Biyolojiyi diğer bilimlerden ayrı ve özel kılan, nesnesi. Yani canlı. Biyoloji aslında çok ilginç bir bilim bu tarafıyla; zira nesnesinin, üzerinde uzlaşılmış bir tanımı yapılamıyor.
Doç. Dr. Esra Kartal Soysal
Marmara Üniversitesi, Felsefe Bölümü
Röportaj: Okan Nurettin Okur, Elif Azra Özay
”Doğa tıpkı Adem’in nesnelere isim vermesi gibi her bir gene de bir işlev vermemiştir. Muhtemel işlevsel kombinasyonları eleye eleye keşfetmiştir. Yani genler ve proteinler tıpkı lego parçaları gibi duruma göre diğer öğelerle etkileşerek yeni kombinasyonlar oluşturmuştur…Genomun organizmadaki işlevi bir bilgisayar algoritması gibi tastamam belirlenmiş bir süreci takip etmek midir ya da doğa bunu yapmak zorunda mıdır? Doğanın yaptığı şey daha çok bir bestekarın metoduna benzer. İşinin ehli bir müzisyen bir parçanın yeniden yaratılması ve yorumlanmasına imkân tanıyacak yeterli bilgiyi kaydeder, geri kalanını ise verili kabul eder. Yani anlaşılan şudur ki gerekli olan, doğru ortamda gereksinim duyulan şeyleri tetikleyecek bir veri tabanıdır.”
Denis Noble / Yaşamın Müziği
Teoman Duralı’nın titiz, dakik, disiplinli olduğu için latifesi bol mizacıyla “Prusya Alman subayı”na benzettiği, Türkiye’de biyoloji felsefesi, epigenetik alanlarına dair literatüre son derece kıymetli eserler sunmuş Sayın Doç. Dr. Esra Kartal Soysal ile birlikteyiz. Kendisiyle biyoloji felsefesi başta olmak üzere kitapları ve çalışmaları üzerine bir röportaj gerçekleştireceğiz.
Hocam öncelikle GazeteBilim’in davetini kabul edip zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Hemen sözü geçmişken Sayın Teoman Duralı hocadan biraz bahsedelim istiyorum. Kendisiyle tanışmanız, anılarınıza dair neler anlatmak istersiniz?
Ben teşekkür ederim. Teoman Hoca ben doktora tezimi yazarken Medeniyet Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde dersler vermeye başlamıştı, ben ilk defa seminerleri haricinde hocayı dersleri içinde orada ru be ru tanıdım. Elbette öncesinde eserlerine aşina idim. Hoca, danışman hocam İhsan Fazlıoğlu’nun hocasıdır. Sonra doktora savunmamda jüri başkanı oldu. Biyoloji felsefesinin bir disiplin olarak Türkiye’deki ilk temsilcisidir malum. Teoman hocayı tanıdığımda hocanın sağlığı iyi değildi, verimli birebir bir ilişki kurabilmek mümkün olmadı. Ama temel bazı noktalarda benim için çok ufuk açıcı dokunuşları oldu tezime. Rahmetle anıyorum. Biyoloji felsefesi külliyatı analiz edilmeyi ve dahi aşılmayı bekliyor. Genel felsefi anlayışı dahil olmak üzere biyoloji felsefesi bakışında da ona katılmadığım, itiraz ettiğim çokça mesele var. Benim için hocanın en birincil kıymeti alanın önemine dikkat çekmesi. Gerisi çağdaş bilim ve ontoloji tartışmalarıyla hesaplaşmak zorunda olan genç araştırmacılarda.
Sizin çok sevdiğim bir tabiriniz var. Biyolojinin kuantumudur epigenetik diyorsunuz. Epigenetikçi Moshe Szyf’e göre “Epigenetik, tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi üzerinde büyük bir etkiye sahip olacaktır. Şayet çevre genleri değiştirmede bir rol oynuyorsa, sosyal süreçler ile biyolojik süreçler arasındaki uçuruma bir köprü inşa edilebilir. Bu ise her şeye bakışı değiştirecektir.” Szyf’e göre bu alan sadece biyoloji ile sınırlı kalmıyor. Bu noktada senelerdir epigenetik felsefesi üzerine çalışan biri olarak neler söylemek istersiniz?
Epigenetik bilgimizi, gözlemlenemeyenler dünyasındaki “şeyler”den, yani genlerden, gözlemlenemeyenler dünyasındaki “alanlar”ı da ekleyerek genişletti. Alanların içinde etkileşimler vardı, genlerin birbirleriyle ve çevreyle karşılıklı etkileşimleri. Öyle muazzam bir alış-veriş devrediyordu ki genler içinde çevreyle, onların sabit birer yazılım olduğu idesi geri dönüşsüz şekilde yara aldı epigenetikle. Yoksa nasıl kuantum mekanik fiziği yerinden etmediyse, Newton fiziğiyle bugün hala iş görüyorsak, genetik paradigma da hala birçok konuda ilk varsayımları doğrultusunda çalışıyor. Ancak epigenetikle kapsamı öyle genişledi, sınırları öyle belirsizleşti ki, canlılar evreninin sanıldığından çok daha büyük bağlantısal, bütünsel bir ağın içinde olduğu anlaşıldı. Bu anlamda evet, büyük bir adımdı epigenetikle öğrendiklerimiz, ama nihai olduğunu sanmıyorum.
Çağdaş doğa bilimleri arasında biyolojinin yıldızı giderek daha da parlıyor. Sizce biyolojiyi diğer bilimlerden özel kılan nedir? Bu soruyu fizik, kimya gibi temel bilimlerden farklı olarak kendine özgü (sui generis) bir metodolojisi ve üzerinde çalıştığı nesnenin canlı olması bağlamında soruyorum.
Biyolojiyi diğer bilimlerden ayrı ve özel kılan, nesnesi. Yani canlı. Biyoloji aslında çok ilginç bir bilim bu tarafıyla; zira nesnesinin, üzerinde uzlaşılmış bir tanımı yapılamıyor düşünün. Psikoloji de biraz böyledir ya, ruhu (psuhe) konu eder, ruhun neliğini tanımlayamaz. Yani canlılığın ne olduğunu, bir şeyi canlı kılanın ne olduğunu aslında hala bilmiyoruz. Ve bilmediğimiz bir şey üzerinden bir bilim inşa ediyoruz. Fiziğe ve kimyaya indirgenemeyen tarafları var canlılığın, rastlantısallığı, olumsallığı, amaçlı görünümü, tarihselliği, evrimselliği, kendiliğindenliği, kendi-kendini organize edişi, hem açık hem kapalı bir sistem oluşu gibi birçok özellik onu fiziksel nesneden ayrı, benzersiz, biricik kılıyor.
Türkiye’de biyoloji felsefesinin durumu nedir ve sizce nereye doğru gidiyoruz? Ayrıca bugün çağdaş biyoloji bilimi biyoloji felsefesinin verilerinden ne kadar yararlanıyor? Bunun örneklerini görüyor muyuz?
Türkiye’de biyoloji felsefesi son yıllarda dünyadaki ilgi artışına paralel şekilde ilerliyor benim gözleyebildiğim kadarıyla. Biyoloji felsefesiyle ilgili üretim yavaş ama sağlam adımlarla ilerliyor. Çağdaş biyoloji bilimi ile biyoloji felsefesinin karşılıklı bir belirlenim ilişkisi oluşmaya başladı dünyada. Yani bilimciler felsefecilerden, felsefeciler bilimcilerden istifade ediyor ve üretimlerinde bu diğerlerinin perspektiflerine başvuruyorlar. Ben daha ziyade çağdaş biyoloji felsefesinin biyoloji biliminin verilerinden yararlandığını, hatta ona dayanma mecburiyetiyle hareket ettiğini -ki doğrusu da bu- düşünüyorum. Fakat elbette bu da karşılıklı bir etkileşim, yani bahsettiğiniz yönde de işliyor süreç. Mesela son zamanlarda organizma kavramı özelinde biyolojik “özdeşlik” ve “bireysellik” kavramları yeniden tanımlanıyor adeta biyoloji felsefesinde. Biyoloji bilimi ile bil-fiil iştigal edenler bu kavramsal dönüşümü takip etmez ve sonuçta fark etmezlerse nesneleriyle meşgul olurken baktıkları şeyi de önceki gibi görmeye devam ederler. Bugün çok iyi biliyoruz ki teorik çerçevemiz, nesneye bakışımızı ve onda gördüklerimizi de belirliyor.
Son yüzyılda ortaya çıkan gen düzenlemesi, sentetik biyoloji, kök hücre araştırmaları ve daha birçok yeni ve çığır açıcı biyoteknolojik gelişmenin ışığında, aynı zamanda bunların yol açtığı pek çok felsefi, etik ve kavramsal soruyu göz önüne alarak biyoloji felsefesinin biyoetiğe nasıl yansımaları olabileceğini söyleyebilirsiniz?
Biyoteknoloji baş döndürücü bir hızla gelişiyor, sadece takibine yetişmek bile zorlaşıyor gün geçtikçe. Bu hız da evrimsel bir ayıklamaya tâbi bence. Yani tüm gelişmeler sosyal doku içinde karşılık bulacak ve tutunacak diye bir şey yok. Hangilerinin hangi ihtiyaçlara karşılık geldiğini ve gelişmeye devam edeceğini sosyo-ekonomik matrisle birlikte birçok etken belirleyecek. Ve fakat evet, bu hızın aynı zamanda ürkütücü bir tarafı da var. İnsanın belirsizlik karşısındaki korkusu baki zira. Bu gelişmeler insan oluşumuzu, toplumsal-sosyal pratiklerimizi, medeniyetlerin getirdiklerini nasıl etkileyecek, onlarla nasıl bir çarpışma içine girecek, kestirmek zor. Ama büyük manevi muharebelerin yaşanacağını öngörmek zor değil. Kök hücre araştırmaları özelinde düşünebiliriz. Bu araştırmaların mesela organ üretimine kadar yolu var. Organ bekleyen milyonları düşününce bu harika bir şey değil mi? Peki buna erişimin ve dağıtımın adaleti? Peki olası suiistimallerin denetimi? Peki parça-bütün veçhesinden tanımlanan organizmanın bu parça değişimi karşısındaki tanımı? Peki organ mafyası karşısında bu gelişimin güvenlik direnci? Yani bilimsel bir araştırmanın insan yaşamının farklı yönlerine dokunan küçüklü büyüklü onlarca içerimi var ve elbette bunlar da bir yandan kendi habitatı içinde hararetle tartışılacak.
Süreç felsefesinden bahsedelim istiyorum. Zira bu konu sadece biyolojiye yeni bir bakış açısı kazandırmanın çok ötesinde Herakleitos’un panta rhei (her şey akar) olarak ifade ettiği doğanın akıp giden varlık serencamına dikkatimizi çekmesi bakımından çok önem arz ediyor. Süreçsel perspektiften bakıldığında, bütün organizmaların yapısal bir süreçler hiyerarşisine sahip olduğunu kabul etmek bize neler kazandırır?
Süreç metafiziği felsefe tarihi kadar köklü, kadim temsilleri olan bir felsefi bakışa sahip. “Şeyler”in özsel doğasına dayanan tözcü felsefeler karşısında birimlerin dağıldığı, sabitlerin çözüldüğü, değişim ve dönüşümün geçerli dil haline geldiği, alan ve yapıların daha geniş zaman aralıklarına genişletilmiş bir perspektifi süreç felsefesi. Bu bakışta ilişkisellik ve bağlamlar ön plana çıkar, sabit tutamaklarımız kalmaz. Hele biyolojide sabit şeyler göstermek öyle zordur ki. Zaman içeresinde geçici sabitlik görüntüleri var olur ve kaybolur. Konvansiyonel tıp anlayışımızdan tutun biyoteknolojik gelişmelere kadar aslında birçok kabulümüz hala tözcü, “şey” metafiziğinin varsayımlarına dayanır. Süreç metafiziği ise canlı, organizma, çevre gibi temel olanlardan başlayarak neredeyse tüm tanımlarımızı gözden geçirmeyi ilzam eder. Mesela plastisiteye dayanan “kültürlenmiş beyin” kavramı süreç metafiziği içinde varlık bulabilir. Süreç metafiziği içinden kök hücre çalışmalarına çok daha başka bir pencereden bakabiliriz. Süreç metafiziği sayesinde tek bir ontolojiye dayanmak yerine biyolojide daha çoğulcu bakışlara yer açabiliriz.
Bugün insan genom dizisinin tamamlanmasının ardından “post-genomik çağ”ın ve pek çok değişimin eşiğinde duruyoruz. Çok sevdiğim bir söz var. Douglas Adams ”Doğduğunuzda dünya üzerinde var olan her şey normal, sıradan ve dünyanın doğal işleyişinin bir parçasıdır, on beş ile otuz beş yaşları arasında olduğunuz süre içerisinde icat edilen her şey yeni, heyecan verici ve çığır açıcıdır, kariyerinizi o konuda yapabilirsiniz, otuz beş yaşınızı geçtikten sonra icat edilen her şey doğanın düzenine aykırıdır.”der. Post-genomik çağ bize neler getirebilir ve bu söz bağlamında düşünürsek karamsar bir tablo çizip distopik bir gelecek beklemek yeni olana verdiğimiz içgüdüsel bir tepkiden mi ibarettir?
Adams’ın yaklaşımına genel manada katılırım. Yaşlandıkça otomatik bir muhafazakarlaşma tetikte bekler, ona karşı agah olmak gerekiyor. “Bizim dönemimizde” konuşmalarını, hele güzellemelerini hiç akıllı ve insaflı bulmam. Her dönem kendi avantaj ve dezavantaj paketiyle birlikte gelir. İlk cep telefonumu 21 yaşında almıştım. Bilgisayarıma internet bağlamam da o yıllara tekabül eder. Çocuklarım hepsinin içine doğdu, 6 yaşlarına kadar ekranlarla muhatap etmedim ama son altı aydır hepsiyle bir süre sınırı dahilinde haşır neşir oluyorlar. Onlardan esirgenemeyecek bir medium bu artık. Karamsar tablolara da hiç itibar etmem. Yandık, bittik, öldük ahlanıp vahlanması… 18. Yüzyılda yaşamış orta dünyalı birinden çok daha müreffeh bir hayatımız var. Ve aynı zamanda en az onun gördüğü kadar kötülük görüyoruz dünyanın her köşesinde. Optimist realist bir pozisyona yakın duruyorum ben genelde. Oyunu beğensem de beğenmesem de oyundan çıkış olmadığını düşünüyor ve bana düşen rolü hakkını vererek oynamaya çalışıyorum. Kendini bilmek bilinç seviyesine erişmeyen beşerin özgür iradeye sahip olduğunu düşünmüyorum. Mutlak değilse de bir ölçüde bir iradeden bahsedebileceksek o ancak kendini tanıma bilincinden sonra zuhur ediyor kanımca. Biyolojik hadiseler için kullandığımız beliriverme (emergence) tezi, canlıların bilinç gibi gözlenemez görünümleri için de geçerli bence. Genelde sanal gerçeklik, özelde mesela bilgisayar oyunları, insan aklı için, kendi içinde yaşadığı oyun gerçekliği anlaması için güzel analojiler aslında. Kuantumdan sonra ibre, var olanların gerçekliği olmadığına kaydı. Evet sanal bir evrende, sanal hayatlar yaşıyor olabiliriz, bilgisayarlarımızın kapaklarını açmadan da. Matruşka bebekler gibi, iç içe geçmiş oyunlar… Oyunun bundan sonraki levelinde de, bundan önce olup bitenler gibi her şey mümkün evet, ütopyalar da distopyalar da. Ama hepsinin oyuna dahil olduğu kesin.
Biyoloji felsefesinde ve diğer çalıştığınız alanlarda özellikle çalışılmasını tavsiye ettiğiniz hangi konular var, buradan tez ve makale konusu isteyenlere tavsiyeleriniz neler? Biyoloji felsefesinin en revaçta olacak konuları neler sizce?
Tavsiye makamında olmasam da kendi önemsediğim birkaç konuyu paylaşabilirim tabi. Peşine merak ve hayretle düşülebilecek ve çokça tez konusu çıkartılabilecek birkaç soru ekmeye çalışayım tarlaya. Mesela evren resminin yeniden yorumlanması, yani klasik mekanikle kuantum mekaniğinin tek bir kuramsal çerçevede ele alınabilmesi mümkün müdür? Yani gözlemci ve gözlenen tek bir kuramsal çerçevede ele alınabilir mi? Evrenin yapısı, varsa başı, varsa sonu mekanik fizik anlayışı içinde açıklığa kavuşturulabilir mi? Ve dahi Kant’ın öngörmediği şekilde rasyonel kozmoloji bilimin sınırları içinde yapılabilir mi? Dahası, teorik biyoloji ile teorik fiziğin tek bir kuramsal çerçevede ele alınabilmesi mümkün olabilir mi? Ve hatta ilahiyatla biyoloji ve teorik fiziğin tek bir kuramsal çerçevede ele alınabilmesi? Böylesi mekanik bir evrende bilinç ortaya nasıl çıkmıştır, sonra? İnsan zihninin temel ilkelerini simüle eden ve hatta aşan bir yapı kurulabilir mi? Dil, akıl sahibi bir özneden bağımsız bir mekanda inşa edilebilir mi? Canlılık sadece mekanik fizikçe açıklanabilir mi? Biyoloji fiziğe indirgenebilir mi? Canlının – organizmaların- kuruluşu metafiziksel bir ilkeye gönderme yapmaksızın açıklanabilir mi? İnsanın iradesi özgür müdür, değil midir? Kendisi mekanik nedenselliğe göre devinen bir evrende insan özgür olabilir mi, olabilirse nasıl? Evrende mekanik nedenselliğin yanında özgür nedensellik de var mıdır? İnsani varoluş tarihsel bir inceleme içerisinde ele alınabilir mi? Söz konusu tarihsel süreç içerisinde insanlık olarak mutlu bir biçimde var olabileceğimiz bir zamam-mekanın ortaya çıkma koşulları tartışılabilir mi?
Üreme devrimi ve getirdiği üreme teknolojileri, geliştirilen pek çok teknolojide olduğu gibi bir sorunun çözümüne yönelik olarak, tedavi gibi amaçlarla ortaya çıkıyor. Fakat zamanla, bu teknolojiler geliştikçe ve yaygınlaştıkça kullanım sebeplerinin de zorunluluğun dışına çıktığı görülebiliyor. Bu teknolojilerin kullanımındaki ”keyfilik” üreme teknolojilerini doğal yollara tercih ettiğimizin bir göstergesi mi? Bu ne gibi etik problemlere yol açıyor?
Evet tam da parmak bastığınız gibi birçok üreme teknolojisi önce tedavi amaçlı ortaya çıkıyor, ve fakat yine çoğu orada kalmıyor, geliştirme amaçlı da kullanımının önüne geçilemiyor. İksir şişeden bir kez çıktığında, şişede durduğu gibi durmuyor. IVF ile üreme, başlangıçta üreme konusunda biyolojik sorunları olan evli dişi ve erkeklere hizmet verdi, yaralarına merhem oldu. Ama şimdi embriyo manipülasyonundan, eşcinsel birlikteliklerde bebek üretimine değin birçok alanda da uygulanabilir bir potansiyeli harekete geçirmiş durumda. Gelişim daima olumsal alana göz kırpar ve bir şey mümkünse onu varlığa getirmek ister. Tanrıcılık oynama, doğal olmama, insan doğasını tahrif etme, insan haysiyetini zedeleme, öjenik ayrımcılıkları besleme, özerkliğe saygıyı ihlal etme, engelliliğe saygısızlık etme, metalaştırmaya vearaçsallaştırmaya açık olma, suistimale açık ve riskli olma, erişim ve adaletle ilgili eşitsizlikler sergileme, üreme teknolojilerie yöneltilen etik eleştirilerden birkaçı. Bu eleştiriler alanın kapsamı ve kesişim kümeleri büyüdükçe karmaşıklaşıyor. IVG denen bir teknoloji tezgahta mesela şu anda. Dişi vücut hücresinden yumurta ve sperm, eril vücut hücresinden de yine aynı anda sperm ve yumurta üretebiliyor. Böylesi devrimsel bir teknoloji işler duruma gelirse belirebilecek üreme örüntülerini kestirmek kolay değil. Kendi kendine üreme bile mümkün hale gelebilecek. Bunun, üreme dokusu üzerinde yükselen toplumsal, sosyal yapılarımızı doğrudan etkileyeceğini görmek için allame-i cihan olmak gerekmiyor. Aile, sosyal kurumlar, hukuk, hatta devlet anlayışlarının bile bu yeni yapılanmalar doğrultusunda güncellenmesi zorunlu olacak gibi görünüyor.
Geliştirilen CRISPR gibi teknolojilerle birlikte tek gen düzeyinde genetik düzenlemeler yapabilmemiz mümkün kılınıyor, bu da gelecekte IVF ya da gen düzenlemesine açık herhangi bir yolla dünyaya getirilecek bebeklerde genetik seçimlerin ve düzenlemelerin yapılmasını olası kılıyor. Bu bağlamda öjeni gibi kavramların tekrardan ortaya çıkması, gen havuzunun etkilenmesi gibi şüpheler akla geliyor. Bir biyoetikçi olarak bu durumun getirebileceği sorunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben biyoetik de çalışan bir felsefeciyim, biyoetikçi değilim, ama dünyada biyoetikçilerin bu konuları nasıl karşıladıklarını az çok biliyorum. Kendilerini muhafazakar olarak niteleyen kanat tüm bu gelişmeler karşısında daha itirazcı, korumacı, savunmacı bir pozisyonda duruyor. Buna mukabil kendilerini ilerlemeci olarak niteleyen taraf da bu gelişmelere, onları herhangi bir eleştirel süzgeçten geçirmeksizin, peşinen kucak açıyor gibi görünüyor. İkisinde de sorunlu yaklaşımlar var. Öjeni mesela aslında evrimle yaşıt. Yani tüm biyolojik süreçler doğaları gereği bir düzeyde öjenik. Çağdaş üreme teknolojileri elbette öjenik süreçleri hiç olmadığı kadar yüksek perdeden tetikliyor. Bundan tümüyle kaçınmak mümkün görünmüyor, çünkü insan türünün birtakım ihtiyaçlarına karşılık geliyor. Fakat büyük sosyal eşitsizlikler yaratabilecek zeka, güzellik, boy uzunluğu gibi sosyal özelliklerin avantajlı genetik seçilimi gibi öjenik uygulamalar tabi ki ateş hattında varlık bulmaya çalışıyor. Böylesi uygulamaların serbestiye kavuşmasının gönül rahatlığıyla değerlendirilmesi kolay görünmüyor. Fakat buna karşın engellenmesinin de felsefi olarak sağlamca gerekçelendirilmesi, temellendirilmesi gerekiyor. Yani sadece korkularımızı alevlendirdikleri için bu araştırmaları önleme hakkımız var mı sahiden? Uzun vadeli, somut sonuçların zararlı etkileri kanıtlanabiliyor mu? Zarar kavramı üzerinde uzlaşılabiliyor mu? Buralar hala flu.
”Sanıldığı gibi tüm kalıtsal varyasyonlar rastlantısal değildir, bazıları güdümlüdür (gelişimsel). Oluşma sebepleri organizmanın ihtiyaçlarıdır, öyle ki lüzum hissedildiğinde ortaya çıkarlar. Lamarckçı süreçlere atıfla, edinilmiş özelliklerin bir kısmı da kalıtımla aktarılır” diyor Jablonka ve Lamb ”Evrimin Dört Boyutu” kitabında. Bu açıdan bakıldığında biraz zorlama bir yorum olsa da Waddington’un öncüsü diyebileceğimiz Lamarck yeniden mi doğuyor?
Lamarck bence hiç ölmemişti. Darwin’in gölgesinde kalsa da ve Darwin’le çok başka şeyler söylüyor gibi görünse de aslında birçok konuda Darwin’le aynı çizgide durdu. Edinilmiş özelliklerin kalıtımı Darwin’in sisteminde de var olan bir olgu mesela. İki sistemdeki vurgu başka yerlere sadece. Darwinci evrimin varyasyon gibi, kalıtım gibi, amaçsızlık gibi, rastlantısallık gibi bazı düğümleri var, o düğümleri açıcı, genişletici bir tamamlayıcı bana kalırsa Lamarck’ın sistemi.
Biraz da insan kavramı üzerine konuşalım istiyorum. Makinenin ortaya çıkışından sonra makinenin insanlaşması, insanın makineleşmesine dikkat çekiyorsunuz. İnsanın makine karşısındaki bilişsel üstünlüğü ise 21. yüzyılda zayıflamaya başladı. Biyoteknolojik gelişmeler bizi neden tedirgin etmektedir? Biyolojinin tarih ile ittifakında, insan kendi yaratımları karşısında sarsılmaz bir üstünlüğe sahip midir ve kendi elinden çıkanlar karşısında güvende midir? Yapay zekâlar duygusal ve etik içerikler de geliştirebilirler mi? Bu soruların ne denli geniş bir açıklama gerektiğinin farkındayım ancak, az da olsa değinelim istiyorum.
Evet, dikkat çektiğiniz gibi derin mevzular bunlar. Bir çırpıda cevaplanabilecek gibi değiller. Öncelikle biyoteknolojik gelişmeler tedirgin etmesin. Her ne oluyorsa insandan sadır oluyor, bilinç lineer değil üstel şekilde gitgide inkişaf ediyor. Adeta tek bir bilinç var da insan eliyle o bilincin ayan oluşuna şahitlik ediyoruz. İnsan kendi yaratımları karşısında sarsılmaz bir üstünlüğe neden sahip olsun ki hem? Birçok sınırlılığıyla tel maşa bir varlık insan, diğer taraftan yaratım-üretim gücüyle sınırsızlığa uzansa da. Yapay zeka belki duygusal, etik, dini içerimler de edinecek; bilemiyoruz. Bu sayılanlar düşündüğünü düşünen, farkındalığının farkında olan bilince ait özellikler ama belki bir seviyeden sonra yapay zeka için de geçerli olacak. O, eğer gözümüzün önünde böyle bir süreçten geçerse insan oluşa, kendimize dair bilgimizi artıracağız. Yani bu yüzden böylesi ihtimallerden korkmak yerine, buralardan gelecek bilgiye açık ve o bilgiyi işlemeye de hazır olmak daha menfaatimize.
Hocam bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederiz, akademik çalışmalarınızda başarılar diliyoruz, yeni yayınlarınızda görüşmek üzere.
Ben de çok teşekkür ederim, çok sağ olun.
Doç. Dr. Esra Kartal Soysal Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Bölümü’nden mezun oldu (2003). Doktorasını İstanbul Medeniyet Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Genetikten Epigenetiğe: “İnsan Doğası” Kavramının Biyolojik İçerimleri başlıklı teziyle aldı (2017). Yaşamın Müziği (2015) adlı kitabın (Deniz Noble, The Music of Life) Türkçe mütercimi, Gen Ötesi-İnsan Sonrası: Epigenetik Felsefesine Giriş (2020) ve Posthüman Dünyada Üreme: Felsefi bir Giriş (2013) kitaplarının müellifidir. Halen Marmara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde doktor öğretim üyesidir. İlgi alanları arasında bilim felsefesi, biyoloji felsefesi, biyoetik önde gelmektedir.