Beyin daha en baştan kültürel bir organdır ve kültür beynin kıvrımlarında izlenebilir, bu ikisi arasındaki ilişki ancak diyalektik bir materyalizm ile anlaşılabilir. Ancak bu diyalektik materyalizm aynı zamanda beynin doğal değil, tarihsel olduğunu vurgulamaktadır. Bugün Hegel çağdaş nörobilimsel çalışmalar ve nöroplastisite araştırmalarını görseydi, Tarihte Akıl kitabının yanında bir de Beynin Tarihselliği diye bir eser bile kaleme alabilirdi.
Dr. Öğr. Üyesi Vehbi Metin Demir
Uludağ Üniversitesi, Felsefe Bölümü
Johannes Müller 1833 yılında ilk modern fizyoloji eseri olan Handbuch der Physiologie des Menschen kitabını tamamlamadan önce metni Berlin Üniversitesindeki rektörüne göndermişti. Organizmaların rasyonel bir yapıda örgütlendiği ve bedenin fizyolojik enerjilerinin [Kraft] ölçülebileceğini düşündüğü için Doğa Felsefesi çalışmasına hayran olduğu Herr Hegel’e eleştirmesi ve değerlendirmesi için metnini saygı ile göndermişti. Ardından profesör Müller’in yanında doktora yapan fizyolog Hermann von Helmholtz 1847’de yazdığı Über die Erhaltung der Kraft eserinde hocasının görüşünü radikalleştirerek sinir impulslarının iletim hızını hesapladı ve sinirsel iletişimin ölçülebilir ve mekanik yaklaşımla ele alınması gerektiğini öne sürdü. Yine aynı dönemde Müller’in öğrencisi Emil du Bois-Reymond Leipzig’e giderek elektrofizyolojiye dair öncü çalışmalar yaptı. Tüm bu düşünürler daha sonra dönemin pozitif bilim anlayışından etkilenerek Hegel’in spekülatif felsefesine açıkça karşı pozisyon aldılar. Aynı ekolden gelen Wilhelm Wundt ilk başta ateşli bir Hegel hayranı idi, 1874’te yine Leipzig’de kurduğu deneysel psikoloji laboratuvarında duyu deneyleri, algı ve dikkat süreleri, tepki süreleri gibi elektro-fizyolojik değerleri ölçüp belirlemeye çalıştı. Wundt’un 20 yılda çok emek vererek tamamladığı 10 ciltlik Völkerpsychologie kitabı da Hegelci objektif tin kavramının etkisi altında yazılmıştı. Daha sonra Berlin-Leibzig’de mayalanan bu nörofizyoloji hikayesi 19. yüzyılın sonunda Claude Bernard ile Fransaya ve Berlin’de Müller’in talebesi olmuş Rudolf Virchow’un hücre biyolojisi çalışmaları ile İngiltere’ye taşınmış Virchow’un öğrencisi Charles Sherrington onun hücre teorisini sinirlere uygulamış ve sinaps kavramının mucidi olmuş, 1932’de Nobel Tıp ödülünü kazanmıştı.

Müller’den Sherrington’a oradan da Eric Kandel’e yani günümüze kadar uzanan nörofizyoloji tarihine kuşbakışı olarak baktığımızda bu hikayede Hegel’in ve anti-Hegelciliğin ne kadar baskın bir tema olduğunu görebiliriz.
Aynı Hegel’den mi bahsediyoruz acaba? Hani şu uçuk kaçık gizemli idealist teorilerini bir kenara bırakmak suretiyle Marx’ın ayakları üstüne oturttuğu Hegel mi? Geist dünyada olan her şeyi yönetiyor, tüm tarih Geist’ın açılımıdır, milletler ve olaylar Geist’ın kendini açma sürecinin parçasıdır ve tüm tarih bu amaca yönelik Doğu’dan Batı’ya doğru akan yekpare bir süreçtir diye düşünen Batı-merkezciliğin, oryantalizmin felsefi temellerini atmak için gerekli diyalektik illüzyonları yapan Hegel mi? Şu Karl Popper ve Bernard Russell’ın sürekli şekilde ilim ve fen cahili, metafizik teoriler üretip insanları bunlara inandıran felsefi bir şarlatan olarak gördüğü Hegel mi?

İlginç değil mi? Hem Marksizm, hem faşizm hem de liberal eğilimli mantıksal pozitivizm geleneği bir konuda ittifak ediyor, Hegel’i sadece tarih ve siyaset felsefesi için metafizik sistem kurmuş ve onu da feci derecede hatalı inşa etmiş biri gibi tasvir ediyorlar. Ama 19. yüzyılda biyologlar ve psikologlar neden sürekli Hegel ile hesaplaşmak zorunda hissediyorlardı kendilerini. Yukarıda anlatılan panoramik bilim tarihine baktığımızda yolu Hegel’den geçmeyen kimse yok gibi. Hatta biri çıkıp Hegelci Naturphilosophie’yı merkeze alarak tüm nörobiyoloji geçmişini kurgulasa hepsini Hegel ve mahdumları şeklinde yeniden kurgulayarak yazabilir. Gerçekten de Hegel’in biyoloji, psikoloji ve nörofizyoloji gibi yaşam bilimleri ile ne alakası vardı?
Şaşırtıcı gelebilir ama Hegel erken dönemden beri kendisini bir bilim insanı olarak görüyordu. Mesela Tinin Fenomenolojisi kitabının ilk baskısının kapağında kendisini “Mineroloji uzmanı ve bilimsel cemiyetlerin üyesi” olarak okuyucuya sunmuştu. Üstelik kitabın yarısında deneysel bilim, Newtonculuk, organizmaların gözlemlenmesi konularını ele almıştı. Bunların yanında deneysel psikolojinin oluşum aşamalarında Lavater’in fizyonomisi ve Joseph Gall’in frenolojisi ile uzun bir eleştirel diyaloğa giriyordu. Doktora tezini de astronomi alanında De Orbitis Planetarum adıyla 1801’de Latince olarak yazmış birinden bahsediyoruz. 1781’de Newtoncu fiziğin en büyük matematiksel başarılarından biri olan Uranüs neredeyse hiç gözleme dayanmadan çekim yasalarından hareketle matematiksel zorunluluk gereği keşfedilince Hegel tam aradığı şeyi bulmuş gibiydi. Kant-Laplace çizgisinde gezegenlerin yörüngelerinin kütle, çekim, uzaklık gibi dışsal nedenlere dayalı olarak rastgele oluşmadığını, gezegenlerin yörüngelerinin aklın yasalarına (matematiksel doğa yasalarına) uygun içsel bir zorunluluk taşıması gerektiğini iddia etmişti tezinde. Kariyerinin başından beri Newtoncu mekaniğin dışsal ve indirgemeci olduğuna ısrar eden tutkulu bir bilim okuru idi Hegel, çünkü Kant’ın mirasını zenginleştirerek devam ettirmek istiyordu.

Newton’a hayran olan ve onun yolundan gitmek isteyen Hume, Voltaire, Kant gibi öncüllerini çok yetersiz buluyordu Alman Romantikleri, Schelling ve Hegel. Çünkü 18. yüzyılda bilimi takip edenlerin henüz bilmedikleri doğaya dair yeni kavrayışlar yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Anton Lavoisier’in kimya bilimini kütle korunumu yasası ile inşa etmesi Kant’ın ömrünün son demlerine denk gelmişti. O nedenle Kant kimyanın bir bilim olabileceği ve maddedeki mekanik kuvvetler dışında kimyasal çekim kuvvetlerinin olduğu konusunda henüz uyanamamıştı. Üstat Kant, hayatının son döneminde yeni oluşan biyolojinin sistemi için büyük bir kriz olduğunun farkına vardı ve yaşam bilimlerini doğa ve özgürlük arasında bir yere oturtmaya çalışırken o kadar zorlandı ki “amaç olmadan amaçlılık” [eine Zweckmäßigkeit ohne Zweck] gibi oksimoron kavramlara başvurmak zorunda kaldı. Kant, bir yandan Newtonculuğun yılmaz savunucusu idi ama biyolojinin verileri karşısında çaresiz kalıp şunu itiraf etmek zorunda kalmıştı “İnsanlar için, bir gün yalnızca doğa yasalarıyla tek bir çimen sapının oluşumunu açıklayabilecek bir Newton’un çıkacağını ummak saçmadır.” [Es ist für Menschen ungereimt, zu hoffen, daß noch etwa dereinst ein Newton aufstehen könne, der auch nur die Erzeugung eines Grashalms nach Naturgesetzen …]

Kainattaki tüm devasa yapıları açıklayan Newton fiziği yaşamın minicik bir parçası olan bir çimen sapı karşısında neden böyle çaresiz kalmıştı? Çaresiz kalacaktı çünkü henüz kimyanın pek çok yasası bilinmiyordu. Üstelik Kant ölmek üzere iken Alessandro Volta kimyanın fiziksel güce çevrilebileceğini, elektriğin kimyasal olarak saklanabileceğini bulmuş ve ilk pili üretmişti. Daha da çarpıcı olanı Voltanın İtalyan meslektaşı Luici Galvani elektriğin ölü kurbağayı canlandırabileceğini, hayvanın içinden elektrik aktığını hayret verici şekilde keşfetmişti. Hans Christian Ørsted elektriğin de manyetik alan oluşturabileceğini göstermişti. Kant’ın ömrü bunları değerlendirmeye yetmedi. Ancak genç Romantik nesil, Schelling ve Hegel tüm bu bilimsel gelişmeleri takip ederken Fransız ihtilalinden duydukları gibi bir heyecan duyuyorlardı. Demek ki sadece Newtoncu mekanik fizik yasaları yoktu, doğada her şey birbirine bağlıydı: ışık, elektrik, manyetizma, kimyasal elementler, organizmalar ve zihinler… Demek bunların hepsi birbirileri ile bağlantılı olan ve giderek karmaşıklaşarak organize olan gerçeklik düzeyleriydi ve tümünü içine alan yeni bir doğa tasarımı yapmaya ihtiyacımız var diye düşünmeye başladılar. İşte bu heyecan Hegel’i tutkulu bir bilim okuru haline getirdi.

En yakın dostlarından biri olan Goethe, kraliyetin ona tahsis ettiği kocaman botanik bahçesinde yaptığı titiz gözlemlerden hareketle Zur Morphologie der Pflanzen (1790) eserini tamamladığında Hegel bunu büyük bir hayranlıkla okumuştu. Goethe’ye göre bitkiyi anlamak için deney değil, dikkatli ve ilgili sezgisel gözlemler yapmalıydı ve bir çiçeğin gelişimi dışsal mekanik yasalardan türetilen sayısal-biçimsel bir değişiklik değil, içsel zorunluluğun açığa çıktığı organik bir gelişme sürecidir. Sonradan kısmen eleştirilse bile, Hegel tam olarak bu fikre aşık olacaktı. Sonra bitki anatomisi üzerine Schultz’un, Oken’in, Shelver’in ve daha bir çok bilim insanın kitabını okuyup Doğa Felsefesi kitabında hepsini tek tek tartışacaktı.
Botaniği müthiş bir merakla hatmeden Hegel, botanikten daha ziyade fizyoloji ve biyolojiye meraklıydı. Yaşam bilimleri ile ilgilenen Alman, Fransız İtalyan bilim adamlarından kim varsa hepsini okuyup sürekli notlar alıyor ve kendi görüşüne göre hepsini eleştiriyordu. Fransız Xavier Bichat’ın anatomi ve fizyoloji kitabı Recherches physiologiques sur la vie et la mort (1800) kitabını ilgiyle okumuş, yetenekli Fransız dediği Lamarck’ın çalışmalarını -katılmamakla birlikte- takip etmiş, paleontoloji ve karşılaştırmalı anatominin kurucusu Georges Cuvier’i çok sevmesine rağmen onun hatalı türlerin değişmezliği fikrini içine sindirmeyen Hegel, bu fikrin yaşamın dinamizmi ile uyumlu olmayacağını söylemişti. Bulabildiği tüm biyoloji ve anatomi kitaplarını okuyordu: Jean César Legallois, İsveçli biyolog Carl Linnaeus ve hemşerisi fizyolog Albrecht von Haller ve onun Felemenk hocası Herman Boerhaave, Alman bilim insanlarından ilk beyin araştırmalarını yapan Thomas von Sömmering, biyolog Carl Kielmeyer, Ferdinand von Autenrieth, zoolojinin babalarından Johann Blumenbach, Pasteur’ün ilham kaynağı Lazzaro Spallanzani ve daha bir çok isim, Hegel’in okuyup tartışmaya girdiği yaşam bilimcileri idi. Hegel’in kafasının içinde bir yandan sürekli Kant konuşurken öteki yanda yaşam bilimcilerinin upuzun kortej yürüyüşü sürüyordu. Şu talihsizliği de eklemek gerekir: Hegel elindeki mevcut bilimsel verilere dayanarak biyolojik evrim konusunda bir karara varamamıştı. Kaderin cilvesi Kasım 1831’de kolera yüzünden öldüğü zaman Darwin’in içinde olduğu Beagle gemisi limandan ayrılmak üzereydi. Muhtemelen Hegel pek sevmediği İngilizlerin bu indirgemeci evrim fikrini benimsemeyecekti ama belki de Nietzsche’nin Şen Bilim’de diyeceği gibi Hegel olmasa Darwin hiç olmayacaktı [denn ohne Hegel kein Darwin].
Maalesef Hegel beyin konusuna çok meraklı olmasına rağmen kendi döneminde buna dair ulaşabileceği kaynaklar çok kısıtlıydı.
Hayıflanarak “beynin yapısına dair çok az şeyi anlayabildik” […Sonst versteht man aber noch sehr wenig von der Organisation des Gehirns] diyordu. Yine de psikoloji ile ilgili tüm yenilikleri okumaya çalışıyor, Anton Mesmer’in çalışmalarından tutun, Lavater fizyonomisi ve Gall’ın frenolojisine kadar yapılan tüm çalışmaları -psikoloji için çok yetersiz bulsa dahi yine de- takdir ediyordu. Üstelik psikoloji ve nörobiyolojiye yönelik ilgisi sebepsiz de değildi. Terry Pinkard’ın anlattığına göre en yakın dostu Hölderlin şizofreniden muzdaripti ve çok sevdiği, hiç evlenmeyen kız kardeşi Christiane ruhsal ve sinirsel sorunlar yaşıyordu. Tüm bu kişisel detaylar onun psikolojiye yönelik ilgisini artırıyordu.
Buraya kadar günümüzde neredeyse unutulmuş 19 yüzyıl bilim insanlarının isimlerini name-dropping yapmayı göze almak pahasına zikredip durdum. Tüm bunlar okuyucuyu Hegel’in biyoloji ile uzman düzeyde ilgilenen ve döneminin tüm bilimsel literatürü ile angaje bir filozof olduğuna ikna etmeye yeter sanırım. Ancak 19. Yüzyıl filozofu hala bilimler karşısında aşırı özgüvenli bir duruşa sahipti ve bilim insanlarının deneysel çalışmalarından sürekli beslenmekle birlikte, tüm bu zengin malzemeden kendine uygun bir doğa tasavvuru çıkarmaya çalışıyordu.
Eğer Hegel’in ayırt edici özelliği onun kimya, manyetizma ve biyolojideki yeni atılımlara şahit olması ise, yaşam bilimleri Hegel’in felsefesine ne katmıştı?
Felsefesinin en merkezi kavramı yaşam fikri idi. Ona göre matematiksel bilimler, mekanizm, Kantçı epistemoloji, soyut hukuk, modern devlet tasavvuru ve hatta modern din tasavvuru hepsi aynı noktada hata yapıyorlardı: canlılığın ontolojik statüsünü ve özdeşliğe dayalı epistemolojik kategoriler ile canlılığı indirgemeye çalışmak. Kant, müdrikenin kategorilerini ayrı ayrı işleyen bağımsız, içi boş transandantal yapılar olarak mı görüyordu, o zaman bu akıl canlı değil makine gibiydi. Newtoncu bilimler maddeyi edilgen (inert) bir varlık olarak tanımlıyor ve onu yalnızca dışsal çekim kuvvetleriyle açıklıyordu. Bu yaklaşım Hegel’e göre fazla mekanik ve yetersizdi. Modern hukuk anlayışı insanları hak ve ödev sahibi tekil bireyler olarak görüp duygusuz ceza ve vergi ile mi insanları dizginlemeye çalışıyordu, o zaman ulusların canlı kanlı yapısını katlediyor demekti. Sözleşme teorileri ya da sosyal kontrat, ulusun canlı yaşamını ticari sözleşme gibi mi görüyordu, o zaman devletin canına okuyorlar demekti. Teoloji Tanrı’yı dünyadan ayrı, değişmez, zorunlu, ulaşılmaz, ezeli töz olarak mı görüyordu, o zaman Tanrı’yı hayat sahibi olmayan içi boş bir özdeşliğe hapsediyor demekti. Her kim Akıl’ı, Geist’ı, Devleti ve Tanrı’yı anlamak istiyorsa onları yaşayan canlı, aktüel [wirklich und lebendig] bütünler olarak anlamadıkça konuyu ıskalamak zorunda kalacaktı.
Hegel’in mutlak idealizmi tam olarak bunu söylüyordu: Yaşamın metafiziğini anlamamız gerekir.
Canlı varlık daima tehlikeye açıktır, daima kendi içerisinde bir başkasını taşır [..hat immer ein Anderes an ihm]. Canlı varlık bu çelişkiye katlanır, inorganik varlıklar bunu yapamazlar. Ama aynı zamanda yaşam bu çelişkinin çözümüdür ve spekülatif dediğimiz şey, tam da bundan ibarettir. Spekülatif çelişkiyi taşıyabilir, çelişki sadece müdrike için çözümsüzdür. Öyle ise yaşam sadece spekülatif olarak ele alınabilir, zira tam da yaşamda spekülatif olan varlığa kavuşur. Yaşamın ebedi aktivitesi Mutlak İdealizmdir, devamlı bir öteki vardır ama bu ötekilik sürekli aşılır [aufgehoben]. Yaşam, realist olsaydı dış dünyaya saygısı olurdu ama yaşam, daima ötekinin gerçekliğini dizginler ve ötekini kendi benliğine çevirir.
Canlılık içinde Kant’ı takip ederek üç kriter koymuştu: (i) Kendi kendine organize olma [autopoiesis], (ii) parça-bütün ile madde form birlikteliği ve (iii) kendi kendisinin amacı olma. Organizmanın bütünü, tek tek maddi parçalar için vardır; tek tek maddi organlar, organizmanın bütünü için vardır. Organizmada, madde ve form, bütün ile parça sürekli karşılıklı birbirini belirlerler. Öyle ise, canlı varlığın maddesi de formu da dışarıdan belirlenmez, kendi kendisinin amacıdır. Kendinde amaç fikrini geliştirirken Hegel yine Kant ve Aristoteles’e kendisini dayandırır. Kant’ın mekanizme karşı ortaya koyduğu teleolojik nedenselliği “felsefeye büyük hizmet” olarak gören Hegel, her zamanki gibi Kant’ın teleolojiyi subjektif bir eklenti olarak görmesine karşı Aristoteles’i yardıma çağırır.
Yaşam; içsel olan ve dışsal olanın, neden ve sonucun, araç ve amaçın, öznellik ve nesnelliğin vs. bir olduğu yerdir…. Kimyasal maddenin tekilliği sürekli yabancı bir güce maruz kalır, ama yaşam ötekisini içerisinde taşır, yaşam kendi içerisinde tek bir bütündür ya da kendi kendisinin amacıdır [Selbstzweck]….Yaşam araçtır ama bir başkası için değil, kendi kavramı için araçtır, daima kendi sonsuz formunu üretir. Zaten Kant, canlı varlığı kendinde amaç olarak tanımlamıştı.
Görüldüğü gibi Hegel yaşamı felsefesinin temeli yaparken koyduğu kriterler karbon temelli organik kriterler değildir. Kendini koruyabilen, başkasına diyalektik olarak açılabilen, bir başkası ile ilişkisinde kendisi kalabilen, kendi kendisini içsel zorunluluğu ile belirleyebilen ve kendini zamanda türsel olarak sürdürebilen tüm varoluş biçimleri canlıdır. O nedenle ona göre, biyolojik organizmadan itibaren, zihinsel organizasyon, toplumsal düzen, devlet ve dünya tarihi hep bu canlılık ilkelerine göre göre anlaşılmalıdır. Hatta edebi yaşam bireylerin solup gittiği ve türe karıştığı biyolojik yaşam değil, fani olanın kendisinde beka bulup sonsuza dek yaşadığı devlet ve dünya tarihinde bulunabilir. O nedenle yaşam fikrini sadece biyolojiyi anlamak için kullanmakla yetinmez Hegel, hücreden başlayarak Tanrı’ya kadar her şeyi yaşayan, canlılığın diyalektik dinamizmine sahip bütünlükler olarak anlamaya çağrı yapar.
Doğa Felsefesi‘nde organizmanın biyolojik yapısından türeyen [emergent] bir zihinsel yaşamın oluşum sürecini anlatır Hegel. Ardından Tin Felsefesi’ne geçer ve Öznel Tin kısmında fizyoloji ve psikolojiyi ele alır.
Hegel’in psikolojiye yönelik eleştirileri günümüz bilişsel bilimlerine yönelik eleştiriler ile tam uyum içindedir. Bilişsel bilimler ilk gelişim aşamalarında davranışsalcılıktan, Chomsky’ci evrensel gramer fikrine, işlevselcilikten bağlantısalcılığa kadar zihinsel fakülteleri ayrı yetiler olarak ele almıştı ve sonra bunları birleştiren benliğin ne olduğu fikri [binding problem] sorun olarak kalmaya devam etmişti. Üstelik zihin için sürekli program ve bilgisayar metaforunu esas alarak, zihni maddeden bağımsız işlevsel bir sembol manipülasyon sistemi ya da benliğin olmadığı dağıtık bağlantısal bir ağ olarak tasavvır etmişlerdi. Öte yandan indirgemeci materyalistler ise daha çok nöro-merkezli bir bakış açısı ile zihni organizmanın bütününden yalıtarak beyin temelli bir sinirsel etkileşim ürünü olarak görüyorlardı.
1990’lı yılların sonuna doğru ard arda eleştiriler ile bedenli biliş teorileri (genel çatı altında 4E Cognition) gelişmeye başladı. Aynı zamanda beden çevre etkileşimi sonucu sürekli dinamik gelişen nöroplastisiteye vurgu yapan Eric Kandel, Antonio Damasio, Gerald Edelman gibi ünlü nörologlar da bedenden bağımsız tasavvur edilen zihin modellerine karşı çıktılar.

Hegel baştan beri ikicilikten nefret eden bir monist olarak bedenden zihne aşamalı bir geçişi savunuyordu. O nedenle töz düalizmine hep karşı çıkmıştı. Öte yandan beyin-merkezli indirgemecilik ya da beynin organik yapısını hiç hesaba katmayan işlevselcilik de doğru alternatifler değildi Hegel’in gözünde. Çünkü bunlar, zihinsel yetileri ayrı parçalar olarak alıyor, zihin-beyin-dünya arasındaki dinamik ilişkiyi yeterince hesaba katmıyorlardı. Şöyle şikayet ediyordu Hegel: “Ampirik psikolojide tin birbirinden ayrı, her biri diğeri ile karşılıklı ama dışsal bir ilişki içinde müstakil yapılara bölünür öyle ki, tin sanki bağımsız güçlerin sade bir toplaması gibi görülür”. Buna karşılık organizmanın dünyaya gömülü olduğu [embedded], bilinç ve benliğin organizmanın dünya ile etkileşim sürecinde emergent şekilde açığa çıktığı, bedenli ve enaktif bir model arayışındaydı. Günümüzde çağdaş bedenli biliş teorilerinin vardığı son nokta Hegel’in ilk başta durduğu noktaydı. Helmholtz, Hegel’den kurtulduğunda psikoloji biliminde büyük ilerlemeler kaydedeceğini düşünürken yolun sonunda yine onla karşılaşacağını hiç düşünmemişti herhalde. Foucault’un dediği gibi:
Hegel’den gerçek bir kaçış, kendimizi ondan koparmanın neye mal olacağını tam olarak anlamayı gerektirir. Bu da, Hegel’in bize nasıl sinsice yaklaştığını bilmeyi gerektirir. … Ona karşı ne kadar çok kaynak toplarsak da bunların belki de Hegel’in bize karşı kullandığı hilelerden biri olduğuna ve yolun sonunda bir yerlerde dimdik bizi beklediğine kendimizi ayarlamamız gerekir.
Her şey çok güzel, gerçekten de iade-i itibar yapabiliriz. Hegel haklıymış ve günümüz bedenli biliş teorilerini şahane eleştiri ile önceden öngörmüş. Bunu kabul ettiğimizde felsefe tarihinde bir haksızlığı düzeltmiş oluyoruz. Bu felsefe ve bilim tarihçiliği açısından çok kıymetli olmakla birlikte nörobilim açısından hiçbir zenginleştirici içerik sağlamaz.
Peki Hegelci düşünme tarzı bilişsel nörobilime katkı sunabilir mi? Beynin plastisitesinin ontolojik statüsünü doğru anlama ne konumlandırma konusunda yeni açılımlar sağlayabilir mi ve hatta yeni deneysel araştırma düzenekleri sağlayabilir mi?
Ben kültürel nörobilim üzerine yaptığım çalışma ve analizler sonucunda Hegelci bir ontolojinin beyin-dünya-kültür ilişkisini açıklayacak potansiyele sahip olduğunu ve natüralist bir doğa felsefesinin ötesinde beyni ele alabilme imkanını bize verdiğini göstermeye çalıştım. Nöroplastisiteye dayalı kültürel nörobilim ve bedenle biliş teorileri beynin sadece fizyolojik bir organ olmadığını, kültürlenmiş beyin olduğunu göstermektedir. Beyin daha en baştan kültürel bir organdır ve kültür beynin kıvrımlarında izlenebilir, bu ikisi arasındaki ilişki ancak diyalektik bir materyalizm ile anlaşılabilir. Ancak bu diyalektik materyalizm aynı zamanda beynin doğal değil, tarihsel olduğunu vurgulamaktadır. Bugün Hegel çağdaş nörobilimsel çalışmalar ve nöroplastisite araştırmalarını görseydi, Tarihte Akıl kitabının yanında bir de Beynin Tarihselliği diye bir eser bile kaleme alabilirdi.
Kaynakça:
G. W. F. Hegel. Philosophy of Subjective Spirit: vol. 1: Introductions, çev: J. M. Petry, Dodrecht, D. Reidel Publishing Company, 1978.
G.W. F. Hegel. Hegel’s Philosophy of Mind, çev: William Wallace, Oxford: Clarendon Press, 1975.
Hegel und die Lebenwissenschaften, (Ed.) Olaf Breidbach and Dieter von Engelhardt, Berlin: VWB Verlag, 2000
Immanuel Kant, Critique of Judgement, çev. James Creed Meredith, Oxford, Oxford University Press, 2007.
Michael Foucault, “Orders of Discourse: Inaugural Lecture delivered at the College de France” çev: Rupert Swyer, Social Science Information, C. 10, No: 2, ss. 7-30, s. 28.
Oxford Handbook of 4E Cognition, (Ed.) Albert Newen, Leon de Bruin & Shaun Gallagher, New York, Oxford University Press, 2018.
V. Metin Demir, Kültürlenmiş Beynin Metafiziği: Çağdaş Beyin Araştırmalarının Kıta Avrupası Felsefesi Açısından Yeniden Ele Alınması, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE, 2020.
V. Metin Demir, Yaşamın Metafiziği: Hegel’de Doğa, Tarih & Alışkanlık, İstanbul: Küre Yayınları, 2021.