Michael Marder, bitkisel yaşamı felsefi düşüncenin merkezine yerleştirerek, düşünceye yeni bir boyut kazandırmıştır. Bitkilerin varoluşsal dinamiklerini ve insan zihninin bitkisel yönlerini açığa çıkaran Marder, bitki örtüsünün baskın düşünce sistemlerine karşı koyma ve araçsallık anlayışını aşma kapasitesine dikkat çeker. Bitkisel yaşamı “metafizik-sonrası” bir çerçevede yeniden ele alan filozof, bitkilerin kendine özgü zaman algısını, özgürlük anlayışını ve maddesel bilgeliklerini vurgular. Onun yaklaşımında “bitki düşüncesi”, yalnızca insan zihninin kendi kökenleriyle bağını yeniden kurması ve bitkisel bir nitelik kazanması süreci değil, aynı zamanda bitkilere özgü, geleneksel bilişsel ve kavramsal çerçevelerin dışında işleyen bir düşünme biçimi olarak da şekillenir. Kendisiyle tüm bu konular ve ”Plant-Thinking: A Philosophy of Vegetal Life” kitabı üzerine konuşacağız.
Prof. Micheal Marder
Basque Country Üniversitesi
Röportaj: Okan Nurettin Okur, Emine Akcaoğlu
Profesör Marder, röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz ve bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Rica ederim, ben teşekkür ederim.
Öncelikle kişisel bir soruyla başlamak istiyorum. Bitki felsefesine yönelmenizdeki temel motivasyon neydi, biraz bahsetmek ister misiniz?
Bitki düşüncesine çeşitli olayların birleşimiyle geldim. Bir yandan, yıllar önce Aristoteles’i ve İtalyan filozof Claudia Baracchi’nin Aristoteles etiği üzerine yazdığı harika bir kitabı okuyordum. Hem Aristoteles’i hem de onun düşüncesi üzerine olan bu önemli incelemeyi okurken ruhun en temel katmanının aslında bitkisel olduğunu fark ettim. İnsanın insan olmayan kökenlerine atıfta bulunduğumuzda bu genellikle düşündüğümüz gibi hayvansal bir ruh değildir. Aslında Aristoteles için, tüm yaşamın ortak temeli bitkisel veya vejetatif ruhtur (tó threptikon).
Aslında Aristoteles için, tüm yaşamın ortak temeli ”tó threptikon” dediği bitkisel veya vejetatif ruhtur.
O zamanlar, beşerî bilimlerde eleştirel hayvan çalışmalarına doğru güçlü bir yönelim ve insanın oluşumu için hayvanlığın önemini vurgulama girişimi vardı ve bu düşünceyi sorguluyordum. Aristoteles’ten beri bitkileri de içeren öznelliği ve ruhun köklerine de yeterince derine inilmediğini fark ettim. Aristoteles’teki ruh üzerine düşünürken, kendimi Kuzey Portekiz’in güzel bir ormanlık alanında, Portekiz ve İspanya arasındaki kuzey sınırında yer alan Gerês/Xurés adlı bir milli parkta buldum. Yosunla kaplı ağaçları olan büyülü bir ormana benziyordu ve orada yaşayan vahşi atlar da vardı. Gün boyunca bu ormanda uzun yürüyüşler yapıyor ve geceleri şöminenin yanında Aristoteles’i ve Baracchi’nin onun düşüncesi üzerine yazdığı ustaca yorumu okuyordum. Sanırım bu iki sürecin birleşimiyle, bitkisel felsefeyle ilgilenmeye başladım.
Ne güzel bir kesişim! Gerçekten de, doğada gözlemleyebileceğimiz pek çok şey var; varoluşun sürekliliği, karşılıklı bağımlılık ve organik yaşamın kendine özgü ritimleri felsefi düşünce için yeni yollar açıyor. Peki “Bitki düşüncesi” kavramını ortaya atarken başlangıç noktanız neydi? “Bir tür düşünceden önce düşünmek” ifadesi, kitabınızda bahsettiğiniz bitkilerin bilinçdışı yaşamında tam olarak ne ifade ediyor?
Bahsettiğim gibi, benim için başlangıç noktası, Aristoteles felsefesine yeni bir bakış açısı ile bitki dünyasının yoğun bir deneyimiydi. “Bitki düşüncesi”nin yanı sıra, çeşitli ilgili terimler de vardır ve kısmen örtüşseler bile, aralarındaki farklılıklara dikkat etmek önemlidir. Bu nedenle, bitki davranışı, bitkinin kendisi ve dünyası ile ilgili kasıtlı bitki eylemlerinin etkinliğidir; bitki zekâsı (her türlü zekâ gibi), bitkilerin çevrelerindeki hedeflerine ulaşmaları için bir meta-araçtır. Bitki düşüncesi, benim tanımımla,
(1) Bitkilere özgü fikirsel, kavramsal olmayan (non-ideational) ve imgesel olmayan bir düşünme biçimidir (bu nedenle, “başsız düşünme” dediğim şey budur.),
(2) Bitkiler hakkında düşünmemiz,
(3) İnsan düşüncesinin bir dereceye kadar nasıl insanlıktan çıkarıldığı ve bitkisel dünya ile karşılaşmasıyla bitki benzeri hale getirildiği ve son olarak, bu dönüşmüş düşünce ile bitkilerin varlığı arasında devam eden simbiyotik ilişkidir.
Genel olarak konuşursak “zihin” Antik Yunan nous‘undan, Descartes’ın analitik gelenekteki “zihin felsefesi”ne kadar metafizik bir yapıda olduğundan, bir bitki zihni kavramı konusunda şüpheciyim. Bunu bitkilere veya insanlar da dahil olmak üzere başka herhangi bir varlığa uygulamanın arkasındaki mantığı göremiyorum. Genişletilmiş ve genişleyen bilişe gelince, bu kavramlar bitki-düşüncesinin bir uzantısıdır ve bitki bilimlerinden meslektaşım André Geremia Parise ile birlikte geliştirilmiştir. Onlar, bitki düşüncesi fikirlerini bilim insanları topluluğuna anlaşılır ve yararlı kılmak için tasarlanmıştır.
Her şeye rağmen, bu, kavramların felsefeden çağdaş bilime doğrudan bir çevirisi olarak anlaşılmamalıdırlar; daha ziyade, bitki düşüncesinin mekanizmalarını değilse bile en azından bazı işlemlerini (bitkinin “kendisi” ile diğerleri arasında dinamik olarak konumlandırılmış, esasen yüzeysel, dışsal, dağınık bitkisel varoluş tarzının gerçekte nasıl işlediği) göstermektedir.
Peki sizce Batı felsefesinin bitkileri pasif varlıklar, öznellikten yoksun olarak gören tarihsel görüşü, felsefi düşünceyi nasıl sınırlamış olabilir? Bitkilere öznel varlıklar olarak davranmak, ontoloji ve etik anlayışımızı nasıl dönüştürebilir?
Bunlar çok geniş sorular, bu yüzden cevap verirken seçici olmak zorunda kalacağım. Bitkileri özne olarak ele almanın çeşitli boyutları vardır. Birincisi ve aklıma en temel gelen, onları kendi dünyalarının fenomenolojik merkezleri olarak görmektir. Buradaki fikir; yaşamak ve gelişmek için bitkilerin dünyayı kendi bakış açılarından anlamaları gerektiğidir. Bu öznellik biçimi bize biraz yabancı gelebilir.
Bitkilerin yer altında ve yer üstünde olmak üzere iki farklı ortamda yaşamaları, fenomenolojilerini insanın bakış açısına göre biraz sıra dışı ve garip kılar.
Bitkilerin yer altında ve yer üstünde olmak üzere iki farklı ortamda yaşamaları, fenomenolojilerini insanın bakış açısına göre biraz sıra dışı ve garip kılar. Yine de bitkilere kendi arazilerinde olabildiğince yaklaşmamız gerektiğini ve sonra kendi yaşayan maddeselliğimize geri döneceğimizi savunuyorum. Şimdi, bitki yaşamı insan bakış açısına göre çok gariptir ve tanıdık değildir. Bir yerden başka bir yere hareket etmemeleri, tam bir hareketsizlik olarak yorumlanmıştır. Ek olarak, Batı metafiziğinin varsaydığı ben ve diğer, iç ve dış arasında çok katı ayrımlar yoktur. Bitkiler bireysel özneler değildir, kolayca başa çıkabileceğimiz atomik, kapalı varlıklar da değildir. Daha ziyade, bitki öznelliği, habitatlarını içerir. Diğer bitkilerle ve elementlerle, toprakla, nemle, güneş ışığıyla, mantarlar, bakteriler, böcekler ve diğer hayvan türleri gibi diğer biyolojik krallıkların temsilcileriyle çok yakın simbiyotik ilişkiler kurarlar. Bitkinin nerede bittiği ve büyüme yerinin nerede başladığı arasında bir çizgi çizmek imkânsız değilse de çok zordur. Bitki öznelliğinden bahsettiğimizde, sadece doğası gereği çoklu, dağınık olan bir şeyden değil, aynı zamanda o öznenin ikamet yerini de çokça içeren bir şeyden bahsediyoruz.

Birey kavramı bitkiler söz konusu olduğunda daha da karmaşık hale geliyor ifade ettiğiniz gibi. Bu konu üzerinde biraz daha duralım istiyorum. Örneğin bitkilerde gözlemlenen ortak yaşam biçimleri, siyaset felsefesi açısından nasıl yorumlanabilir? Ve bitki varlığının dayanışma, karşılıklı bağımlılık ve hiyerarşik olmayan ilişkiler modelleri üzerine sunduğu perspektifler, sosyal ve politik örgütlenme anlayışımızı nasıl dönüştürebilir?
İnsanların kolektif örgütlenme biçimleri; fiziksel, doğal dünyadaki benzer biçimlerden tamamen kopamaz. Aksi takdirde düşünmek, siyaseti tamamen idealize etmek, onu cisimsiz ruhun saf bir etkinliğine indirgemektir. Gerçekten de geleneksel olarak insanlar hayvanlarla özdeşleşmiş ve kendi toplumlarında karıncalar veya arılar gibi hayvan gruplarının bazı belirgin özelliklerini tanımışlardır. Aristoteles de ünlü bir şekilde insanı “politik hayvan”, zoōn politikon, olarak tanımlamıştır. Sırayla benim sorum şu: “Kendimizi politik bitkiler olarak düşünürsek ne olur?” Bitkiler ve hayvanlar arasındaki temel fark, bitkilerin organizmik birimler olmamasıdır, yani her parçanın uyumlu bir bütünün taleplerine tabi olduğu kendi kendine kapalı yaşayan bütünlükler olmamasıdır. Bu nedenle, siyasi düşüncemizde devletin organik bir bütün olarak ve bireylerin onun önemsiz organları olarak eşitlendiği proto-faşizmden kaçmak istiyorsak, siyasetin bitkisel bir modeline yönelmeliyiz. Bu alıştırmanın sonucu, bitki toplumunun genel büyümesine katılırken yarı bağımsızlıklarını koruyan çoklukların, dalların ve sürgünlerin çoğalması olacaktır. Bu tür bir biyo-politika, organizmik bir düzenlemenin sınırları içinde mantıksal olarak beklenen fedakârlık ruhuyla uyumsuz olacaktır; bunun yerine, birey ve kolektif arasında bir çatışmanın -hatta net bir ayrımın – olmadığı karşılıklı destekleyici bir ortamda herkesin gelişmesini teşvik edecektir. Benim için bitkilerin en önemli siyasi dersi budur.

Deleuze ve Guattari’nin rizomatik düşünme kavramı, geleneksel hiyerarşik bilgi yapılarından farklı, merkezsiz, çok yönlü ve dinamik bir epistemoloji önerir. Bu bağlamda, rizomatik düşünme modeli, günümüzün karmaşık sosyal, kültürel ve bilimsel yapılarını anlamak için nasıl bir metodolojik çerçeve sunabilir?
Tek bir bitki kökü türünden çok uzak olan rizom, genel olarak bitkisel büyümeye karşılık gelir (synecdoche). Tüm gelişimini orkestra edebilecek tek bir komuta merkezinden yoksun olan bir bitki, halihazırda var olan yapıları çoğaltarak büyür. Leibniz’in bir zamanlar söylediği gibi, yer üstünde ve altında dallanarak, bahçeler üzerine barok benzeri bahçeler yaratır. Bu tür bir büyümeyi açık bir ağ olarak görmek ve ardından hesaplamayı bitkilere geri yansıtmak oldukça caziptir. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bugün ağ; çevreyi, toplumu, bedensel işlevleri ve düşünmeyi anlamanın hayali anahtarı olan tercih ettiğimiz ana kavramdır. Ama ben kendim bu sonuca varmak için acele etmezdim. Neden? İlk olarak, kavramsal uygulamalarımızı tarihselleştirmeli ve ağ imgesinin onu aşırı kullanan bizler hakkında, açıklaması amaçlanan fenomenlerden çok daha fazla şey söylediğini fark etmeliyiz. Bu imge, ağdan daha az esnek olmasına rağmen, benzer şekilde kapsayıcı bir açıklayıcı araç olan erken modern makine metaforunun yerini almıştır. İkincisi, dünyadaki her şeyi açıklamak için yararlı olan tek bir ana kavram olmadığını kabul etmeliyiz.

Büyük metafiziksel anlatıların zamanı görünüşe göre sona ermiş olsa da, bilim veya daha doğrusu bilimsellik, bu temele atıfta bulunarak epifenomenal olan tüm gerçekliğin altında tek bir temel yattığına inanmak anlamında, metafiziğin mirasını taşımaya devam ediyor. Bir metafizikçi olarak nitelendirilmek için, her şeyi Tanrı’ya veya Tanrı benzeri bir yapıya bağlamanıza gerek yoktur; sadece tek bir temel altında tüm gerçekliğin yattığına inanmanız yeterlidir. Sibernetik ve toplumun, doğanın ve zekanın ağ teorisi, bu ad altında gitmeyi reddeden çağdaş metafiziğin temel taşlarıdır. Üçüncüsü, bir organizma ile çevresi arasındaki belirli bir konjonktürde en iyi hareket tarzının hesaplanmasına kavramsal olarak zor ve indirgenemez kalan yaşam sorusunu yeniden canlandırmalıyız. Buradaki zorluk, yaşamı başka bir her şeyi kapsayan metafiziksel kavram olarak değil, mikroorganizmalar, bitkiler, hayvanlar, insanlar tarafından yaşama uygulamalarında “içeriden” yorumlanabilen, doğası gereği anlamlı bir çerçeve olarak düşünmektir. Bununla birlikte, bitki bilimlerindeki ve felsefedeki birçok meslektaşımın bitki zekasının hesaplamalı bir teorisini desteklediğini itiraf etmeliyim. Örneğin, kiraz ağaçlarının gün uzunluğunun karşılaştırmalarına dayalı olarak çiçeklenme kararlarını, bu bitkilerin belirli bir zaman dilimi boyunca toplanan son güneş ışınlarının hücresel anıları yardımıyla gerçekleştirdiğini inceliyorlar. Bu çalışmaların değerini inkâr etmek veya bitki zekâsı kavramını şekillendirmeye katkılarından şüphe duymak istemiyorum. Tartıştığım şey, bu ve benzeri hesaplamaların bu kavramın içeriğini ve özellikle de biçimini tükettiği fikridir. Zekâsı yalnızca hesaplama açısından tanımlanan bir insanın en iyi ihtimalle oldukça yoksul ve robot benzeri olacağı gibi, bu çizgiler boyunca “düşünen” ve yaşayan bir bitki de yeşil, cimri bir bilgisayar makinesi gibi bir şey olacaktır.
Kantçı düşünce, bilgiyi aklın yapısal ve kategorik çerçeveleri içinde düzenleyerek bir anlam birliği sağlarken yaşamın dinamik ve akışkan doğası bu tür sabitlemelere direnir. Bu bağlamda, düşüncenin sistematik yapısı ile yaşamın sürekli değişen doğası arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
Hiçbir zaman doğanın veya insanlığın genel ve soyut kavramlarıyla ilgilenmedim. Soyut bir yaklaşımın peşinde koşmanın düşünülmesi gereken konulara ihanet ettiğini düşünüyorum. Daha ziyade, öncelikle Batı felsefesi tarihinde bitkilerin kaderi gibi nispeten mütevazı, marjinal bir soruyla başlıyorum. Görüyorsunuz, bir bitki de bir soyutlamadır, ancak diğer soyut kavramlar kadar boş değildir; bir bitkinin her zaman belirli bir ağaç, çiçek, çalı vb. olarak hayal edebileceğiniz bir figürü vardır. Benim için bitkiler, daha büyük alanları- ekosistemleri, toprağın, atmosferin veya su kütlelerinin elementel ortamlarını; gezegensel gerçeklikleri düşünmek için rehber olmuştur. Buradan, yine soyut bir kategori olarak değil ama son derece elle tutulur bir kategori olarak doğa kavramına yöneldim. Antik Yunan dünyasında devasa bir bitki olarak düşünülen doğa ya da doğum ve yeniden doğuş gibi kendine özgü faaliyetleriyle efsanevi anka kuşu figüründe yoğunlaşan doğaya…
Bitkisel yaşam ve düşünceye gelince, argümanım, Batı felsefesinin kendisini anti-bitkisel bir şekilde sağlamlaştırdığı; çürümeyen, ne üretilen ne de herhangi bir değişikliğe uğrayan (Platon’un fikirlerinden başlayarak) metafiziksel varlıkları idealize ettiği ve öncelediğidir.
Bitkisel yaşam ve düşünceye gelince, argümanım, Batı felsefesinin kendisini anti-bitkisel bir şekilde sağlamlaştırdığı; çürümeyen, ne üretilen ne de herhangi bir değişikliğe uğrayan (Platon’un fikirlerinden başlayarak) metafiziksel varlıkları idealize ettiği ve öncelediğidir. Bu varlık kavramının, sürekli metamorfozlar, büyüme ve ayrışma ile tanımlanan bitkilerin varlığıyla çeliştiğini fark ettim. Felsefenin bu temel anti-bitkisel duruşunu ortadan kaldırmak, yaşamı ve onunla ilişkili canlılığı biçimsel mantığın düşünülemez dışlanmış ortası (excluded middle) olarak ele almak yerine, yaşamı düşünmeyi ve onunla düşünmeyi öğrenmektir. Bitkilerle, ben de yaşamı düşünme konusunda bitmek bilmeyen bir çıraklık yapıyorum, bu da ölümün düşüncesidir.
“Bitki düşüncesi” kavramı, bitkilere özgü bilinçsiz ve imgesiz bir düşünme biçimine atıfta bulunur. Aynı zamanda, insanların bitkiler hakkında nasıl düşündüğünü, bitki dünyasıyla karşılaşmaların insan düşüncesini nasıl dönüştürdüğünü ve insan zihninin bitkisel varlıklarla simbiyotik bir ilişkide nasıl şekil değiştirdiğini ele alır. O halde, bitki-düşüncesi kavramı, antroposentrik düşünceyi nasıl sorgular ve insan zihninin bitkilerle olan simbiyotik ilişkisi, biliş ve düşünce anlayışımızı nasıl dönüştürür?
Antroposentrizmin merkezindeki “insan”, sanki belirlenmiş bir kimlik veya dünyanın geri kalanından ayrı bir şeymiş gibi, çok monolitik olarak düşünülmüş ve ele alınmıştır. İnsanın bu özdeşlik düşüncesi, geniş insan gruplarının doğal, sosyal, kültürel çevrelerinden gerçek yabancılaşmasıyla olumlu bir geri bildirim döngüsündedir. “İnsan”ın, psişikten fizyolojiğe, kültürelden politik olana kadar her varoluş düzeyinde bir varoluş biçimleri birleşimi olduğunu göstermeye çok fazla enerji harcadım. Kısaca söylemek gerekirse, hala insan olarak adlandırılan bir varlığın bastırılmış bitkiselliği olan “içimizdeki bitkiyi” konumlandırmaya çalıştım. Ne yazık ki, Antroposen çağında, bahsettiğim yabancılaşma en olumsuz şekilde deneyimlenmektedir: Tüm gezegen; plastikler, ağır metaller, kalıcı toksinler ve sera gazları gibi endüstriyel faaliyetlerin yan ürünleriyle dolmuş durumda. Bu maddeler her şeye nüfuz ediyor; organlarımızda ve dokularımızda, aynı zamanda bitki ve hayvanlarınkinde, su yollarında ve tarlalarda ve hatta en yüksek dağ zirvelerinde bulunuyorlar. Endüstriyel insanlığın izlerinin yeryüzünün jeolojik kabuklarına kazındığı Antroposen’de, ‘bizsiz’ bir dünya fikri derinden sorunludur. Bu, Homo sapiens’in soyu tükense bile, insanlığın en kötü gezegensel mirasının kalacağı ve “insan ”ı hayalet gibi, yokmuş gibi bir varlık haline getireceği anlamına gelmektedir.
Bu, Homo sapiens’in soyu tükense bile, insanlığın en kötü gezegensel mirasının kalacağı ve “insan ”ı hayalet gibi, yokmuş gibi bir varlık haline getireceği anlamına gelmektedir.
Bunu fark ettiğimizde, “insan” zekâmız ile insan olmayan diğer yaşam biçimlerinin zekâsı arasında pek çok gizli bir örtüşme bulacağız. Bitki zekâsı, yerleşik olan bitkisel varoluş biçimine titizlikle ayarlanmıştır. Ancak büyüyerek, bir bitki ilk filizlendiği veya çimlendiği yerde yaşamadan uzak yerlere ulaşabilir. Etrafta olup bitenlere karşı son derece hassas ve dikkatli olmalıdır, çünkü elinde tehlikelerden kaçma olasılığı yoktur, ancak onlarla başka şekillerde başa çıkabilir: diğer biyolojik krallıkların üyeleriyle ittifaklar kurarak, davranışını oluşturan fizyolojik değişiklikler başlatarak… Sonuç olarak, bitkiler aşırı dikkatlidirler ve çalışmalarımın bir kısmı dikkat süreçlerini tanımlamakla geçmiştir. Bitkilerin zekâsı gibi somutlaşmış ve genişletilmiş olan insan zekasıyla birçok kesişme noktası vardır ve bitkisel dünyada dışsal olan birçok süreç (bir şeyi büyümede uzamaya doğru genişlemenin içselleştirilmiş bir versiyonu olarak niyet etmek gibi) içselleştirilmiştir. Belki de daha da önemlisi, bitki zekâsı bir bitkinin büyüdüğü yerin üzerine ve karşısına yerleştirilmemiştir, bu da işbirlikçi bir davranışa ve herkese fayda sağlayan bir simbiyoza olanak tanır. Küresel iklim krizi çağında, kendi düşüncemizde böyle bir bitki zekâsı modelini aramamız iyi olur.
Psikanaliz, erken travmaların genellikle bilinçli temsiller olarak hatırlanmadığını, bilinçdışına itildiğini gösterirken, bitki fikri, bitkilerde bilinçsiz ve istemsiz bir hafızanın varlığını doğrular. Nietzsche’ye göre, bu hafıza imgelerden ve temsillerden bağımsızdır. Bitkiler, geçmiş deneyimlerini fiziksel yapılarında saklar ve uygun koşullar altında bunları hatırlayabilirler. Hafıza; bilinçli ve temsili süreçlerle sınırlı değilse bitkilerin deneyimlerini fiziksel varlıkları aracılığıyla kaydetme ve hatırlama yeteneği, hafızanın geleneksel anlayışımızı nasıl dönüştürür?
Kısaca ifade etmek gerekirse, bellek kavramı genişletilerek, dışarıdan gelen bir uyaranın yazılabileceği maddi bir yüzeyi de kapsar hale gelir. Ancak hafıza, çevreye verilen herhangi bir zeki tepkinin kalbinde yer alır, çünkü böyle bir tepki, mümkün olan en iyi tepkiyi yaratmak amacıyla birikmiş geçmiş bilgiyi geleceğe yansıtmayı içerir. Zekâ o zaman çok açık bir zamansal boyuta sahiptir. Tamamen zaman sorusuyla iç içedir. Demek istediğim, geçmişin anılardan oluşması, şimdinin daha az ya da çok acil bir tepki gerektiren durum olması ve geleceğin geçmiş deneyime dayalı olarak tekrarlanan kalıpların beklentisi olmasıdır. Öte yandan, bir refleks herhangi bir birikmiş geçmiş deneyiminden veya gelecekteki beklentiden bağımsızdır. Vurulan bir diz her zaman aynı şekilde tepki verecektir. Kendini tam olarak aynı şekilde tekrarlayan saf bir anın mekanik bir tepkisidir. Herhangi bir canlı varlık bu kadar mekanik tepki verirse, o kadar uzun süre hayatta kalamaz. Koşullar değişir ve bunlara aktif olarak yanıt verebilmesi gerekir. Hafıza, bitkiler için olduğu kadar gelecekteki olayları tahmin etme yeteneği de çok önemlidir.

“Bitki-Düşüncesi” adlı kitabınızda, bitki yaşamının hayvanlardaki mücadele ve baskınlık anlayışının aksine simbiyotik ve çoğulcu bir varoluş biçimine sahip olduğunu belirtiyorsunuz, bu bağlamda bitkiler arasındaki rekabeti nasıl açıklayabiliriz?
Konuşmamızda simbiyoz ve çoğulculuktan zaten bahsettik, ancak sorunuza yanıt olarak şunları eklemek istiyorum. Bitkilerdeki “ben” ve “diğer” veya “birey” ve “kolektif” düzeylerini ayıran çizgilerin hayvanlarda ve kesinlikle insanlarda olduğu kadar katı bir şekilde belirlenmediğini hatırlamalıyız. Bitkilerin genellikle olağanüstü işbirlikçi yaratıklar gibi görünmesinin nedeni, onların garip bir özgeciliğinden kaynaklanmıyor (bitkilerin yerine veya köklerine geçemediğimiz için hiçbir olasılık göz ardı edilemez), ancak neredeyse her şeyle ve her şey üzerinde büyüme kapasitelerinden kaynaklanıyor. Bitkisel yaşam bir yaşama-birlikteliktir; simbiyoz olmadan biyos (Yunanca’da yaşam) yoktur. Ve aynı şey, aşağı yukarı, bitki zekâsı için de geçerlidir: uyum ve esneklik olmadan, yani “diğer”ine uyum sağlamadan hiçbir yetenek yoktur, bunun “ben”e otomatik olarak karşıt olduğu varsayılmaz. Bu nedenle, bitki iş birliği örneklerini, krallıklar arası dahil, bir bütün olarak bitkisel zekanın bir sloganı olarak da hizmet edebilecek olan “karşıtlık olmadan farklılık” açısından değerlendirme eğilimindeyim.
Profesör Marder, son olarak şunu sormak isterim: Günümüz dünyasında felsefenin üstlenmesi gereken temel işlev nedir, nasıl bir epistemolojik ve etik katkı sunabilir?
Felsefenin oynayacağı bir rol olduğunu varsaymak, onu dünya makinesinin bir parçası olarak konumlandırmak ve bu makinenin sorunsuz çalışmasını sağlamaktır. Dahası, bu varsayım, felsefenin bilgeliği sevmek olduğu yönündeki başlangıçtaki Yunan kavramına -ve her şeyden önce uygulamasına- sırtını dönüyor: ne iyi bir uygulama ne de bir sahip olma; sadece onu sevmekten ibaret. Bugün, felsefe belki de her zamankinden daha güçsüzdür. Ama zaten Sokrates ve Platon, kendisi için güç iddia eden bir felsefenin de tam olarak felsefe olmadığını biliyorlardı, bu sofistlikti. Bu nedenle, felsefenin yirmi birinci yüzyıldaki güçsüzlüğünden başlamalıyız. Bu şekilde başlayarak soralım: Felsefenin güçsüzlüğü gizli bir lütuf olsaydı ne olurdu? Ne de olsa filozoflar; vatandaşlar ve yetkililer üzerinde doğrudan, hatta dolaylı etkiler olarak algılandıklarında, genellikle şiddetle reddedilirler ve daha da kötüsü, zulme ve ölüme maruz kalırlar. Sokrates’in Atina jürisinin onu “gençleri yozlaştırmak” ve Seneca’nın Neron tarafından intihara mahkûm edilmesi, Hypatia’nın linç edilmesi, Thomas More’un başının kesilmesi, Baruch Spinoza’nın Yahudi cemaatinden aforoz edilmesi, Mahatma Gandhi’nin Hindu bir milliyetçi tarafından öldürülmesi gibi davaları düşünün. Bu iç karartıcı geçmişe karşı, felsefenin güçsüzlüğü, artık ciddiye alınmayan bir disiplin ve hatta daha da önemlisi bir dizi uygulama, gizli bir lütuftur, çünkü filozoflar sonunda kendi canlarını kurtarabilirler.

Zaten ayırt ettiğimiz diğer iki çelişkiyle uyumlu olarak, filozofların ve felsefenin hiçbir gücü olmadığı, ancak her şeyin felsefenin gücüne bağlı olduğu anlamına gelir. Metafiziksel düşünce tarzı, filozoflar bittiğine ikna olduktan sonra zafer kazandı; felsefenin kendisi, halkın ve yetkililerin onun tamamen işe yaramaz olduğuna ikna olduklarında güç kazanmaya hazırlanıyor. Filozofların ve felsefenin güçsüzlüğü, denenmiş ve test edilmiş çözümler başarısız olduğunda, çoklu krizler karşısında düşünmenin gücüdür. Şu anda beyhude gibi görünen ve ister bir pandeminin ister iklim değişikliğinin dünyayı sarsan etkileri nedeniyle olsun, kurulu düzen artık işlemediği anda aniden paha biçilmez hale gelen şeyin gücüdür.
1847’de Karl Marx, Proudhon’un 1846 tarihli Sefaletin Felsefesi’ne yanıt verme niyetinde olduğu Sefaletin Felsefesi’ni yayımladı. Başlığın vaadine rağmen, Marx’ın bu çalışmada felsefe hakkında söyleyecek çok az şeyi vardı, bunun yerine gelecekteki bir politik ekonomi eleştirisinin temellerini geliştirdi. Dolaylı olarak vardığı sonuç, felsefenin salt soyutlamaya olan bağlılığı nedeniyle zayıf olduğudur. Bu entelektüel geçmişe atıfta bulunurken, “felsefenin güçsüzlüğü” felsefi çabaya aşırı derecede eleştirel veya küçümseyici olmak anlamına gelmiyor. Tam tersine, benim noktam, böyle bir güçsüzlüğü bir parça bile yenilgi olmadan ve çağımızın diğer çelişkileriyle uyumlu olarak varsaymamız gerektiğidir. Bunu başardığımızda, felsefe nihayet gerçekten önemli bir şey haline gelebilir.
Profesör Marder, zamanınız ve önemli katkılarınız için çok teşekkür ederiz. Kitabınızın en kısa sürede Türkçe’ye çevrilmesini ve yeni okuyuculara ulaşmasını umuyorum.
Çok teşekkürler.
 
  
 
 
 
 
  
  
  
  
 