gerçeklikle ilgili en temel sorularımızdan bazılarının yanıtlarını bu filozofların çalışmalarında görmeye başladım. Sadece yanlış sorular sormakla kalmadığımızı, aynı zamanda saçma sorular da sorduğumuzu fark etmekten kaynaklanan cevaplar.
Kuantum fiziğindeki büyük tartışmalar 1920’lerde başladı. Bohr ve himayesindeki Werner Heisenberg, kuantum parçacıklarının tuhaf davranışları hakkında nasıl konuşalacağını çözmeyi deniyorlardı. Gözlemlendiğinde parçacık, gözlemlenmediğinde dalga olarak davranmaları gibi.
Bu fenomenin nasıl tanımlanacağı teorisyenleri şaşkına çevirdi. Heisenberg (ve daha sonrasında Erwin Schrödinger) parçacıkları basit sayıların egzotik matematiksel uzaylarda yaşayan sonsuz boyutlu varlıklar haline geldiği bir dalga fonksiyonu cinsinden tanımlayan denklemler geliştirdi. Gözlem eylemi artık deneycinin ne yaptığını da hesaba katan karmaşık bir tanıma sahipti.

Ancak tüm bu matematik, bir parçacığın özellikleri ölçülürken gerçekte ne olduğunu anlamıyordu. O anda, sanki parçacıklar başından beri oradaymış gibi tüm karmaşık sonsuz boyutlu matematik aniden tek tek sayılara sıkıştırıldı. Fotonların ekranlara saçılmasıyla ilgili gözlemler, basit bir açıklamanın mümkün olmadığını ortaya koydu. Bu açıklama Einstein için hiç de tatmin edici değildi çünkü dalga fonksiyonu, parçacıkların gözlemlenmeden önce belirli niteliklere sahip olmalarını engelliyor gibi görünüyordu. Einstein; dalga fonksiyonunun ortadan kalkmasını, yerine nesnelerin belirli özelliklerini ve konumlarını koruduğu daha mantıklı bir yorum getirilmesini istiyordu. Ancak kuantum mekaniğinin eksiklikleri üzerine onlarca yıl süren tartışmalara rağmen, dalga fonksiyonundan vazgeçilemedi.
Bu pazarlık sonucunda ortaya çıkan görüş ‘Kopenhag yorumu’. Heisenberg tarafından 1955 yılında ortaya atılmıştır ve gözlemci ile gözlemlenen sistem arasında temel bir ayrımın varlığına dayanmaktadır. Bu arada, polimat (hezarfen, birçok dalda derin bilgi sahibi) John von Neumann, bir parçacığın dalga fonksiyonunu ölçtüğünüzde ne olduğuna dair idealize edilmiş bir matematiksel açıklama buldu. Gözlemci ile etkileşime girdiğinde çöküyordu. Dalganın geri kalanının nereye gittiği ya da en başta gerçek olup olmadığı kimsenin tahmin edemeyeceği bir şeydi.
Evren çoktan yazı ve turası belli olmuş bir madeni paradır: Yaptığımız sadece onu günyüzüne çıkarmaktır.
20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, egzotik isimler altında düzinelerce başka yorum ortaya çıkmıştı: çoklu-dünyalar teorisi, süperdeterminizm, tutarlı geçmişler, modal yorum, süperseçim, Bohmian mekaniği, Lindblad denklemleri. Hatta kendim bile icat ettim: dinamik geçmişler. Benimki gibi birkaçı kuantum mekaniğiyle çatışabilecek yeni teoriler önermiş olsa da, çoğu bunu yapmadı. Metafizikseller, fiziksel değil.
Tüm bunların ardında yatan büyük soru şudur: Dalga fonksiyonu ne demek? Gerçek bir şeyi temsil ediyor mu, etmiyor mu? Çoğu yorum, dalga fonksiyonunun gerçek bir varlık olduğunu varsaymaları ve ardından neyi temsil ettiğini açıklamaya devam etmeleri anlamında ‘realisttir’ fakat Kuantum Bayesçiliği ya da QBizm olarak bilinen yaklaşım gibi bazı yaklaşımlar bunun hiç var olmadığını söyler. QBism, varlığını Wittgenstein’ın arkadaşı ve çağdaşı olasılığın anti-realist bir yorumunu geliştiren Frank Ramsey’in çalışmalarına borçludur. QBism, dalga fonksiyonunun tamamen insan belirsizliğinin bir kodlaması olduğunu ve bir gözlem yaptığımızda güncellenen bir olasılıklar spektrumunu temsil ettiğini savunur. Yani kuantum dalga fonksiyonu nesnel gerçeklikle ilgili değil, gelecekteki gözlemlerimizle ilgilidir. Dolayısıyla QBizm dalga fonksiyonunun Platoncu idealizmini reddeder ve onun inançlarımızın sadece matematiksel bir niceliği olduğunu ilan eder.
Pek çok fizikçi bu tartışmadan ve gerçekçiler ile gerçekçilik karşıtları arasındaki sonu gelmez ve tatmin edici olmayan tartışmalardan bıkmıştır. Fizikçi David Mermin’in sözleriyle “Çenemizi kapatıp hesap yapmamızı!” istiyorlar: kuantum mekaniğini yorumlamaya çalışmayı bırakıp işimize dönmemizi istiyorlar. Filozoflar ise bu ikinci grubu felsefî açıdan cahil oldukları gerekçesiyle reddetme eğilimindedirler. Bu tür fizikçilerin içten içe kabul etmek istemedikleri bir metafiziğe sahip olduklarına dair bir şüphe var, çünkü hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir yorumun tarafına geçmek istemiyorlar.
Yine de Mermin’in çıkarımını takip edenler yalnız değildi. 20. yüzyılın en büyük felsefî zihinlerinden biri de yanlarındaydı. Sadece konumlarına destek sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda bunun neden tek doğru olduğuna dair felsefi gerekçeler de sunuyordu.
Wittgenstein isteksiz bir filozoftu. 1889’da Avusturya’nın başkenti Viyana’da varlıklı ve güçlü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Wittgenstein için felsefe, bir aşktan çok bir zorunluluk gibi görünüyordu- belirli sorulara takılıp kalma ve bunları çözmeden yoluna devam edememe eğilimi. Belki de bu yüzden Wittgenstein felsefeyi bir kez ve herkes için ‘çözme’ ihtiyacı hissetti, köklerine saldırdı ve bunu yaparak, tüm alanlardaki realistler ve anti-realistler arasındaki daha geniş bir kavga da dâhil olmak üzere tüm felsefî tartışmaları yıktı.
Wittgenstein aynı anda hemcinsleri karşısında fevkalade kibirli, karşılaştığı sorular karşısında ise son derece alçakgönüllüydü. Görevi, mantığın köklerinde neyin yattığını keşfetmekti. 1908’de yeni gelişmekte olan havacılık mühendisliği alanında çalışmaya başladıktan sonra hızla matematik felsefesine yöneldi.
Alman akıl hocası Gottlob Frege onu Russell ile çalışması için Cambridge Üniversitesi’ne gönderdi. Wittgenstein hakkında Russell şöyle yazmıştır: “Bilinmeyen bir Alman ortaya çıktı. İnatçı ve sapkın ama kesinlikle aptal değil.” Bir yıl içinde Wittgenstein kendini Russell’a kanıtladı ve Russell şöyle dedi: “Onu kesinlikle cesaretlendireceğim. Belki de büyük işler başaracak. Onu seviyorum ve benim çözemeyecek kadar yaşlı olduğum problemleri onun çözeceğini hissediyorum.’’
Ancak Russell’ın motivasyonları Wittgenstein’ınkilerle çelişiyordu. Bir kontun torunu olan Russell, katı ve dindar büyükannesi tarafından soylu bir evde yetiştirildi. Büyükannesinin dininde huzur bulamayan Russell, bu huzuru matematikte aradı ancak eski disiplinin köklerinin çürük olduğunu öğrendi. Coğrafyacı Öklid’in ‘iki paralel çizgi kesişmez’ gibi aksiyomlarının sadece varsayımlardan ibaret olduğunu keşfettiğinde dehşete düşmüştü. Aynı şekilde, sayı sistemi de apaçık gerçeklere dayanıyordu. Eğer herhangi biri yanlış ise her şey yerle bir olabilirdi. Russell bu nedenle hayatını matematikteki tüm belirsizlikleri çözmeye adadı.
Viktorya çağının bir ürünü olan Russell, kesinliğin olmadığı yerde kesinlik aramaya devam etti.
Russell, temel mantığı desteklemek için Wittgenstein’ın felsefesini kendine mal etti ancak Wittgenstein’ın başka fikirleri de vardı. Gerçekleri doğru ya da yanlış yapan şeyin ne olduğunu anlamak istiyordu. Russell’ın aksine Wittgenstein, ne kadar çirkin olursa olsun kendini gerçeğe adamıştı.
Wittgenstein’ın hayatı da düşünceleri kadar sıra dışıydı. Russell ile 1911-13 yılları arasında yoğun bir şekilde çalışmış, fikirleri üzerinde çalışmak için aylarca Norveç kırsalında izole bir kulübeye çekilmişti. 1913’te Avusturya’ya döndü, ancak Birinci Dünya Savaşı’nın kaosuna sürüklendi.
Avrupa toplumunun her düzeyinde büyük çalkantıların yaşandığı bir dönemdi. İmparatorluklar gerilemekte ve eski monarşik düzen yok olmaktaydı. Bilim ve matematik de aynı şekilde 19. yüzyıl klasisizminin prangalarından kurtuluyordu. Einstein’ın hem özel hem de genel görelilik teorisi Isaac Newton’un evrensel zaman ve mekân kavramını ortadan kaldırırken, Heisenberg’in belirsizlik ilkesi birkaç yıl sonra ölçümün kesinliğini yok etti.
Bu arada Russell -Viktorya çağının bir ürünü- olmayan yerde kesinlik aramaya devam etti. Gerçekçilik tartışmasını, onu yok etmek anlamına gelse bile, ilk ve son kez çözmeye çalışmak genç Wittgenstein’a düşmüştü.
Savaş yılları Wittgenstein için kolay geçmedi. Sağlık durumunun kötü olması onu askere alınmaktan muaf tuttu, ancak hizmet için gönüllü oldu ve sonunda cepheye gitti. Sebepleri karmaşıktı, ancak mektuplarından entelektüel uğraşlarda bulamayacağını hissettiği bir şeyi aradığı anlaşılıyordu. Doğu Cephesi’nden yazarken, ‘ölümün yakınlığının’ kendisinde ruhani bir dönüşüm yaratacağı umudunu dile getiriyordu. Yalnızlık ve ruhani özlemle kıvranırken intiharı düşündü, ancak iman sayesinde kurtuldu. Savaştan önce dine karşı duyduğu hoşnutsuzlukta Russell’a rakip olsa da, Leo Tolstoy’un Kısaca İncil’ini (1902) bir kitapçıda tesadüfen keşfetmesi dindar bir Hıristiyan olmasına neden oldu. İnancı daha sonraki çalışmalarını etkileyecek ve bunun tersi de geçerli olacaktı. 1918’de İtalyanlar tarafından esir alındı ve aylarca bir savaş esiri kampında kaldı.
İlk büyük eseri olan Tractatus Logico-Philosophicus (1922) için fikirlerinin çoğunu savaş sırasında oluşturdu. Bu, gerçeklik hakkındaki gerçekleri gerçekliğin kendisiyle ilişkilendirmek için modern mantığı dil aracılığıyla metafiziğe uygulayan bir kitaptı. Buna anlam teorisi adını verdi.
Tractatus’ta Wittgenstein, rasyonel idealist Russell gibi idealize edilmiş düşünce alemlerinde değil, dünya hakkında nasıl konuştuğumuzda, dünyaya derinden gömülü bir felsefe geliştirmiştir. Hem realistler hem de anti-realistler için çok önemli olan, sözcüklerin ve olguların gerçekliği nasıl temsil ettiğine dair bir teori ortaya koymak yerine, temsilin önemsiz olduğuna karar verdi. Kimsenin olguların ve nesnelerin neyi temsil ettiğini söylemesine gerek yoktur. Onlar basitçe oradadırlar, gerçeklik resmimizin içine gömülüdürler. Neyi temsil ettiklerini söylemek aslında saçmadır, absürddür. Görsel alanda olduğu gibi, ilk resmin ne anlama geldiğini açıklamak için ikinci bir resim gerekli değildir; aksi olsaydı, sonsuz yinelemenin kurbanı olurduk.
Wittgenstein, dünyada olmayan şeyler hakkında konuşamayacağımıza inandığı için ciddiydi.
Wittgenstein’ın anladığı şey, temsili açıklamak için sözcükleri kullanamayacağımızdır, çünkü sözcükler temsilin kendisidir. Bu, birine Evren’in ne olduğunu göstermek için Evren’in dışına seyahat etmeye çalışmak gibi bir şey olurdu. Hem imkânsız hem de gereksiz bir başarı. Bir cümle kendi anlamı ile ne demek istediğini gösterir. Dolayısıyla, ‘Jenny’nin bir elması var’ dediğimde, ‘Jenny’ ve ‘elma’ kelimelerinin dünyadaki fiziksel nesneleri nasıl temsil ettiğini açıklamam gerekmez; ‘var’ kelimesinin ne anlama geldiğini de açıklamam gerekmez. Karşılıklı olarak anlıyoruz ki, eğer Jenny oradaysa ve elinde bir portakal varsa, önerme yanlıştır. Bu, onun anlamını gösterir. İkimiz de dilin kurallarını anladığımız sürece, bu konuda söylenecek başka bir şey yoktur.
Dolayısıyla Wittgenstein, ilk çalışmalarında bile, realist ve anti-realist tartışmasının anlamsız olduğunu, çünkü her iki tarafın da yalnızca gösterilebilir şeyler söylemeye çalıştığını öne sürer. Bu erken dönem Wittgensteincı perspektiften bakıldığında, matematiksel bir denklem -aslında kuantum mekaniğini yönetenler de dâhil olmak üzere herhangi bir denklem- gerçekliğin bir fotoğrafı gibidir. Fotoğraflar gibi, anlamını realist ya da anti-realist olarak yorumlamak için kimseye ihtiyacımız yoktur. Denklemin anlamını bize gösterecek bir Kopenhag’a ya da çoklu dünyalara ihtiyacımız yok, çünkü zaten olabileceği kadar açık. Dalga fonksiyonunun neyi temsil ettiğini sormak, Michelangelo’nun Davut heykelinin ya da Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunun neyi temsil ettiğini sormak gibidir: Salt gerçeklerin ötesindeki her türlü açıklama yetersiz ve özneldir.
Bu açıklamayı tatmin edici bulmayabilirsiniz. Yine de Wittgenstein, dünyada olmayan şeyler hakkında konuşamayacağımıza inandığı için ciddiydi. Kuantum mekaniği hakkında parçacıklar, ölçümler ve hesaplamalar açısından konuşabilsek de, gözlemleyebildiğimiz şeylere anlam atfeden (‘gerçek’ veya ‘gerçek dışı’ gibi) felsefî nitelikler saçmadır. Dalga fonksiyonuna ek bir anlam atfetme konusunda sessiz kalmalıyız.
Ancak Wittgenstein’ın felsefede nelerden bahsedip nelerden bahsedemeyeceğimize dair araştırması sonraki birkaç on yıl içinde gelişecek ve Tractatus’u üzerine inşa ettiği resim teorisi gibi felsefi kavramların bile reddedilmesine yol açacaktır.
Wittgenstein Tractatus’u yazdıktan sonra felsefeyi ‘çözdüğüne’ inandı. Gariptir ki mağrur alçakgönüllülüğüyle 1920’lerde disiplini bıraktı ve bahçıvan, öğretmen ve mimar olarak çeşitli işlerde çalıştı.
Ancak bu dönem, Wittgenstein mantıksal ampirizme maruz kaldığında sona erdi. Bu, Viyana Çevresi olarak bilinen bir grup filozoftan doğan bir hareketti. Ampirik bilgiyi ve ‘mantıksal pozitivizm’ teorisini vurgulamışlardı, yani yalnızca ölçülebilen veya gözlemlenebilen şeylere anlam atfedebiliriz. Katı bir mantıksal pozitivist, açıklamalar veya yorumlarla ilgilenmez; bunun yerine, dünyayı anlamanın ölçüm ve tahmin üzerine inşa edildiğine inanır.
Tractatus Viyana Çevresi’nin temel direklerinden biriydi ve bu Wittgenstein’ı çalışmalarına devam etmesi için harekete geçirdi. 1929’da Cambridge’e dönmeye karar verdi, ancak matematik ve mantık felsefesinden uzaklaşarak gündelik dil ve psikolojiye yöneldi.
Anlam teorisini tamamen reddederken, bu teoriye en güçlü katkılarından birini yaptı.
Wittgenstein sonunda fikirlerini Felsefi Soruşturmalar adlı bir kitapta topladı- muhtemelen şimdiye kadar yayınlanmış en tuhaf felsefe kitaplarından biri (ve belki de bu nedenle ancak Wittgenstein’ın 1951’de kanserden ölümünden sonra yayınlandı). Felsefi Soruşturmalar, bir dizi konu ya da önerme olarak düzenlenmiş olmaktan ziyade, bir dizi nokta, argüman ve ifadeden oluşan bir bilinç akışıdır. Aslında bu, felsefenin kendisinin hiçbir şey keşfedemeyeceği şeklindeki kendi felsefesiyle uyumludur. Bu sadece, hızla bir akıl hastalığına dönüşebilen bir terapi biçimidir. Tek görevi bize zaten bildiğimiz şeyleri hatırlatmaktır.
Bu, daha sonraki Wittgensteincı pozisyondan bakıldığında, tüm farklı kuantum yorumları hastalıklı zihinlerin sonucu ve nihayetinde kendi kendini yok edici olacaktır. Çünkü tüm felsefe aslında salt gramer üzerine bir tartışmadır. Eğer bu metafizik tartışmaları ciddiye alırsak, sadece yanılmakla kalmaz, aynı zamanda hasta da oluruz.
Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar adlı eserinde anlam teorisini tamamen reddederken, bu teoriye en güçlü katkılarından birini yapar. Ona göre tüm diller, tanımlarını belirli durumlarda nasıl kullanıldıklarından alır. Tüm diller satranç ya da poker gibi bir oyundur -kuralları oynayarak öğreniriz, teorileştirerek ya da tanımlayarak değil. Dolayısıyla evrensel bir tanım kavramı bir kurnazlık, bir çeşit hiledir. Kelimelerin gerçekte ne anlama geldiği hakkında konuşulamaz; sadece onları kullanabiliriz. Bu, sıradan sözcükler için olduğu kadar matematik için de geçerlidir.
Wittgenstein bize dili yorumlamaya çalışmayı bırakmamız gerektiğini göstermek istiyor. Bir köyü işaret eden bir yol tabelası örneğini ele alalım. Yol işaretini görür ve anlamını hemen anlarız. Sembolik bir kod çözme unsuru söz konusu olsa da, daha derin bir yorumlama adımı yoktur, diyor. Başka bir deyişle, işaretin Platon’un ideal dünyasında ya da kafamızdaki bazı öznel gerçeklik kavramlarında gerçekliği nasıl temsil ettiğini bulmamız gerekmiyor. İşaret neredeyse her türlü sembolü, renk kodlamasını ya da sayıyı içerebilir, yeter ki insanların onu gördükten sonra yaptıkları eylem doğru olsun. İşaret bize köyün nerede olduğunu ‘gösterir’, çünkü bu tür işaretler bu şekilde kullanılır. Gerçek anlamı budur.
Merhum Wittgenstein kendi gerçeklik resim teorisini tamamen reddeder. Resimler güzel ve tatmin edicidir ama asıl önemli olan kullanımdır. Dalga fonksiyonu, bu okumaya göre, gerçekliğin bir resmi gibi değildir. Önemli olan tek şey, fizikçilerin artık ölçümlerle doğrulanabilen tahminlere yol açan hesaplamalar yapabilme yeteneğine sahip olmalarıdır. Ancak önemli olan- mantıksal pozitivistlerin iddia edebileceği gibi- ölçümlerin kendisi değil, fizikçilerin nasıl davrandıklarıdır. Daha fazla ve daha iyi fiziğe yol açacak şekilde hesaplama yapıyorlar mı? Dil ve matematik, kolektif insan eylemini kontrol etmenin ve değiştirmenin bir aracıdır, böylece iş yapılır.
Bu, resim olarak dilden ziyade kültür olarak dildir. Ve kültür ritüel içerir. Tüm ritüelistik topluluklar gibi fizik de kendi kurallarını, yorumlarını, uzmanlaşmış kelime dağarcığını, gizli sanatlara kabul edilen bir taraftarlar topluluğunu, telkin seviyelerini ve kapı bekçilerini içerir. Bazı toplumlar ritüelleri tanrıların ve ruhların yatıştırılmasıyla ilişkilendirirken, bilimde bunlar felsefi ihtiyaçlarımızı terapötik olarak yatıştırmaya hizmet eder. Yorumlar arasındaki rekabet, kültürel hakimiyet elde etmeye çalışan klan tanrıları arasındaki rekabetten farklı değildir.
Evrimsel kültürel antropoloji, dilin ritüel ve din ile derinden bağlantılı olduğunu göstererek bu görüşü desteklemektedir. Aynı şekilde, bilimin kelime dağarcığı, dilbilgisi ve prosedürleri de ritüelistiktir ve her alt disiplinin kendi adetleri ve normları vardır. Bunlar gereklidir çünkü bilim insanlarının yeni araştırmaları yalnızca olgusal değerlere dayanarak değerlendirmeleri imkansızdır; yeni bir teorinin veya deneysel sonucun doğrulanması genellikle yıllar alır. Ritüelin rolü evrimsel açıdan da son derece mantıklıdır. İnsanlar yüz binlerce yıl boyunca düşman bir gezegende hayatta kalmak için hayati önem taşıyan bilgileri ritüellere kodlayarak yollarını bulmaya çalıştılar ve bu bilgiler daha sonra nesiller boyunca aktarılabildi. Sadece birkaç yüz yıl önce bilimsel yöntemi icat ettiğimizde, bunu nesilden nesile aktarmak için doğamızın bu kısmına aşılamak zorunda kaldık ve yeni bir amaç için eski ve etkili bir kültürel mekanizmayı kaçırdık.
Kelimelerin ve sembollerin ne anlama geldiğini, yorumlarından ziyade bilimin faaliyeti tanımlar.
Dolayısıyla, kuantum yorumu gerçekliğe ilişkin bir araştırma değildir ve bize dünya hakkında yeni bir şey söylemez. Daha ziyade dilbilgisel bir araştırma ya da antropolojik terimlerle kültürel bir araştırmadır. Bu, farklı duygusal-kültürel ihtiyaçları tatmin eden farklı felsefi terapiler arasındaki bir rekabettir.
En önemlisi, ister deney ister hesaplama yoluyla olsun, bilimin ürettiği tüm faydalı bilgiler bilimin faaliyeti içinde var olur. Örneğin Wittgenstein, bir nesnenin uzunluğunu belirleme eyleminin nasıl teori ve tanımları öğrenmeye yönelik bir durum değil de bir etkinlik olduğunu açıklar:
‘Uzunluğu belirlemenin’ ne anlama geldiği, uzunluğun ve belirlemenin ne olduğu öğrenilerek öğrenilmez; ‘uzunluk’ kelimesinin anlamı, diğer şeylerin yanı sıra uzunluğu belirlemenin ne olduğu öğrenilerek öğrenilir.
Bu açıklama, kuantum fiziğinin ne anlama geldiğini öğrenmenin onu hesaplamayı öğrenmek olduğunu gösterir ve bunun tersi de geçerlidir.
Wittgenstein matematiğin bile potansiyel olarak ortak bir dil ve etkinlik olduğunu öne sürer. Şunu sorar:
Bu ne anlama geliyor? “Herkes iki kere ikinin beş ettiğine inansa bile yine de dört eder.” Herkesin buna inanması nasıl bir şey olurdu? Örneğin, insanların farklı bir hesaba ya da “hesaplama” olarak adlandırmamamız gereken bir tekniğe sahip olduğunu hayal edebilirim. Ama bu yanlış olur muydu?
Bunun için ‘tuhaf’ kelimesinin daha uygun olacağını, ancak yanlış diyebileceğimiz ortak bir referans çerçevemiz olmayacağını öne sürer. Matematiğin oyun gibi bir etkinlik olduğunu ve hepimizin bir sistem oluşturan aynı kuralları bildiğimizi öne sürer. Dolayısıyla, hepimiz aynı sonuçlara varıyoruz ve neyin kanıtlandığı konusunda asla tartışmıyoruz. Yine de, bazı uzaylı türleri matematiksel oyunları için farklı kurallar bulabilir ve bu kurallar onların kurallarını takip ettikleri için daha az geçerli değildir.
Wittgenstein bugün hayatta olsaydı, argümanlarını kültürel antropolojinin kelime dağarcığıyla ifade edebilirdi. Çünkü ona göre bu ortak gramer ve bu dil oyunları, DNA’nın insan biyolojisine bağlandığı kadar derin bir şekilde insan faaliyetlerini insan bilgisine bağlayan çok daha büyük ritüelistik mekanizmaların bir parçasını oluşturur. Bu, aynı zamanda evrimin yeni davranışlar üretmek için önceden var olan mekanizmaları kullanarak nasıl işlediğinin mükemmel bir örneğidir.
Tüm bunlardan çıkan sonuç, dil ve matematikteki yorumlama ve temsilin, eski dinlerin doğaüstü açıklamalarından çok az farklı olduğudur. Bohr ve Einstein arasındaki tartışmayı çözmeye çalışmak, ormanda düşen bir ağacın kimse duymuyorsa ses çıkarıp çıkarmadığına dair sorusunu yanıtlamaya çalışmak gibidir. Kesinlikle evet ya da hayır diyemeyiz, çünkü tüm insan dili insan faaliyetiyle bağlantılı olmalıdır. Ve tüm insan dili ve faaliyetleri ritüeldir, birbirlerine bağlılıklarıyla anlam ifade ederler. Dolayısıyla, bu anlamı çıkarmak için bir faaliyet -ve deney- belirtmeden dalga fonksiyonunun ne anlama geldiğini sormak, düşen ağacın sesini sormak kadar mantıklıdır. Bu saçmalıktır.
Dünyayı keskin bir şekilde tanımlanmış gerçeklerle dolu değil, sayısız olasılıkların olduğu bir yer olarak düşünmeye başladım.
Bir bilim insanı ve matematikçi olarak Wittgenstein, olguların bilimsel değeri olmayan yorumlarını arama ve bu tür açıklamaları anlatılardan başka bir şey olarak görmeme yönelik kendi eğilimime meydan okudu. Felsefenin yapabileceği tek şeyin bize apaçık doğru olanı hatırlatmak olduğunu öğretti. Dalga fonksiyonunun çoklu evren yorumuna sahip olduğu açıkça doğrudur, ancak ölçülemediği için önce çoklu evreni varsaymak gerekir. Yani yorum bir totolojidir, bir keşif değil.
Gerçekliğin bir yorumuna diğerinden daha fazla bağlı kalmayı haklı çıkaramayacağımız gerçeği karşısında kendimi alçalttım. İlk zamanlardaki coşkulu Platonculuğumun yerine, dünyayı keskin bir şekilde tanımlanmış doğrularla dolu bir yer olarak değil, daha ziyade sayısız olasılığı içeren bir yer olarak düşünmeye başladım. Bunların her biri, dalga fonksiyonunun kendi içindeki olasılıklar gibi, aynı anda doğru olabilir. Aynı şekilde, matematik ve onu çevreleyen dil de gerçekliği temsil etmekten çok, insanların dünyada yollarını bulmalarına yardımcı olan güvenilir bir araç olarak hizmet eder. İnsan kökenlidirler ve insan amaçları için kullanılırlar.
O halde susmak ve hesaplamak, anlama yollarımızın sınırlarıdır. Bilim insanları olarak tek seçeneğimiz bakmak, tahmin etmek ve test etmektir. Bu, zihnimizde oluşturabileceğimiz yorumlar kadar göz alıcı bir teklif olmayabilir ancak gerçek bilgiye giden kraliyet yoludur.
Kaynak:
https://aeon.co/essays/how-wittgenstein-might-solve-both-philosophy-and-quantum-physics

