Ülkemizde protestolar sokağı almış, adalete ve geleceğe güvenini kaybetmiş kalabalıkların sesi yükselmişken oturup bir Dünya Tiyatro Günü yazısı yazıyorum. Şimdi zamanı mı diyen çıkacaktır. Tam da zamanı aslında. Çoktan dara düşmüş ödeneksiz tiyatrolar kirasını ödeyemedikleri salonlarını terk edip sokaklara düşme yolundalar. Bugün adalet diye sokağa düşenler, adalet ve gelir eşitsizliği sebebine kiralarını, temel ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için sokaklara zaten düşeceklerdi belki. Belki de bu sebepten adalete ve geleceğe güveni sarsılmış insanlar hikayelerini sokaklarda anlatırlar.
Yazan: Burak Tamdoğan
Ülkemizde protestolar sokağı almış, adalete ve geleceğe güvenini kaybetmiş kalabalıkların sesi yükselmişken oturup bir Dünya Tiyatro Günü yazısı yazıyorum. Şimdi zamanı mı diyen çıkacaktır. Tam da zamanı aslında. Çoktan dara düşmüş ödeneksiz tiyatrolar kirasını ödeyemedikleri salonlarını terk edip sokaklara düşme yolundalar. Bugün adalet diye sokağa düşenler, adalet ve gelir eşitsizliği sebebine kiralarını, temel ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için sokaklara zaten düşeceklerdi belki. Belki de bu sebepten adalete ve geleceğe güveni sarsılmış insanlar hikayelerini sokaklarda anlatırlar.
Sadece adalet, ekonomi, ahlak değil biz olmakla ilgili bir içerik kaybı da yaşıyoruz uzun zamandır. Birbirimize tutunacağımız kollardan daha çok ayrışacağımız bıçaklara büründü toplumumuz.
Çocukken dinlediğiniz masallar, akrabaların hikayeleri, eskilerin kahramanlıkları, aşkları tüm ömrünüz boyunca aldığınız eğitimlerden daha çok belirledi kim olacağınızı. Aileniz ve atalarınızla “biz” olduktan sonra, mahalle arkadaşlarınızla, komşularınızla ve okul arkadaşlarınızla biz oldunuz. İşte size “biz” olma kabiliyeti veren, o anlatılarla kapınızı çalan tiyatronun en eski yüzüydü.

Neden Dünya Tiyatro Günü diye bir gün var? Anneler, babalar yahut sevgililer günü gibi insanları tüketime çağıran bir alışveriş numarası olmadığını düşünürsek, en azından henüz öyle değil, neden var? “Bakınız tiyatro diye bir şey var” diye hatırlatmak için mi? “Tiyatro giderek unutulan, kaybolan bir değerimizdir sahip çıkalım” demek için mi? “Durun bir dakika biz tiyatrocuların da söyleyecek bir şeyleri var, bunu da yılın belli bir günü, tüm dünyada aynı bildiriyi okuyarak söyleyeceğiz” demek için mi? Yoksa “Ey İnsan! Medeniyet tarihinin en eski, en yüz yüze bilişim ağı tiyatro senin mühim besin kaynaklarındandır, beslenmeyi unutma” demek için mi?

Yaklaşık 60 bin yıl evvel Homo sapiens’in yaşadığını varsaydığımız Bilişsel Devrim için Y. Noah Harari, şaka yollu, ‘dedikodunun icadı’ der. İki primatın üçüncü bir primat hakkında ileri geri konuşmasıdır çünkü kastedilen. Burada ileri geri söylemini, gelecek zaman ve geçmiş zaman olarak ele alırsak taşlar yerine oturur. Bu dedikodu ortamı yıllar geçtikçe aslında sözlü tarihin, o tarihin kahramanlarının, yapıp etmelerin, stratejilerin, anlaşmazlıkların, taraf olmaların yeşerdiği bahçedir. Homo sapiens’in küçük klanlardan ortak bir tarihe, kahramanlara, zaferlere, yenilgilere sahip büyük kavimlere dönüşmesini sağlayan bu devrimdir. Küçük klanlar halinde yaşayan diğer insansı türleri yok etmesi yahut evriltmesinin kapısını açan devrim budur. Devletin, dinlerin, mitlerin, milletlerin, şirketlerin, biz demenin türlü hallerinin tohumudur. Elbette bir yandan birleşirken, öte yandan ayrışmanın da bir başka yoludur biz olmak. Ancak işte tüm bu serüven Homo sapiens’i besin zincirinin en üstüne oturttu, dünyanın önce hakimi yaptı, sonra da kendi yaşam alanıyla birlikte diğer canlıların yaşam alanlarını tehdit eder hale getirdi. Diğer yandan bu tehdide karşı durmak, dünyayı, yaşamı savunmak da aynı biz olma halleri ile vücut buldu.
Elbette bir yandan birleşirken, öte yandan ayrışmanın da bir başka yoludur biz olmak.
O ilk dedikoducu ikiliye dönersek yaptıkları şeyin bir diğer adı anlatıcılıktır. İki primat baş başa verip bir başkası hakkında konuşurken dilden dile anlatı büyür. Belki on yıllar, belki yüz yıllar geçer; iki kişinin konuşmasından korolara, korolardan bir kişinin çıkıp, ortada klanına anlatmasına döner biçim. Bir zaman sonra iki kişinin klanın önünde canlandırmasına döner tüm anlatı. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa başka klanlara ulaşır. İşte o anlatıcılar tarihin ilk oyuncularıdır. Böyle bakınca sahip olduğumuz insanlık mirası tiyatronun eseri gibi görünmüyor mu? Bugünkü anlamda bir tiyatrodan bahsetmiyoruz elbette diyerek itiraz edecekler durup bir düşünsünler, acele etmesinler. Bugünkü tiyatro pratiği de aslında hala aynı şeye hizmet etmiyor mu? Elbette anlatıcılık tiyatro dışında televizyon, sinema, gazete, kitap, internet gibi bir çok bilişsel ağ ile çeşitlendi. Ancak tiyatro hala açık ara yüz yüze en etkili bilişim ağıdır.
Öyle görünüyor ki UNESCO da bugünkü tiyatro pratiğinin tıpkı ilk anlatıcının yaptığı gibi “biz” olmaya hizmet ettiğini düşünüyor.
1948 yılında UNESCO tarafından Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (International Theatre Institute, IMI) kuruldu. IMI’nin “Sahne sanatları bağlamında, dünya çapında bilgi ve uygulama alışverişini arttırmak, gelişim sürecinde sanatsal yaratıcılığın ve üretimin gerekliliği konusunda toplumsal bilinci uyandırmak, insanlar arasındaki barış ve dostluğun sağlanması ve artmasını gerçekleştirmek adına karşılıklı anlayış geliştirmek, UNESCO’nun hedeflerine ulaşmasına katkıda bulunmak” gibi amaçları vardı. Enstitü 1961 yılında, 27 Mart’ı Dünya Tiyatro Günü olarak kabul etti. Her yıl 27 martta tiyatrolarda okunan bildiriler az önce bahsettiğimiz amaçları hatırlatacaktı. Öyle görünüyor ki UNESCO da bugünkü tiyatro pratiğinin tıpkı ilk anlatıcının yaptığı gibi “biz” olmaya hizmet ettiğini düşünüyor.

Bir toplumun empati yeteneğini geliştiren; insana kendi durduğu yerden görebildiğinin dışında da bir dünya olduğunu öğreten; dünyada coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre değişen milyonlarca doğru olduğunu gösteren tiyatro ne zaman sahtekarlık, üç kağıtçılık yapmak manasına geldi? UNESCO’nun tanımından bugüne ne değişti de tiyatro yalancıların, hırsızların, madrabazların işini tanımlar oldu? Neden televizyonlarda kimi siyasetçilerden içinde tiyatro geçen negatif cümleler duyar olduk?
“Tiyatro yapmayın kardeşim!”
“Artistliğin lüzumu yok!”
“Bu oyunları tiyatroda oyna sen!”
“Bizim tiyatroya ne ihtiyacımız var? Biz kendimiz tiyatroyuz zaten”
“Halkın parasını tiyatro falan diye çöpe atıyorlar”
diyen zihniyet eğitimi matematik, tarih, coğrafya ve fen bilimlerinden ibaret sanan zihniyettir. Bu zihniyet kitlelerin uzlaşı ve barış anlayışının gelişmesinde, kültürün ve uygarlığın örgütlenmesinde sanatın rolüne dair fikir sahibi olmayan bir zihniyettir.
Tarih defalarca göstermiştir ki ortak değerlerle “biz” olmak yerine; “onlar”a karşı “biz” olanlar, “onlar”ın varlığına bağlı birliklerdir. “Onlar” adındaki hayaletler silinince “biz” olamadıklarını anlarlar.
Sakin olalım. Tiyatro yapmanın manası değişmedi. Tiyatroyu tanımlayan egemenlerin muhtevası değişti. Sokrates’in “Cahil insanların hiç bir şey öğrenmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü zaten her şeyi bilirler” cümlesinde bilmeyenlerden değil, bilmediğini bilmeyenlerden bahsedilmektedir. “Tiyatro yapma kardeşim” diyen kişilere hayatları boyunca kaç kitap okuyup, kaç tiyatro oyunu izlediklerini sorarsanız durumu anlayacaksınız. Mesele aslında kullandıkları sözcüklerin manasını bilmeyen insanların yönetim kademelerinde olmasında.

Ancak nüfusunun büyük kısmı genç olan ülkemizde, gençleri cehaletle nasıl yönetebilirsiniz ki? Ortak düşmana karşı birlik olmaya çağırarak. Televizyon, gazete, sanal medya gibi bilişim ağları aracılığıyla “onlar”a karşı “biz” olmaya teşvik edecek bir anlatı geliştirerek. Ancak tarih kerelerce göstermiştir ki ortak değerlerle “biz” olmak yerine; “onlar”a karşı “biz” olanlar, “onlar”ın varlığına bağlı birliklerdir. “Onlar” adındaki hayaletler silinince “biz” olamadıklarını anlarlar.
Mesele aslında kullandıkları sözcüklerin manasını bilmeyen insanların yönetim kademelerinde olmasında.
Ezcümle siz dinlemeyi, öğrenmeyi; ne bilmediği hakkında fikir sahibi olabilmeyi seven dostlara bol tiyatrolu, bol sanatlı ömürler diliyorum. Anlatanınız, dinleyeniniz bol olsun. İri olalım, diri olalım, bizi biz yapan değerlerimizle biz olalım.