GazeteBilim
Destek Ol
Ara
  • Anasayfa
  • Bilim
  • Teknoloji
  • Felsefe
  • Kültür-Sanat
  • Gastronomi
  • Çocuk
  • Etkinlikler
    • Astronomi Dersleri
    • Davranış Nörolojisi Dersleri
    • Eğitimciler İçin Yapay Zekâ Okur-Yazarlığı Dersleri
    • Epigenetik Dersleri
    • Evrim Dersleri
    • Bilim Tarihi Dersleri
    • Kapitalizmin Tarihsel Gelişimi ve İktisadi Düşünce Dersleri
    • Konuşmaktan Korkmuyorum
    • Nörobilim Dersleri
    • Nörohukuk
    • Nörofelsefe Dersleri
    • Öğrenilmiş Çaresizlik
    • Teizm, Deizm, Agnostisizm ve Ateizm Dersleri
    • Teoloji, Bilim ve Felsefe Tartışmaları
    • Zihin Dersleri
  • Biz Kimiz
  • İletişim
Okuyorsun: Bilince nörofelsefe bağlamında(n) türlerarası ve karşılaştırmalı bir yaklaşım
Paylaş
Aa
GazeteBilimGazeteBilim
Ara
  • Anasayfa
  • Bilim
  • Teknoloji
  • Felsefe
  • Kültür-Sanat
  • Gastronomi
  • Çocuk
  • Etkinlikler
    • Astronomi Dersleri
    • Davranış Nörolojisi Dersleri
    • Eğitimciler İçin Yapay Zekâ Okur-Yazarlığı Dersleri
    • Epigenetik Dersleri
    • Evrim Dersleri
    • Bilim Tarihi Dersleri
    • Kapitalizmin Tarihsel Gelişimi ve İktisadi Düşünce Dersleri
    • Konuşmaktan Korkmuyorum
    • Nörobilim Dersleri
    • Nörohukuk
    • Nörofelsefe Dersleri
    • Öğrenilmiş Çaresizlik
    • Teizm, Deizm, Agnostisizm ve Ateizm Dersleri
    • Teoloji, Bilim ve Felsefe Tartışmaları
    • Zihin Dersleri
  • Biz Kimiz
  • İletişim
  • Destek Ol
Bizi Takip Edin
  • Biz Kimiz
  • Künye
  • Yayın Kurulu
  • Yürütme Kurulu
Copyright © 2023 Gazete Bilim - Bütün Hakları Saklıdır
GazeteBilim > Blog > Nörobilim > Bilince nörofelsefe bağlamında(n) türlerarası ve karşılaştırmalı bir yaklaşım
NörobilimRöportaj

Bilince nörofelsefe bağlamında(n) türlerarası ve karşılaştırmalı bir yaklaşım

Yazar: GazeteBilim Yayın Tarihi: 16 Mart 2025 123 Dakikalık Okuma
Paylaş

ABD Kongresi, 1990-2000 yıllarını “Beynin On Yılı” (The Decade of the Brain) olarak ilan etmiş ve nörobilim araştırmalarına büyük fonlar ayırmıştır. Bu dönemde beyin görüntüleme teknolojilerindeki hızlı gelişim, nörobilim alanında çığır açan ilerlemelere zemin hazırlamıştır. Farklı disiplinlerle yapılan işbirlikleri sayesinde nörobilimdeki bu hızlı gelişmeler, yaratıcı ve yenilikçi sonuçlar doğurmuştur. Bu dönemde, nörobilimden ilham alarak ortaya çıkan yeni çalışma alanları dikkat çekmiştir. Nöro-İktisat, Nöro-Etik, Nöro-Felsefe ve Nöro-Estetik gibi disiplinler, bilim dünyasına yepyeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Akademide bu tür “nöro” ön ekine sahip çokdisiplinli alanların giderek yaygınlaşması, bilimin sınırlarını genişleten bir dönemin habercisi olmuştur. Bu yeni dönem adeta bir “Nöronesans Çağı”dır. Bu yeni çalışma alanı beynin derinliklerini anlamak ve canlının doğasını keşfetmek için büyük bir potansiyele sahiptir. Bu bağlamda, Dr. Burçak Özkan ile Nörofelsefe üzerine gerçekleştireceğimiz röportajda, bu disiplinin bilim ve felsefe dünyasına kattığı yenilikleri daha derinlemesine ele alacağız.


Dr. Burçak Özkan
DVM (Doktora; İç Hastalıklar)
(Doktora; Felsefe)
Röportaj: Okan Nurettin Okur, Emine Akcaoğlu

Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz ve GazeteBilim’in kıymetli okurlarına zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Rica ederim; ben de sizlere ilginiz ve davetiniz için teşekkür ederim.

Genel bir soruyla başlayalım istiyorum. Nörofelsefeyi nasıl tanımlarsınız? Tarihçesi ve Türkiye’deki gelişimi, özellikle üniversitelerimizin felsefe bölümlerindeki bu alana bakış hakkında neler söylemek istersiniz?

“Nörofelsefe” disiplininin kurucusu ve terimin yaratıcısı olan Patricia Churchland, “Neurophilosophy: The Early Years and New Directions” başlıklı ve 2007 tarihli makalesinde (2007) disiplinin, nörobilimin felsefenin kapsamlı sorularına cevap üretebilecek noktaya gelmesinin sonucunda bir alt disiplin olarak ortaya çıktığından bahseder ve bu alanın temel kabulünü “”zihin” dediğimiz şey aslında belli düzeydeki bir beyin etkinliğidir” biçiminde tanımlar. Felsefenin kapsamlı sorunları olarak işaret edilen meseleler: “Bilgi nedir?”, “Kararlarımızı nasıl alırız?”, “Bilincin, düşüncelerin ve fikirlerin doğası nedir?” gibi sorulardır. Bahsi geçen makale, tüm organizasyon seviyelerinde beyni çalışmamız durumunda zihinsel işlevin gerçekliği hakkında çok daha fazla şey öğrenebileceğimizi de ifade etmektedir.
Stanford Felsefe Ansiklopedisi (2025) literatürün “nörobilim felsefesi” ve “nörofelsefe” arasında ayrım yaptığını vurgular: İlki nörobilimin temel konularını soruşturur, nörofelsefe ise felsefenin geleneksel ve modern sorunlarını nörobilim bulguları bağlamında irdeler.

Aslında günümüzde yürütülen zihin tartışmalarının kökeni Antik Yunan Felsefesi kapsamında gerçekleştirilen “ruh” soruşturmalarında bulunmaktadır.


Nörofelsefenin tarihini bilmeye yöneldiğimizde disiplinin asli nesnesi olan “zihin/bilinç” kavramlarının özgün nitelikleri ve alanın kendi mültidisipliner yapısı nedeniyle bu tarihselliği “felsefe”, “zihin felsefesi”, “psikoloji” vb. başka disiplinlerin tarihi ile beraber ele almak zorunluluğu hemen dikkati çeker.
Aslında günümüzde yürütülen zihin tartışmalarının kökeni Antik Yunan Felsefesi kapsamında gerçekleştirilen “ruh” soruşturmalarında bulunmaktadır. Bu anlamda Batı felsefesi kapsamında yürütülen zihin/bilinç soruşturmalarına hem tarihsel hem kavramsal anlamda bütünsel ve kuşatıcı bir şekilde bakmak için Antik Yunan felsefesine dönmek gerekir (Kutlusoy, 2014a; b):
Platon canlılığın ilkesi olarak belirlediği insan ruhunun kısımlarını, niteliklerini “Devlet”, “Phaidon” ve “Phaedros” kitaplarında inceler. Platon’un ruh soruşturmaları ruhun niteliklerinin, ölümsüzlüğünün yanı sıra ruhtaki farklı eğilimlerin baskınlığına göre değişen farklı insan türlerinden, bu farklı insan türlerinin sahip olduğu/olması gereken erdemlerden ve bu özelliklere göre insanların devlet içerisinde bulunmaları gereken konumdan da söz eder. Aristoteles, materyalist zihin anlayışlarının kökenini teşkil eden “ruh”, “ruhun nitelikleri”, “ruhun yetileri” konularına ilişkin düşüncelerine “Ruh Üzerine”, “Fizik”, “Metafizik”, “Hayvanların Hareketleri Üzerine” ve “Duyu ve Duysallar Üzerine” kitaplarında yer vermiştir (Kutlusoy 2014a; b). M.S. 129-216 yılları arasında yaşamış olan Galenos (2023) ruhun duygulanımlarının ve hatalarının teşhisi ve tedavisi üzerine yazdığı kitabında ruhtan, duygulanımlardan, akıl yürütmeden, akıl yürütme hatalarından ve davranışlardan söz eder. Çok önemli bir dönüm noktası Antikçağ ve Orta çağ boyunca dışarıdan soruşturulan “ruh”un Descartes ile beraber “kendi kendini içeriden soruşturan zihin” haline dönüşmesi ve evvelce konusu edilmeyen “zihin-beden problemi”nin yine Descartes ile beraber ortaya atılmış olmasıdır. Bu dönem klasik “ruh” soruşturmalarının yerini modern “zihin” anlayışına bıraktığı dönemdir. Sonrasında, Locke, Hume ve Kant başta olmak üzere çok sayıda filozof zihnin ve aklın işleyişine ilişkin çok önemli belirlemelerde bulunurlar. Bir diğer büyük değişim 2000lerin başında gerçekleşen bilişsel devrimdir.

Yakın zamana dek beyne ilişkin bilgiler öncelikle hasar görmüş beyinler üzerinde gerçekleştirilen araştırmalardan sağlanırken yeni teknolojiler hasar görmemiş beynin çalışma süresince gözlemlenmesini olanaklı kılmıştır.

Yakın zamana dek beyne ilişkin bilgiler öncelikle hasar görmüş beyinler üzerinde gerçekleştirilen araştırmalardan sağlanırken yeni teknolojiler hasar görmemiş beynin çalışma süresince gözlemlenmesini olanaklı kılmıştır. Bilimde ve teknolojide gerçekleşen güçlü ivmelenme zihnin/bilincin araştırılma/soruşturulma olanaklarını artırırken iş birliklerini de ortaya çıkartır ve/ya güçlendirir; böylece tüm zamanlar boyunca insana dair ne varsa konu edinen felsefe tüm zamanlar boyunca nesnesi olarak asla ihmal etmediği ruhu/zihni/bilinci -şimdi başka disiplinlerle iş birliği içinde ve yeni yöntemlerden de faydalanarak- araştırmayı-soruşturmayı sürdürür. Temel meselesi zihnin/bilincin neliğini ortaya koymak olan Zihin Felsefesi başta “bilinç” olmak üzere zihinsel olayların beyinden kaynaklanıyor olmasının bugün üzerinde uzlaşılan bir bilimsel gerçek olması hasebiyle tıp, mühendislik, psikoloji, bilişsel bilimler kapsamındaki disiplinlerden faydalanmakta ve bu disiplinlerle iş birliği yapmaktadır (Kutlusoy 2001;2004; 2014a;b; Özkan, 2012).

“Neurophilosophy” başlıklı çalışmasında felsefenin zihnin doğasını, bilinç, bellek, öğrenme ve özgür irade kavramlarını zihin kavramına içrek kabul ederek soruşturduğunu açıklayan Churchland’ın (1989) asıl vurgusu ise beyne ve nöronlara dair bilimsel bilgi olmazsa zihin felsefesinin “steril” kalacağıdır. Böylece bugün Nörofelsefe zihne-bilince ve zihinle-bilinçle bağlantılı tüm konulara mültidisipliner ve karşılaştırmalı bir perspektifle yaklaşmaktadır.
Nörofelsefe disiplinin ülkemizde tanınması ve üzerinde çalışılması çok eskilere dayanmıyor. Bu alanda çalışanlar farklı alanlardan gelebiliyorlar. Bildiğim kadarıyla bu alanda hazırlanmış yüksek lisans ve /ya doktora tezi sayısı da kısıtlı. Elbette bu disiplinle alakalı olumlu ve olumsuz görüşler, eleştiriler de söz konusu. Gözlemlediğim kadarıyla nörofelsefe daha çok mültidisipliner çalışmayı tercih edenlerin yöneldiği bir disiplin. Ben etik, hukuk, politika vb. disiplinlerle olan bağıntısı sebebiyle giderek daha fazla alandan daha fazla ilgi göreceğini düşünüyorum.

Nörofelsefi bir bakış açısını benimsemenin pek çok felsefi sorunu ortadan kaldıracağı hatta felsefenin sonu olacağı yönünde tahminler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Felsefe tüm disiplinlerin ve bugün üzerinde konuştuğumuz tüm konulara dair sadece akla başvurarak ifade edilmiş ilk sistemli düşüncenin, sözün de kaynağıdır. Bugün bildiğimiz anlamda felsefe -her ne kadar Yunan kültürü dışındaki kültürlerde de bazı bilgiler, efsaneler vb. bulunsa da- pratik bir amaç gözetmeden, bilmek için bilmek, bilgeliği sevmek ve sadece kendi aklını kullanarak sorular ortaya atıp bunlara sadece akla başvurarak, akıl yürütme ile sistemli bir biçimde cevap bulmaya çalışmak anlamında ve gayesiyle İ.Ö. 6. Yy.’da Antikçağ’da doğmuş ve bugüne dek insana, hayata dair tüm konulara yönelik sorular ortaya atarak ve hem birbiriyle uzlaşan hem de birbirine karşıt konumda yer alan düşünceler ileri sürerek gelmiştir.
Aristoteles varlık yapısına bağlı olacak, farklı var olanları ele alacak şekilde “bağımsız bilimler” kavramını ortaya atan ve bilimleri konularına, yöntemlerine ve amaçlarına göre sınıflandıran ilk filozoftur. Bilimlerin sınıflandırılması aynı zamanda bu bilgiyi üreten aklın ve bilginin de sınıflandırılması anlamına gelir.

Aristoteles’e göre üç farklı bilim/bilgi/akıl vardır: İnsan bir şeyi seyreder, bir şey hakkında düşünür, bir şey üretir veya bir eylem gerçekleştirir.

Aristoteles’e göre üç farklı bilim/bilgi/akıl vardır: İnsan bir şeyi seyreder, bir şey hakkında düşünür, bir şey üretir veya bir eylem gerçekleştirir. Buna göre bilim/bilgi/düşünüş şekli “görmeye”, “yapmaya/meydana getirmeye/üretmeye” veya “eylem/davranış gerçekleştirmeye” dayananlar biçiminde üçe ayrılır. Asıl anlamda bilgi/bilim/”episteme” üreten ilk grupta bizden bağımsız olarak var olan şeylerin seyredilmesi ve bunların doğalarının bilinmesi söz konusudur. İkinci tür bilgi/bilim bir şey üretmeye yöneliktir. Üçüncü tür bilginin/düşüncenin – pratik düşüncenin/eylemin sonucu bu ikisinden başkadır: Bu tür bir eylem gerçekleştirerek insan bir şey üretmez, bir davranış/eylem ortaya koyar böylece de bir şey olur. Örneğin “iyilik” ya da “mutluluk” hakkındaki düşüncelerimizden hareketle iyi, cömert davranışlarda bulunabilir yahut tam aksi yönde davranabiliriz (Arslan; 1999: 39-41).
Bilim ve teknoloji hayatta kalmamız, konforlu bir yaşam sürmemiz ve başka birçok nedenle son derece önemlidir ancak insan her zaman faydaya yönelen bilimsel disiplinlerin sağladığı bilgilere ihtiyaç duymuşsa da bunlara ek olarak var oluşunu, evrendeki yerini, daha iyi bir yaşamın koşullarını, en iyi devlet şeklinin hangisi olduğunu, en iyi eğitim şeklinin hangisi olduğunu, dostluğu, ölümü, adil olanı da sorgulamış, bu konularda da bilgi edinmek istemiştir. Ben insanlığın bilim ve teknoloji konularında son derece yetkin ve hızlı bir biçimde bilgisini ve becerisini geliştirdiğini fakat özellikle “adalet” gibi meselelerde gerek düşünsel gerek eyleme dönüştürme anlamında çok ciddi biçimde sorunlu olduğunu düşünüyorum. Oysa bizi insan yapan olmazsa olmaz unsur adalettir, tüm canlılar için adil bir dünya kurmaktır; hiçbir gelişme hiçbir kazanım adil bir biçimde kurulmuş bir toplum yoksa görevini yerine getirmez, getiremez. Üstelik felsefe sorun tanımlamanın, sorunları yetkin bir biçimde cevaplamanın, kavramsallaştırmanın da yöntemini sağlar. Bu nedenle insan için felsefe bir zorunluluktur. Felsefenin yerini alabilecek, felsefeyi gereksiz, geçersiz kılabilecek bir disiplin olamaz bence.

Bazı felsefeciler, nörobilimin deneysel doğasının soyut felsefi sorulara cevap veremeyeceğini, felsefi soruların derinliği ile nörobilimin ampirik gerçekleri arasında bir denge kurmanın mümkün olmadığını savunuyor. Bilincin tamamen nörolojik süreçlerle açıklanamayacağı gibi. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?

Bu soruya son kısmı yanıtlayarak başlayayım. Bence bu sorunun “bilinç” ile ilgili kısmını olabildiğince doğru ve noksansız cevaplamak için beyin, davranış ve bu kavramlarla bağlantılı bazı süreçlere ilişkin bulgulara bakmak doğru olur:
Beyin fiziksel bir nesne, canlı bir organdır; davranış ise anlık olarak gözlemlenebilen geçici bir eylemdir. Beyin ve davranış aynı şeyler olmamakla beraber birlikte evrimleşmişlerdir ve biri diğerinden mesul olacak şekilde bağlantılıdırlar. “Bedensel Davranış” olarak bilinen ve düşüncelerle hareketlerin ayrılmazlığını ileri süren bir teoriye göre örneğin, birbirimizi kelimeleri dinleyerek olduğu kadar jestleri ve beden dilini gözlemleyerek de anlarız. Buna ek olarak sadece dille değil açık jestler ve beden diliyle de düşünürüz. Bu anlayış, beyni zeki bir varlık olarak beden işlevlerinden ayrılamaz kabul eder (Kolb, Whishaw ve Teskey, 2025: 3; 5).

Tüm davranışlar beyin işlevlerinin sonucunda ortaya çıkmaktadır. “Ruh”, “zihin”, “akıl” gibi kavramlar aslen beynin yürüttüğü işlemlere karşılık gelen kavramlardır. Beyin işlevleri motor faaliyetlere ek olarak düşünme, duygulanma, konuşma gibi karmaşık bilişsel işlevleri de gerçekleştirmektedir. Nörobilimin amacı davranışları beynin etkinlikleri üzerinden açıklamaktır. Beynin farklı bölgeleri farklı işlevler için özelleşmiş olmakla beraber bölgelerin yetkinlikle çalışması birbirleriyle iş birliğinin düzenli olarak sağlanmasına bağlıdır. Beyin-davranış ilişkisini anlamak bu nedenle belli bir bölgenin işlevi kadar başka hangi alanlarla bağlantılı çalıştığının bilinmesini de gerektirir. Örneğin, diğer kortikal alanlar ve subkortikal bölgelerle bağlantıları bulunan PFK farklı kaynaklardan beyne ulaşan girdileri taramak, ayıklamak, seçmek, değerlendirmek, anlamlandırmak, yeni düşünceler oluşturmak vb. yürütücü işlevlerden sorumlu iken amigdala duyusal bilgiyi duygu ve sosyal anlamla bezeyen bölgedir. Sonuç olarak beyin dinamik bir organdır ve tüm duygu, düşünce ve davranışlarımız beynin çalışmasının ürünüdür. Kalıtsal özelliklerimizin kişiliğimiz, olaylara karşı sergilediğimiz tepkiler ve hastalıklarımız üzerinde önemli etkisi varken tüm yaşantılar da gen açılım kalıplarını etkileyerek beyni değiştirmek suretiyle bizi değiştirirler (Ertuğrul; 2023:23-26; 42-43).
Platon “Devlet” eserinde (2023: 509e-511e) farklı var olanlar, bu farklı var olanlara dair değişen bilgi türleri ve bilme tarzları üzerine bir serimleme gerçekleştirir ve nesneleri bilme yollarıyla nesnelere dair bilgimizin kesinliğinin nesnenin yapısal özelliklerine bağlı olduğunu açıklar. Aristoteles de “Nikomakhos’a Etik” kitabında (2014:1094b10-20; 1095a5) “incelediğimiz konunun doğasının gerektirdiği açıklamaları yaparsak görevimizi yeterince yapmış olacağız. Çünkü gerçekte ayırım gözetmeden tüm tartışmalarda kesinliği araştırmamalıyız;(…). Çünkü seçkin bir insan, konunun doğası kabul ettiği ölçüde olup bitenlerin her cinsi için sadece kesinliği araştırır (…). Diğer yandan herkes bildiği şey hakkında doğru biçimde yargıya varır ve bu alanda iyi bir yargıçtır. Böylece o halde belli bir alanda, uygun eğitim alan kişinin yargısı doğrudur; oysa her uzmanlığı dışlayan bir konuda iyi yargıç, genel bir kültür sahibi kişidir” ifadelerini kullanmıştır.
Erich Kandel “The New Science of Mind and the Future of Knowledge” başlıklı makalesinde (2013) zihni biyolojik terimlerle anlama olanağının, zihnin yeni biliminden kazanılan içgörüleri felsefe, sosyal bilimler, beşerî bilimler ve zihin bozuklukları çalışmalarıyla yeni bağlantılar keşfetme yolunda kullanma olasılığı yaratacağını açıklar. Zihinsel işleyişin daha fazla veçhesini keşfetme doğrultusunda tanımladığı dört bağlantıdan birisi nörobilimin Sosyal Bilimler, Etik ve Kamu Politikasıyla olan bağlantılarıdır ve söz konusu bağlantılar özgür irade, kişisel sorumluluk ve karar alma konularında hem sosyal bilimlerle beşerî bilimlerin belli alanlarına özgü içgörüler hem de bilinçli zihinsel süreçleri anlamaya dair yeni yaklaşımlar sağlayacaktır. Kandel’e göre geçtiğimiz yüzyılda bilimler ve beşerî bilimler arasında ortaya çıkmaya başlayan ve ilk olarak C.P. Snow tarafından “İki Kültür” konferansında tanımlanan boşluk ortadan kalmış değilse de birlik idealine, kısıtlı bilgi alanları arasında tartışmalar açarak yaklaşmak en doğru tutum olacaktır.

Sonuç olarak bilimin, en doğru ve/ya adil yaşamın nasıl yaşanacağı yahut en iyi yönetim biçiminin hangisi olduğu gibi, felsefenin sorduğu bazı sorulara cevap veremeyeceği-böyle bir niyetinin de olmadığı, bu tarz soruların “bilimsel” nitelik taşımadığı ve bilimin çalışma kapsamında yer almadığı bilinmektedir.


Sonuç olarak bilimin, en doğru ve/ya adil yaşamın nasıl yaşanacağı yahut en iyi yönetim biçiminin hangisi olduğu gibi, felsefenin sorduğu bazı sorulara cevap veremeyeceği-böyle bir niyetinin de olmadığı, bu tarz soruların “bilimsel” nitelik taşımadığı ve bilimin çalışma kapsamında yer almadığı bilinmektedir. Ancak konu “bilinç”e geldiğinde, “bilinç”in bir var olan olarak kendine has ve benzersiz bir niteliği olduğuna dikkat etmek önemli: Bilinç beden-beyin-çevre etkileşiminden ortaya çıkan, fiziksel/biyolojik altyapısı çevre tarafından biçimlendirilen çok özgün, benzersiz bir var olan. Bu nedenle bilince yönelik sorular hem bilimsel araştırmalardan sağlanan nörobiyolojik, nörofizyolojik vb. verilerle hem de bu nörobiyolojik, nörofizyolojik süreçleri biçimlendiren kültürel unsurlara dair savlar üzerinden bütüncül bir biçimde aydınlatılmalı/aydınlatılabilecek gibi görünüyor. Örneğin epigenetik, nöroplastisite nörobiyolojik terimlerle açıklanabilmekte ancak plastisitenin ortaya çıkma biçimi çevresel özelliklere ve bireye bağlı olmaktadır. Aslında zaten örneğin etik disiplini “İyi nedir?”, “İyi yaşam nedir?”, “Doğru eylemi nasıl gerçekleştirebilirim?” diye sorarken nöroetik disiplini iyi yaşamaya, doğru eylemeye dair kuram geliştirmekten ziyade etik uslamlamalarla davranışların evrimsel, biyolojik, nörobiyolojik vb. alt yapılarını anlamaya yönelir; tıpkı siyaset felsefesinin örneğin, en iyi yönetim biçimini belirlemekle ilgilenirken nöropolitika disiplinin siyasal davranışlara temel teşkil eden beyin süreçlerine, davranışlara vb. odaklanması gibi. Bu noktada zihnin/bilincin felsefesinin yapılabileceğini ve mutlaka yapılması gerektiğini fakat bilinci yetkinlikle ve kapsayıcı biçimde açıklamanın/anlamanın bilimsel bulgular dikkate alınmadan gerçekleşemeyeceğini savunmak mantıklı görünüyor.

Richard Lewontin biyolojide saf indirgemecilik yerine daha bütüncül ve karmaşık bir anlayışı; organizmaların çevre, genetik ve toplumsal etkileşimler yoluyla bir bütün olarak anlaşılması gerektiğini savunur. Felsefi soruların bilimsel yöntemlerle açıklanamayacağını savunanlara göre, nörofelsefe bilimsel bir ‘indirgemecilik’ tuzağına düşüyor. Gerek bilimsel çalışmalarda gerek nörofelsefe özelinde indirgemeci bir yaklaşım her ne kadar sonuçları itibariyle olumsuz olarak kabul edilse de sanıyorum bu yaklaşımdan kolay kolay vazgeçmemiz pek mümkün olmayacak. Peki burada indirgemecilikteki sınırımız ne olmalı?

“İndirgemecilik” nörobilimin sık karşılaştığı bir eleştiri. Bu eleştiri “bilinç”in çok boyutlu ve karmaşık doğası düşünüldüğünde önemli noktalar barındırıyor ancak ben bazı itirazlar da getirilebileceğini düşünüyorum: “İndirgemecilik” eleştirisinin belli noktalara dikkat çektiğini görebiliriz:
Bunlardan ilki “qualia” meselesi. Nörobilim beynin çalışma şeklini, hangi bölgelerin belli görevlerde iş birliğine girdiğini vb. açıklama konusunda çok başarılı olsa da nörobilimsel açıklamalar bilincin öznel/fenomenal yönüne, “qualia”ya ilişkin soruları henüz tam anlamıyla cevaplayamamaktadır. Örneğin kırmızı rengi görmek nörofizyolojik açıklama sayesinde bilimsel anlamda bilinebilirse de kırmızı rengi görmenin deneyimi özneldir; öznel deneyimleri bilim henüz açıklayamamaktadır.
İkinci eleştiri zihinsel durumlarla duyguların, beynin fiziksel süreçleriyle tam olarak örtüşmeyeceği, fiziksel süreçlere indirgenemeyeceğidir.

Beyindeki kimyasal süreçler duyguların temelini oluşturabilir, ancak bu duyguların nasıl hissedildiği ve davranışlara nasıl yön verdiği daha derin bir düzeyde anlaşılması gereken bir meseledir.

Beyindeki kimyasal süreçler duyguların temelini oluşturabilir, ancak bu duyguların nasıl hissedildiği ve davranışlara nasıl yön verdiği daha derin bir düzeyde anlaşılması gereken bir meseledir. Ayrıca duygular, düşünceler gibi soyut olgular olarak zihinsel durumlar öznel ve kültürel bağlamlar üzerine de kurulduğundan sadece beyin aktiviteleriyle açıklanamaz. Üçüncü eleştiri sosyal ve kültürel bağlamla ilgilidir ve bilincin/zihinsel süreçlerin sadece biyolojik değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir bağlamda şekillendiğini, zihnin/bilincin evriminin insanların sosyal gruplarda nasıl etkileşimde bulunduklarına ve kültürel olarak nasıl şekillendiklerine bağlı olduğunu ancak bu unsurların nörobilimsel açıklamalarla aydınlatılamayacağını/nörobilimsel açıklamalara indirgenemeyeceğini ileri sürer.

Çok karmaşık bir yapı ve işlevsellik üzerinden çalışan beyin sadece hücrelerin çalışması üzerinden açıklanamaz-anlaşılamaz; böyle karmaşık bir ağ yapısı ve dinamik bir sistem, sistemsel etkileşimler beyin işlevinin ötesinde yeni özellikler belirmesine neden olabilir.


Bir eleştiri de karmaşıklık ve emerjans/beliriverme ile bağlantılı: Çok karmaşık bir yapı ve işlevsellik üzerinden çalışan beyin sadece hücrelerin çalışması üzerinden açıklanamaz-anlaşılamaz; böyle karmaşık bir ağ yapısı ve dinamik bir sistem, sistemsel etkileşimler beyin işlevinin ötesinde yeni özellikler belirmesine neden olabilir.
Bu eleştiriler Wilhelm Dilthey’ın bazı saptamalarıyla örtüşüyor bence: Dilthey “Hermeneutik ve Tin Bilimleri” kitabında (2011) bilimin nesne edindiği olguları ikiye ayırır. İlk grupta doğal olguları konu edinen “doğa bilimleri” vardır. İkinci gruptaysa “tin bilimleri” bulunur. Tarihsel/toplumsal gerçekliği konu alan bilimlerin hepsi “tin bilimleri” başlığı altında toplanmıştır. Doğal gerçeklik-tinsel gerçeklik ayrımını vurgulayan Dilthey’a göre doğa bilimleri doğal olgular arasındaki ilişkileri nedensellik ve nicelik yönünden açıklar, başka deyişle açıklamacıdır. Tin bilimleri ise ancak özel bir anlama konusu olabilen değerleri, normları, ideleri ve bunların anlamlarını -tinsel gerçekliği- nesne edinir. Tinsel gerçeklik açıklanmaz, anlaşılmalıdır. Doğa bilimlerinin temelinde olgu, tin bilimlerinin temelinde anlama bulunur (Özlem, 2012: 39-40). Tinsel olanın bilinebilirliğinin doğanın bilinebilirliğine kıyasla daha fazla kesinlik içermesi bu ikisinin yapısından ve insana verili olma açısından başkalıklarından kaynaklanır. İnsanlık tarihi bizzat insanın yaptığı bir şeydir. Tinsel yaşam doğal gerçekliğin aksine, üzerinde hakimiyet kurmanın hedeflendiği bir gerçeklik değil kavranması dilenen bir gerçekliktir (Dilthey;2011).

İnsanın eylemde bulunması için diğer insanların eylemlerini anlaması gerekir. “Anlama” duyulara dışarıdan verili işaretlerden hareketle içsel gerçekliğin bilinmesini sağlayan yöntemdir. Anlama ediminde ilk sorun herkesin kendi bireysel bilincine kapanmış olmasıdır. Bu nedenle bir şeyi kavrayan bir insan aslen kendi öznelliğini ifade etmiş olur. Bununla beraber tüm bireylerde benzer yapılarla işlevler ve süreçler bulunmaktadır. İnsan diğer insanları analojik çıkarım sayesinde anlayabilir. Ayrıca ruhsal durumla dışsal belirti arasında bir bağ kurma olanağı vardır. (Dilthey; 2011).
Bütün bu açıklamalara bakıldığında eleştirilerin nörobilimin zihni/bilinci anlama konusundaki sınırlarına işaret ettiği görülüyor. Ben indirgemecilik eleştirisini bir anlamda bazı cephelerde bilime getirilen “bilim var olanları, insanı parçalayarak anlar” eleştirisiyle de örtüştürüyorum.
Şimdi; nörobilim araştırmalarının sağlıklı ve patolojik zihne dair önemli veriler sunduğunu, bilinçli deneyimlerin beynin hangi alanlarının çalışması/iş birliği sonucunda gerçekleştiği vb. konularda çok önemli açıklamalar getirmekle beraber bilincin kuşatıcı bir açıklaması fenomenal veçheyi de kapsamak durumunda olduğundan henüz bu konuda bilimsel açıklamaların tatmin edici olmadığını biliyoruz. Öte yandan “bilinç”, “deneyim”, “anlam” gibi kavramlara ilişkin teorik sorular soran ve kavramsal analizler gerçekleştiren felsefe bilincin doğasını ve öznel deneyimi anlamaya ilişkin teoriler ortaya atar, bilim insanlarına bilinç-beyin bağıntısına dair önemli teorik temeller sunar ancak felsefenin sınırı da felsefi teorilerin soyut ve kavramsal nitelikleri itibariyle doğruluklarının ve/ya geçerliliklerinin deneysel olarak desteklenememesidir.
Nörobilim alanında zihin/bilinç üzerine ileri sürülen kuramlara bakıldığında üzerinde uzlaşılan genel kabulün zihnin/bilincin beden-beyin-çevre bütünselliği üzerinden ortaya çıktığı anlayışı olduğunu görebiliriz. Bilimsel kuramcıların hiçbiri zihni/bilinci noksansız ve tam doğru biçimde anladığı iddiasında değildir.

Nörobilimciler zihnin bilimsel bulgularla açıklanamayan “qualia” gibi niteliklerini kabul eder. Bilincin beyin olayları dışında bir şey olmadığı da savunulmaz.

Nörobilimciler zihnin bilimsel bulgularla açıklanamayan “qualia” gibi niteliklerini kabul eder. Bilincin beyin olayları dışında bir şey olmadığı da savunulmaz. Ancak her biri bu son derece karmaşık ve zor sorunu anlaşılır kılma adına zihnin/bilincin belli bir yönüne “odaklanır”. Bilim dışı alanlarda sık dile getirilen “bilimin insan dahil tüm var olanları “parçaladığı” eleştirisine gelince bilim insanlarının konusunu parçaladığını değil konusunun belli bir yönüne odaklandığını düşünmek daha doğru bence. Bu anlamda örneğin bir anatomist bir fizyoloğun veya bir dahiliyeci bir fizyoloğun, farmakoloğun, parazitoloğun vb. araştırmalarından bihaber değildir ancak herkes kendi alanına odaklanır ve elde edilen bilgilerin bütüncül bir anlayış ortaya konmasına çalışılır (hekimlik de bu bütüncül anlayışla icra edilir). Bence “bilinç” araştırmaları da böyle ilerliyor.
Buna ek olarak zaman zaman gözlemlediğim, “insanın biyolojiyle anlaşılmasının insanı belirlenmiş/”determine” bir varlık olarak gösterdiği”, “Darwin’in insanla hayvan arasında bir ayrım olmadığı yanılgısına düştüğü” saptamaları bazı çevrelerde kabul görse de, ciddi bilim ve felsefe çevrelerinde çok uzun zamandır evrimin gerçekliği sorgulanmamaktadır ve son otuz yıldır hem insan hem hayvan için genetik kavrayış yerini epigenetik kavrayışa terk etmiş olup “insanın özü” anlayışı zihnin çevresel koşullarla şekillenen plastik bir yapı sergilediği yönündeki bilimsel bulgular tarafından çöpe atılmıştır.


“Zihin/bilinç” tüm canlılarda, beden-beyin-çevre bütünselliğinin bir ürünü olarak çevre tarafından şekillendirilir; bununla beraber nörobiyoloji, nörofizyoloji yasalarıyla anlaşılabilir evrimsel, biyolojik bir temele de haizdir. Bugün insana kendisine özgü tüm yetileri kazandıran temelin, evrim sonucunda diğer canlılarınkinden daha fazla gelişen PFK olduğu bilinmektedir. Bunun sonucunda – bu noktada Aristoteles’in bilmede belirleyici olanın bilmeye konu olan nesnenin yapısı olduğu, farklı bilim alanlarında bilgiye ulaşma yolunun ve kesinliğinin değişeceği uyarısını tekrar anımsamakta fayda var- nevi şahsına münhasır bir var olan “bilinç” de hem fizik hem felsefe eğitimi almış Christoph Koch’un ifade ettiği gibi ampirik arayışın nesnesi olmak durumundadır – elbette beden-beyin-çevre bütünselliğini ve epigenetik niteliği de gözeten mültidisipliner bir çalışmanın bir unsuru olarak-. Bu nedenlerle bence bu noktada bilimsel açıklama basitleştirme değil arayışın doğasına özgü zorunluluktur. Örneğin birbirimizi anlamak elbette fenomenal, kişisel bir yön barındırır, anlamla bezelidir ancak insanın karşısındakini anlamasının temelinde ayna nöronların, zihin teorisinin bulunduğu da bilinmektedir.

Francis Crick “Eğer bilince nöronlar üzerinden bir açıklama getirmeyecekseniz bu “evrimle ilgileniyorum ama genler benim alanım değil” demeye benzer” sözleriyle bu zorunluluğu ifade etmektedir.

Francis Crick de “Eğer bilince nöronlar üzerinden bir açıklama getirmeyecekseniz bu “evrimle ilgileniyorum ama genler benim alanım değil” demeye benzer” sözleriyle bu zorunluluğu ifade etmektedir (Blackmore, 2017: 87-99;156-167).
Sonuç olarak bir kez daha “bilinç”in hem açıklanması hem anlaşılması gerektiğini ve bu görevin de ancak mültidisipliner bir çalışmayla gerçekleştirilebileceğini, açıklama olmadan anlamanın ve anlama olmadan açıklamanın yeteriz kalacağını söylemek doğru olur bence.

Organik bir beyin hasarı sonucu ortaya çıkan zihinsel bozukluklar materyalist bir zihin teorisi görüşü için yeterli bir delil midir?

Jean Pierre Changeux, Paul Ricoeur ile yaptığı söyleşide (Changeux ve Ricoeur, 2021: 14) artık beyni genler tarafından önceden imal edilmiş hazır devrelerden oluşan bir tür bilgisayar olarak kabul etmeye gerek kalmadığını, nöronlar arası bağlantıların beynin gelişimi süresince aşamalı olarak kurulduğunu ve yeni doğan canlının çevresi ve kendisiyle etkileşim süreci tarafından güçlü bir biçimde düzenlenen deneme-yanılmalarla seçimlere dayandığını açıklıyor. “Beyin” artık tamamlanmış bir “genetik bütün” değil; türe özgü bir genetik çerçeve içinde türlü epigenetik izlerin ardışık ve iç içe bir biçimde nöronal ağa dahi olduğu bir süreç söz konusu. Beyin içinde sürüp giden yarışmalar türün biyolojik evrim aşamasından başlayarak fiziksel, toplumsal ve kültürel çevreyle organik bağlar kuruyor. Böylece beşerî ve sosyal bilimlerle biyoloji arasında da çok verimli bir “arayüz” oluşturuluyor. Hem organik beyin hasarları hem Phineas Gage vakası gibi vakalar beyin- davranış, beyin-kişilik bağıntısını kanıtlıyor elbette; zihin Changeux’nün tanımladığı üzere klasik adlandırmaların ötesine geçen mültidispliner bir açıklama-anlama bütünselliği gerektiriyor.

Thomas Nagel’in Yarasa Olmak Neye Benzer? makalesi subjektif yaşantıları, nöropsikolojik bulguları bilmeden zihin hakkında yorum yapamayacağımızı savunuyor. Benzer şekilde Levine bilinçli durumların nöral durumlara indirgenebileceğini söylerken bir açıklama boşluğu sorunundan bahseder, bilincin fiziksel şeylere indirgenebilse bile fiziksel şeyler tarafından açıklanamaz oluşu bilincin fiziksel bağlantılara indirgenemeyeceğini göstermez mi? Bu sorunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nagel’in makalesinin (1974) temel savı “fenomenal bakışın bir bilince sahip olma durumunun asli kısmını oluşturduğu, bu nedenle de fiziksel ve/ya matematik terimler üzerinden açıklanan nesnel bir insan doğası kavramına indirgenemeyeceği”dir. Bilinçli bir zihne sahip olmak öznel bir bakış açısına sahip olmak ve öznel bir bakış açısı taşımak da bilinçli olmak demektir. Bilinç ve öznellik arasındaki bağıntı biri olmadan diğerini düşünemeyeceğimiz kadar güçlüdür. Bilinçli bakış açısının içsel gizlilik niteliği bilincin indirgeme yoluyla açıklanabilir olmasını engeller. Buna ek olarak Nagel “şayet zihinsel gerçekliğin fiziksel açıklaması doğru olsaydı zihinsel gerçekliğin fenomenolojik niteliği fiziksel açıklamaya olanak tanırdı” argümanını öne de sürer. Oysa bu olanaksızdır. Nagel ne kadar çabalarsak çabalayalım yarasa ve tüm diğer yaratıkların öznel bakış açısının daima ve tümüyle “bilinemez, anlaşılamaz” olarak kalacağını yazar. Bununla beraber kendisi organizmaların yeterince benzer olmaları durumunda birbirlerinin bakış açısını kavraması, aralarında aşılamaz bir filogenetik uçurum yoksa farklı türlerin birbirini anlayabilmesi olanaklıdır, şeklinde devam ederek sadece kendi bakış açımızı kavrayabileceğimiz fikrinden uzak durur (Nagel; 1974).

Nagel’in iddiası, “Zor Sorun” başlığı altında David Chalmers (1995) tarafından ifade edilen savla örtüşür. Chalmers bilinç üzerinde yürütülen çalışmaları “zor sorun” ve “kolay sorun” olarak ayırmış ve “kolay sorun” kapsamında sıraladığı “uyaranları ayırt etme ve bunlara yanıt verme”, “enformasyon akışlarını bütünleştirme”, “dikkat, davranışı istemli olarak kontrol edebilme” gibi hususların bilimsel yöntemlerle açıklanmaya/anlaşılmaya uygunken “zor sorun” kapsamında tanımladığı “bilinçli deneyimlerin öznel yönü” meselesinin bilimsel yöntemlerle çalışılmaya uygun olmadığını, bu olanaksızlığın da nörobiyoloji tarafından açıklanan ve açıklanamayan arasında bir “açıklama boşluğu” yarattığını yazmıştır. Daha açık bir ifadeyle “bilincin zor problemi”, “beynin tüm fenomenal içerikleri bütünleşik hâle getirmeyi nasıl başardığı” sorusudur. Fenomenal özellikler bizi biz yapan özellikler olduğundan tamamlanmış bir bilinç kuramı bu soruyu yetkinlikle cevaplandırmalıdır.
Crick ve Koch ile Stanislas Deheane ise bu anlayışa itiraz ederler (Blackmore, 2017: 87-99;156-167; Crick ve Koch, 1990; Deheane, 2001; 2022).
Kompütasyonel bir bilinç kuramı ortaya koyan Deheane (2022) bu kuramıyla fenomenal bilinç konseptini sorgular zira ona göre bilinçli deneyimin fenomenal bir özellik taşıdığını ileri sürmek – kompütasyonel açıklamalar bilinçli durumların doğasının bir parçası olan fenomenal yönü açıklayamasa da- sorunlu ve yanıltıcıdır.
Crick ve Koch, 1990’da yayınladıkları “Towards a Neurobiological Theory of Consciousness” başlıklı makalelerinde bilincin bilimsel olarak çözülebilir bir sorun olduğu temel savını kanıtlamak amacıyla bilinci çalışmaya uygun bir kuramsal çerçeve tanımlamışlardır. Bu sava göre bilincin kökeni nöral olarak belirlenebilir. Bilincin bilimsel yöntemlerle çalışılmasının iki temel koşulunu/kabulünü: “Belli bir anda bazı aktif nöral süreçler bilinçle bağlantılıyken (BNB-Bilincin Nöral Bağlantıları), diğerleri bağlantılı değildir ve bilinçle bağlantılı olan ve olmayan nöron aktiviteleri arasında nörobilimin açıklayabileceği bir farklılık bulunmalıdır” ve “Farklı türdeki bütün bilinçli deneyimler aynı temel mekanizmayı kullanırlar; bir bilinçli deneyimdeki bu mekanizma anlaşılırsa tüm bilinçli deneyim modaliteleri de anlaşılabilir” şeklinde açıklarlar. Araştırmacılara göre bilincin bilimsel yöntemlerle araştırılmasının nörobiyolojik çerçevesi altı hipotez tarafından sınırlandırılabilir ve bu altı hipotezden biri, tamamlanmış bir bilinç kuramı duyguları da açıklamak zorunda olsa da, “qualia”nın, BNB’sinin kesin olarak açıklığa kavuşturulana dek görmezden gelinmesi gerektiğidir. Bu bağlamda kendileri orta ve arka beyin yapılarının fenomenal bilinçte etkin olmadığını -bu nedenle araştırmalarda üzerinde durulmaması gereğini- de belirtmektedirler (Blackmore, 2017: 87-99;156-167; Crick ve Koch, 1990; 2003).
Crick (Blackmore, 2017: 87-99) beyinde gerçekleşen şeylerden çoğunun bilinçdışı meydana geldiğini, asıl amaçlarının bilinçli durumlarla bilinçdışı olanlar arasındaki beyin etkinliği farkını açıklamak olduğunu ifade etmiştir. Bilinçle alakalı asıl sorun beynin algılanan şeylerin farklı yönlerine yanıt oluşturan nöronal ağlar tarafından meydana getirilen farklı enformasyon akışlarını tutarlı ve bütünleşik biçimde birbirine bağlama yetisidir.

Bilincin bazı nöron koalisyonları arasındaki bağıntıya dayandığına dair genel fikir birliğine vurgu yapan araştırmacıya göre nöron koalisyonları bilinçli olabilir yahut olmayabilir; bilincin asli işlevi kişiye daha karmaşık davranış seçenekleri sunmaktır.

Bilincin bazı nöron koalisyonları arasındaki bağıntıya dayandığına dair genel fikir birliğine vurgu yapan araştırmacıya göre nöron koalisyonları bilinçli olabilir yahut olmayabilir; bilincin asli işlevi kişiye daha karmaşık davranış seçenekleri sunmaktır. Eğer “zor problem” üzerinde çalışılmaya başlanacaksa öncelikle “bir BNB kapsamında yer almayan ancak bir BNB tarafından belirlenen bir nöronal aktivite” şeklinde tanımladıkları “yarıgölge/pneumbra” anlaşılmalıdır. Koch ise biyolog Bateson’un kimya bilmesine rağmen tek bir hücredeki özgüllüğün nesilden nesle aktarımını anlamadığını söylemesini anımsatarak bugüne dek sadece pozitif bilimle yol alındığını ve filozofların özellikle soru ortaya atma ve bazı sorunları netleştirme konusunda katkı sağlasalar da bilince dair “asla açıklanamayacak” biçimindeki belirlemelerinin temelde dil oyunlarına dayandığını ve bilinci anlama yolculuğunun ampirik bir mesele olduğunu belirtir.

Vilayanur Ramachandran


Ramachandran “qualia” hakkında çalışan bir başka nörobilimci. Kendisi “Beyindeki Hayaletler” (2008: 267-287) kitabında bilincin öznel niteliğini içinde barındıran devrelerin esas olarak (amigdala, septum, hipotalamus veya insular korteks gibi) temporal lob bölümleri içerisinde yer aldığını ve frontal loblara uzanan tek bir alanda, singulat girusta yerleşim gösterdiğini açıklar. Ramachandran bu yapıların etkinliğinin kendisinin “Qualianın Üç Özelliği” adını verdiği üç önemli kriteri sağlaması gerektiğini savunur. Bu üç yasayı ortaya atma nedeni bilincin biyolojik kökeninin sorgulanmasını teşvik etmektir. Evrenin esas gizemini “evrenin biri birinci diğeri üçüncü tekil şahıs bakışından gerçekleştirilen iki tanıma sahip olması” biçiminde açıklayan araştırmacıya göre “qualia”, “bilimsel betimlemelerin eksik kalmasını sağlayan beyin durumu safhaları”dır ve qualia sorunu sadece zihin-beden sorununa özgü değildir; bu nedenle de doğada qualia dünyasıyla madde dünyası arasında büyük bir ayrıma başvurmak gerekli değildir. Ramon y Cajal’ın qualia ile bağlantılı nöronlara “psişik nöronlar” adını vermesinden ve Crick ile Koch’un “qualianın primer duyusal alanların alt tabakalarındaki bir sıra sinir hücresinden kaynaklandığı” açıklamasından söz eden Ramachandran “bu yaklaşımlar tek bir ana nedenden, indirgemeciliğin bilimde en başarılı strateji olması gerçeğinden ötürü cezbedicidir” diye yazar. Kendisi “qualia ile yüklü algı” ile “qualia ile yüklü olmayan algı” ayrımını gerçekleştirerek ilkinin yüksek beyin merkezleri tarafından değiştirilemez, dolayısıyla “kurcalamaya” dirençli ve diğerinin de esnek olduğunu açıklar. Qualianın önemli bir niteliği “geri alınamazlık”tır. Qualianın ikinci önemli özelliği “qualia yüklü duyularda seçme olanağı bulunması” ve üçüncüsüyse “qualia yüklü temsillerin, bu temsiller temel alınarak oluşturulan kararlar konu olduğunda temsilin, üzerinde çalışabileceği kadar uzun süre varlığını koruması”dır. Kendisi qualiaya ilişkin bulgularını “qualia yüklü “ne” sisteminin belleği vardır çünkü algısal temsil zemininde seçim yapmakla ilgilidir ve seçim zaman gerektirir. Buna karşın “nasıl” sistemi qualia ile yüklü değildir, belleğe ihtiyaç göstermez çünkü gerçek zamanlı işlemlerle ilgilidir, gerçek seçimler yapmakla ilişkili değildir” şeklinde yorumlamaktadır (2008: 267-287). Filozofların “qualia” dediği şeyi felsefi meseleden ziyade bilimsel bir soruna dönüştürmeye çalıştığını ve qualiayla bilincin temelini meydana getiren sinir sistemi devresine dair iki önemli ipucunun iki farklı nörolojik bozukluktan -“pendunkuler halüsinozis” ve “akinetik mutizm”- geldiğini açıklayan Ramachandran (2008: 288-298) qualia meselesini “benlik”le, “gerçekten yaşayan içimizdeki “ben”le” beraber ele almak gerektiğini yazmıştır. Farklı benlik türlerini tanımlayan araştırmacı algısal qualianın belli duygularla hedeflere bağlandığını ve bu sayede kişiye seçim yapma olanağı sağlandığını eklemiştir.
Bence “bilinç” kavramını çok genel bir biçimde “bazı nörobiyolojik süreçlerin ve beden-beyin-çevre etkileşiminin sonucunda ortaya çıkan yetiler bütünü” şeklinde çerçeveleyebiliriz. Bu yetiler kapsamına bilincin fenomenal yönü elbette dahil ancak “öğrenme”, “bilme”, “anımsama”, “karar verme”, “düşünme”, gibi süreçler de dahil.

Öznel bakışın bilinçli zihnin bir özelliği olması bilinci noksansız ve kuşatıcı bir biçimde bilmenin zorunlu koşulu olmasına yol açmaz bence. Üstelik biz yarasa olmayı bilmeyiz fakat bir yarasa da başka bir yarasa olmanın ne anlama geldiğini bilemez.

Öznel bakışın bilinçli zihnin bir özelliği olması bilinci noksansız ve kuşatıcı bir biçimde bilmenin zorunlu koşulu olmasına yol açmaz bence. Üstelik biz yarasa olmayı bilmeyiz fakat bir yarasa da başka bir yarasa olmanın ne anlama geldiğini bilemez. Nagel’in “şayet zihinsel gerçekliğin fiziksel açıklaması doğru olsaydı zihinsel gerçekliğin fenomenolojik niteliği fiziksel açıklamaya olanak tanırdı” argümanı da “bir şeyi düşünebilmemizin o şeyin var olmasına temel sağlayacağı” argümanına benzer şekilde sorunlu; her ikisi de düşünebilmenin var olmayı zorunlu kılmadığı durumlar. Her ne kadar bilincin bilişsel ve duygusal yönleri birbirinden kopartılabilir değilse ve “qualia” şu an için gerçekten de “açıklanamaz değil ama açıklanamıyor” görünse de geçmiş deneyimler bunun değişebileceğini düşünmemiz için güçlü veriler sağlıyor bize.
Ben fenomenal bilincin/öznel olanın “anlaşılamaz/bilinemez” oluşunu evrimsel bir kazanım olabileceğini düşündüm. Fenomenal bilinç “bir şeyi o şey yapan şey” anlamında türe nelik ve türün tek tek bireylerine de “kişisel kimlik” sağlayan özellik olarak hem benzersiz olmamızı hem de topluma benzememizi sağlıyor olabilir. Benzersizliğin/kişisel kimliğin/mahremiyetin temelinde fenomenal olanın bilinememesi ve topluma, toplumla uyumlu olabilecek ölçüde benzemenin ve anlaşılabilmenin temelinde de ayna nöronlar ve zihin teorisi bulunuyor.

Tüm hayatını siyah beyaz bir odada geçirmiş bir sinirbilimcinin kırmızı renginin neye benzediğine dair her şeyi biliyor olmasına karşın ilk kez kırmızı rengi gördüğünde beyinde yeni bir algı oluşur mu? Eğer deneyimler bir şeyin bilinmesinde en önemli faktörse o zaman deneyimlenmemiş hiçbir şeyi gerçekte bilemez miyiz?

Bu “Mary’nin Odası” deneyini anımsatan bir soru. Bu düşünce deneyi bir insanın belli bir deneyimi hatasız ve noksansız olarak bilmek için gerekli tüm bilimsel bilgiye sahip olduğu halde bu deneyime dair kişisel bir yaşantı edinmemişse deneyimi gerçekten bilip bilemeyeceğini sorgular. Görmek ve kırmızı rengi görmek fiziksel, nörofizyolojik temelli bir süreçtir. Bir nörobilimci bu konuyu hatasız ve noksansız olarak bilse dahi “kırmızı renk deneyimi” yoksa kırmızı görmekle ilgili fenomenal deneyimden yoksundur. Başka deyişle kırmızı görmeye ilişkin bilişsel içeriğe sahiptir ancak fenomenal bilince/qualiaya sahip değildir.
Bir şeyi nasıl, hangi yoldan ve hangi kesinlikte bilebileceğimiz o şeyin varlık özelliklerine bağlıdır. Bilimsel bilgi, deney ve gözlemle kazanılır; bu deney ve gözlemi kendimiz gerçekleştirmemiş olsak dahi dolaylı yoldan bilimsel bilgiye sahip olabiliriz. Ancak bir çiçeğin kokusu, bir baş ağrısı, bir denizin mavisi, bir melodi, bir mutluluk anı, bir öfke anı vb. deneyimler deneyimleyene özgüdür; bu nedenle bu deneyimleri bizzat yaşamadığımız sürece kırmızıyı, mutluluğu, acıyı, denizin mavisini bilemeyiz. Deneyim ayrıca, algılarımız, hislerimiz ve duyularımız aracılığıyla dünyayı anlamamızın ve anlamlandırmamızın temel kaynağıdır. Bu nedenle bence bu nörobilimci ilk kez kırmızı rengi gördüğünde hem beyninde yeni bir algı oluşur hem de anlam dünyası değişir.

Bilinçli olanla bilinçsiz olanı ayıran sınır nedir? Heil’in ikincil zihin durumu önermesini ve farkındalık faktörünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bilinçli olanla olmayan arasındaki ayrıma iki cepheden bakmak doğru olur, diye biliyorum. Bunlardan ilki psikiyatri disiplininin gerçekleştirdiği ayrım. Bu ayrıma göre organizma devamlı olarak çok yüksek sayıda ve çeşitlilikte uyarana maruz kalır. Ancak hem kendi içinden hem de dışarıdan gelen uyaranların sadece bir kısmının farkında olabilir; kendisine ulaşan uyaranların önemli kısmı bilinçli algılama eşiğinin dışında kalır. Aksi durum söz konusu olsaydı başa çıkılamaz bir karışıklık söz konusu olacağı düşünülünce bu çalışma şeklinin homeostatik anlamı açıkça görülür. Organizmanın sonsuz sayı ve çeşitlilikteki uyaran arasından ayıklama yaparak bilinçli farkındalığı kısıtlaması kendi yetileriyle gereksinimleri uyarınca gerçekleşmektedir. Bu bağlamda “bilinçlilik” “uyanıklık” ve “farkında olma” ifadeleri ile karşılanabilir (Öztürk, 2023: 48-49).
Freud’a kadar davranışların bilinçli bir düşünceye ve/ya güdüye dayanarak açıklanamaması durumunda beyindeki bozukluklar açıklama olarak gösterilirken Freud normal ve anormal ruhsal olaylar, davranışlar arasında işlem açısından başkalık bulunmadığını, anormal olaylar ve durumların ortaya çıkma sürecinde de benzer işlemlerin etkin olduğunu fakat bunların yüzeysel bir bilinç kavrayışı üzerinden açıklanamayacağını, bir başka kavrama, “bilinçdışı” kavramına başvurmak gerektiğini savunmuştur. Böylece Freud psikanaliz kuramını geliştirirken çalışmalarının daha erken bir döneminde ruhsal aygıtı tanımlamak üzere “topografik ve strüktürel varsayımlar”dan söz eder. “Topografik varsayım” beyindeki anatomik bölgelere işaret etmemekte, insanın bilinçli ve bilinçdışı yaşantısını kavramsal ayrımını sağlamaktadır. Sonraları kendisi bu terimin yerine “zihinsel nitelikler” terimini getirmiştir. Bu kapsamda “bilinç(li) (conscious)”, “bilinçöncesi (preconscious)” ve “bilinçdışı (unconscious)” terimleri zihinsel süreçlerin özelliklerine işaret etmektedirler (Öztürk, 2023:48-49).
“Bilinçlilik”, “gerçeklerle uyumu ön planda gören mantıksal düşüncenin belirleyici olduğu kısım”dır. Bilinçli zihinsel süreçlerin temel özelliği “bilinçlilik”tir. Bilinçlilik durumunda duygular, düşünceler ve anılarda yer, zaman ve neden-sonuç bağıntıları gerçekle uyumlu olarak kurulur ve bu temellere göre yapılandırılan eylem de adaptiftir.

Bilinçlilikte egemen olan düşünce, erken çocukluk dönemindeki ilkel ve gerçeği tanımayan düşünceden, kişinin öğrenip olgunlaşması sonucunda ayrışıp gelişen “ikincil süreç düşünce”dir.

Bilinçlilikte egemen olan düşünce, erken çocukluk dönemindeki ilkel ve gerçeği tanımayan düşünceden, kişinin öğrenip olgunlaşması sonucunda ayrışıp gelişen “ikincil süreç düşünce”dir. İnsan belli bir zamanda, bilinci içinde ayrımını yapamadığı çok sayıda duygu ve düşünce barındırır. Bilinçli bir çaba göstererek çağrılabilen anılar, duygular, düşünceler ve dürtülerin bulunduğu kısma “bilinçöncesi” denmektedir. “Bilinçdışı” ise kişinin özel gayretiyle bilince çağrılamayan ancak bazı özel yöntemlere başvurularak açığa çıkartılabilen yaşantıların saklı bulunduğu ruhsal bölmedir. Bu bölmeler arasında kesin ayrımların bulunmadığı, bilinç-bilinçöncesi-bilinçdışı arasında bir süreklilik ve dinamik bir etkileşim bulunduğu bilinmektedir. Bu anlamda çok önemli bir husus bilinçdışında yer alan isteklerin, anıların vb. yer ve zamandan bağımsız olarak güçlerini muhafaza etmesi ve davranışlar üzerinde belirleyici olmasıdır. Bu, insan davranışlarının tamamen bilinçli ve mantıksal düşünmenin ve istencin sonucunda ortaya çıkmadığı anlamına gelir. Bilinçdışı korkular, saplantılar kişi farkına varmadan onun davranışlarını güçlü bir biçimde etkileyebilir, belirleyebilir. (Öztürk, 2023: 48-49).
Nörobilim alanında Benjamin Libet’nin (1999; 2004) çok bilinen deneyi ise terimin bir başka cepheden araştırılmasına/soruşturulmasına olanak sağlar. Eccles’in “bilinçli niyetin ve/ya iradi eylemin hazır olma potansiyelinden önce gerçekleşmesi gerektiği” savı üzerine düzenlediği deneyinde Libet “hazır olma potansiyelinin, bilinçli olarak verilen bir eylemde bulunma kararından önce gelip gelmediğini” araştırır. Ortaya çıkan sonuç özgür iradenin varlığını ciddi biçimde şüpheli hale getirir ve bugün bile sonuca bağlanmamış tartışmaları başlatır. Deneyde iradi eylemi hazırlayan beyin sürecinin eylemi gerçekleştirmeye yönelik bilinçli iradeden önce geldiği ortaya çıkmış, sonuç “beynin birey bilinçli bir biçimde bir eylem gerçekleştirme isteğini fark etmeden daha önce hareketi organize etmektedir” şeklinde açıklanmıştır. Libet, deneyinin birçok kez doğrulanan neticesine rağmen determinizmi savunmamış, deneyini özgür iradeye yer açacak şekilde yorumlamış ancak sorular çoğalmış ve tartışmalar sonuca bağlanmamıştır.
Farklı disiplinlerden gelen bulgular bize kesin bir biçimde “bilinç”in zihnin bir bölümü olduğunu, zihnimizde “bilinçli” olayların/olguların/niteliklerin yanı sıra bilincinde olmadığımız duyguların, düşüncelerin vb. bulunduğunu ve bunların yetişkin anlamlandırma biçimimizi ve bu anlamlandırmanın da davranışlarımızı belirlediğini gösteriyor; başka deyişle bilinçli olanla olmayan arasında kesin bir sınır yok, iç içe geçmiş ve dinamik bir işleyiş var.

Sokrates’in en önemli ödev olarak belirlediği “kendini bil” ödevi gerçekten en zorlu kişisel savaşımız. Kendimizi ne kadar bilebilirsek o kadar özgür olmaya ve olabildiğince özgür eylemeye yaklaşıyoruz.


Heil’ın (2000: 167), birinci ve üçüncü kişi perspektifine ek olarak bahsettiği ve “belli bir konuda belli bir inanca sahip bir insanın bu inancı, sıklıkla görüldüğü üzere bilinçdışı bir inanç olabilmektedir. İnsan, birçok inancı, düşünceyi, vb., bunları taşıdığının bilincinde olmadan taşır. Ancak kişi bu inançlara, düşüncelere vb. sahip olduğuna dair bir farkındalık kazanırsa, “özel bir ikincil bilinç” kazanmış olur” ifadesiyle ayrıntılandırdığı “ikincil zihin durumu”nu ben kendi açımdan “özgür irade” ve/ya “özgür olma” ile bağlantılı görüyorum. Çünkü bence insan seçemediği bir genetik yapıyla seçemediği bir dış çevreye doğuyor ve ağırlıklı olarak çevre tarafından biçimlendirilen genetik yapısı özellikle erken dönem yaşantıları üzerinden onun kim olduğunu belirliyor. Bence özgürlük kendini tanımakta ve neyi neden yaptığını bilmekte yatan ve anlardan oluşan bir süreç. Sokrates’in en önemli ödev olarak belirlediği “kendini bil” ödevi gerçekten en zorlu kişisel savaşımız. Kendimizi ne kadar bilebilirsek o kadar özgür olmaya ve olabildiğince özgür eylemeye yaklaşıyoruz; belki her şeyi değiştiremiyoruz ama en azından çoğu şeyin nedenini biliyoruz. Bu da özgürlüğe, özgür olmaya en yakın tanım ve koşul bence.

Damasio’ya göre bilinç monolitik değildir, basit ve karmaşık türlere ayrılabilir. Bu durumda sanırım bitkilerde de tek hücrelilerde de bilinçten bahsetmek mümkün. Peki bu durum bilinç kavramının anlamını buharlaştıran bir durum olmaz mı?

Bitkiler hakkında hiç bilgim yok. Hayvanlar hakkında bir şeyler söyleyebilirim: Damasio (1995; 1999) “Descartes’in Yanılgısı” kitabında “zihinsel durumların bedenleşmiş olduğu” ve “zihnin zihin-beden-çevre etkileşimi dikkate alınmadan anlaşılamayacağı” olgularına özellikle dikkati çeker – Descartes’in yanılgısı bu olguları anlayamamış/görememiş ve zihinle bedeni birbirinden kopartmış olmasıdır- Damasio’nun savının temelinde yatan, beynin kendi iç ve dış çevresiyle olan etkileşiminin zihnin dünyaya dair bir temsil oluşturma durumunu belirlemesidir. “Bilinç”, beden-beyin-çevre etkileşimi belli bir karmaşıklık düzeyine ulaştığında ortaya çıkan bir beyin özelliğidir.

Tam anlamıyla gelişmiş bir bilinç “uyanıklık”, “işlevsel bir zihin” ve “benlik algısı” gerektirir ve bunlar aynı zamanda “bilinç”in ayırtkan niteliklerini de oluştururlar.

Tam anlamıyla gelişmiş bir bilinç “uyanıklık”, “işlevsel bir zihin” ve “benlik algısı” gerektirir ve bunlar aynı zamanda “bilinç”in ayırtkan niteliklerini de oluştururlar. Bir önemli nokta, Damasio’nun “bilinç” tanımında duygusal ve bilişsel süreçlerin kopmazlığıdır; bilinç karmaşık duygusal ve bilişsel etkileşimlerin ürünüdür. Bütün bunlara ek olarak bilinç, benlik algısıyla beraber gelişir. Bilinç de benlik de farklı karmaşıklıkta türlere ayrılırlar. En basit bilinç türü basit bir biyolojik fenomen olarak tanımlanan, insana özgü olmayan ve canlıya “şimdi ve burada olma” hissini sağlayan ama geleceğe dair bilgi vermeyen “çekirdek bilinç”tir. “Genişletilmiş/yayılmış bilinç” ise çekirdek bilinç üzerine inşa edilen, kendisi de farklı düzeyler sergileyen, canlıda kendi şimdisine ve geleceğine dair belli düşünceler yapılandırarak bireyliğini kazandıran ve canlının yaşamı boyunca değişen bilinçtir. Damasio’ya göre beynin etkileşimde bulunduğu her nesne için durmaksızın yeniden üretildiği geçici bir yapı olan “Merkezi benlik” çekirdek bilincin içinde ortaya çıkar. Merkezi benlikten türeyen “Otobiyografik benlik” ise bir kişiyi o kişi yapan, ona biricik olma özelliği kazandıran yapı olup, canlının farklı yaşantılarının düzenlenmiş anılarıyla ilişkilidir. Damasio, (1995; 1999) insana insansal yaratıcılık sağlayan unsuru, insanın diğer canlılardan daha karmaşık bir genişletilmiş/yayılmış bilince sahip olması, biçiminde açıklar.

Panksepp “Türler Arası Afektif Sinirbilim” (2015: 37; 629) kitabında kuramının merkezi ilkesini “öznel hisleri de dahil olacak şekilde duygusal süreçlerin hayvanlarda da insanlarda da eylemleri kontrol eden nedensellik zincirinde anahtar rol oynadığı” şeklinde ilan eder. Bu hisler insanda çok sayıda karmaşık davranışsal seçeneğe dayanan çeşitli doğal iç değerleri sağlamaktadırlar. Ancak bu tür iç duygular zihinsel olaylar olmayıp nörobiyolojik temellidirler. Duygusal hisler basit değer kodlama mekanizmaları sağlayarak yeni davranışları yönlendirmeye yardımcı olur. Yüksek korteks süreçlerinin evrimi doğanın organizmaların kendi içsel biyolojik değerleriyle başa çıkmada daha etkin yollar sağlamasının bir yolu olarak kabul edilebilir. “Zihin Arkeolojisi” (Panksepp, 2024:9; 23; 33-44) tüm memeli beyinlerinde bulunan temel biyolojik değerlerin, insanda sıra dışı biçimde gelişmiş olan neokorteksin çok altında, subkortikal alanlarda ve aynı temel plan korunarak yapılandığını göstermektedir. Deneyimleri olumlu veya olumsuz olarak değerlendiren ve sağkalımı dikkate alan zihnin birincil/ilksel işlevler düzeyi “ARAYIŞ”, “KORKU”, “ÖFKE”, “ARZU “, “BAKIM”, “PANİK/YAS” VE “OYUN” olarak sıralanan en az yedi temel afektif sistem içerir. Bu sistemlerin her biri özgül davranış biçimlerini yönetir ve afektif bilincin farklı türlerini meydana getirir. Panksepp “Bilincin Türleri” tablosunda bilinci “afektif” ve “bilişsel” olarak ayırır. Beyindeki Duygusal-Afektif Denetim Seviyeleri/Beyin içindeki genel denetim seviyeleri ise “Birincil Süreç”, “İkincil Süreç Duygular ve “Üçüncül Duygulanımlar ve Neokortikal Farkındalık İşlevleri” olarak üçe ayrılır. Sub-neo-kortikal ilk seviye duygusal duygulanımları, homeostatik duygulanımları ve duyusal duygulanımları içerirken en üst seviye bilişsel-yönetici işlevleri, duygusal tekrarları ve özgür iradeyi kapsamaktadır. Panksepp, pek çok bilişsel bilimci ve felsefeci sadece özgün, beyne ait yeteneklerimize dair düşünmeyi seçse de bu tutumun zihnin kökenini anlamaya yardım etmediğini vurgular. Beyinlerimizin en eski afektif yapıları, beden yapılarımız ve biyokimyamızdan açıkça belli olan, diğer hayvanlarla evrimsel akrabalığımızı bir kez daha gösterir; evrim ortak ilkelere çeşitlilik getirmiştir. İnsanı daha yaratıcı, kültürel ve daha fazla düşünebilen bir canlı yapan unsur, gelişmiş üst beyin bölgelerimizdir; benzersiz zihinlerimiz üst neokortikal genişlemenin sağladığı bilişsel zenginliklerin sonucudur. Bu durumun sonucu olarak insan zihninin derin kökleri/arkeolojisi öteki canlıların zihinlerinin anlaşılmasıyla bilinebilir/anlaşılabilir (Panksepp, 2024:9; 23; 33-44).
Hem Damaiso hem Panksepp’in -ve Crick ve Koch, Merlin Donald vb. başka bazı nörobilimcilerin de- araştırmalarına baktığımızda aslında evrimin türlere kazandırdığı tarihsellikle, türlerde sinir sisteminin evrimleşme süreciyle örtüşen bir bilinç kavrayış biçimi görüyoruz. Bu yaklaşım “bir bilinç anlayışı” olarak bilimsel bulgularla desteklenmesinin yanı sıra biyolojik temelli bir var olan olarak “bilinç”i evrimsel tarihselliği üzerinden araştırmaya/açıklamaya/anlamaya yönelen bir yaklaşım. Bu bağlamda “bilinç”i çalışmak, onun bağlı olduğu beden-beyin-çevre bütünselliğini tarihselliği, türlerin evrimsel nişlerini gözeterek çalışmak anlamına geliyor. “Bilinç”in farklı türler sergilemesi de bu durumun doğal bir sonucu bence. “Bilinç”i farklı yetiler üzerinden değil de sadece -bence oldukça muğlak kalan- akıl, düşünme ve/ya rasyonellik gibi insana özgü olmakla nitelenen tek bir yeti üzerinden belirlenen yekpare bir yapı olarak anlamak insanı hayvandan apayrı gören, evrimsel yapılanmaları, süreçleri dikkate almayan bir anlayışın ürünü olarak bilimsel verilerle örtüşmüyor.

Dr. Jaak Panksepp

Bu noktada asıl mesele bilincin hangi noktada başladığını düzgünce belirlemek: Tüm canlıların tepki ve davranışlarının amacı canlılığı sürdürecek şekilde çevre koşullarına uyum sağlamaktır. Sağlıklı bir canlının davranışlarının çoğu çevreye ve koşullara uyumludur. İç ve dış ortamdaki koşullarla değişimleri algılamak, canlılığın devamı için uyumlu tepkiyi belirlemek ve gerçekleştirmek için üç tip organa/sisteme gerek vardır: Çevre koşullarını algılamak için alıcı organlar, bu koşullara uygun davranışı belirlemek için karar organı ve belirlenen davranışı gerçekleştirmek için tepki organları. Bu sistem tüm canlılarda vardır ancak ilkel canlılarda uzmanlaşmamıştır; gelişmiş canlılarla insanda ise uzmanlaşmıştır. Evrimsel hiyerarşide, sinir sisteminin en ilkel basamağı tek hücrelilerde izlenir. Bu canlılarda bu tek hücre sinir sisteminin işlevini üstlenmiştir. Çok hücrelilerde hücrelerden biri sinir sistemi işlevini görür. Çok hücreli canlılar evrimsel skalada yükseldikçe sinir sistemi işlevini üstlenen hücre yapısal değişime uğrar; canlı karmaşıklaştıkça bilinen anlamda bir sinir sistemi şekillenir. Sinir sisteminin evrimleşme amacı çevreye uyum sağlamaktır. Canlılar evrimde ilerledikçe biriken değişimler yüksek memelilerde ve insanda yeni bir nitelik sıçraması olan zekâya dönüşür (Öktem, 2023: 1-9).
“Bilinç”ten söz etmek için -en azından canlılarda- çevreyle etkileşime giren bir sinir sistemi olması şart. Fakat dediğim gibi, “bilinç burada başlıyor”, diyebileceğimiz noktayı belirlemek biraz zor. Chalmers da (Blackmore, 2017: 52-64) insanların bilinçli olduğunu düşündüğümüzü ve neredeyse hepimizin kediler, köpekler ve şempanzelerin de bilinçli oldukları konusunda hemfikir olduğumuzu, farelerle balıkların bilinçli olduklarını kimleri reddetse de bu canlıların da algısal alanları olduğundan bir tür bilinçli deneyime sahip olduklarını düşünmenin makul olduğunu ve bu şekilde daha aşağılara ilerlemenin olanaklı olduğunu açıklar. Chalmers’a göre karmaşık bilgi işlemenin olduğu her yerde karmaşık bir bilincin de varlığını kabul edebiliriz; bilgi işleme basitleştikçe daha basit bilinç türleriyle karşılaşırız.

Christof Koch ise evcil bir hayvanı olan çoğu insanın kediler, köpekler ve maymunların bilinçli olduğu konusunda mutabık olduğunu ifade eder ve “maymunlar bizim sahip olduğumuz zenginlikte bir bilinç taşımaz, Macintosh veya temsili demokrasiyi bilmezler ancak hissedebilir ve görebilirler; beyinleri bizimkine benzer” açıklamasını getirir. Koch’un da sorusu “bu durumun evrimsel merdivende nereye kadar gittiği”dir. Kendisinin önerisi “bilinç için yeterli karmaşıklıkta davranışlara sahip olmayı” bir “ölçüt” olarak belirleyerek bunu sınamak amacıyla doğuştan gelmeyen ve basmakalıp olmayan davranışlara sahip olup olmadıklarına ve yeni şeyler öğrenmek üzere hızla öğrenip öğrenmediklerine bakmak olur (Blackmore, 2017: 156-167). Dediğim gibi, bilinci canlıların evrimsel nişlerine göre değişen yetiler bütünü olarak ele almamak, sadece insan bilinci üzerinden belirlenen yekpare -ve muğlak- bir özellik olarak ele almak bilimsel bulgularla örtüşmeyen bir yaklaşım. Halihazırda bilincin açıklanmasından veya anlaşılmasından değil ancak betimlenmesinden söz etmek daha doğru olacağından* anlam açısından bir sorun görmüyorum ben, bilakis daha esnek bir anlayış sağlıyor bu bize.

İnsan beyninde başka canlılarda bulunmayan bir yapı bulunmuyor. Tek farklılık orantısal farklılık. Buna ek olarak genellikle hayvanlarda sadece refleksif ve içgüdüsel davranışları olduğu kabul edilir. Çağdaş nörobilimsel çalışmalar bu konu hakkında neler diyor? Eğer bu davranışların ötesinde bilişsel, davranışsal becerileri var ise bunlar nelerdir ve tüm bunlar insanın evrimsel gelişim sürecine, insana özgü zihinsel ve bilişsel becerilerin ortaya çıkmasını sağlayan şeye dair neler söyleyebilir?

Jeolojik zaman ölçeği muhtemelen 4,6 milyar yıl önce dünyanın, 3,5 milyar yıl önce canlılığın, 1,5 milyar yıl önce ökaryotik canlıların ve 1 milyar yıl önce hayvanların kökenine işaret eden biyolojik ve jeolojik olaylara dikkat çekmektedir (Miller ve Harley; 2016: 120). Dünya hiçbir zaman değişmeden kalmamış, büyük jeolojik olaylar, iklim değişiklikleri, vb. çevre koşulları değişimlerine göre canlıların bazısı yok olmuş, bazısı değişimlere uyumlanmış bazısı da değişime direnç göstermiştir** (Demirsoy; 2023: 326).
Biyologlara göre bir nesne yedi özelliğin hepsini eşzamanlı olarak gösteriyorsa “canlı” olarak kabul edilir. Bu özellikler: “düzen, düzenlenme, büyüme ve gelişme, enerji işleme, çevreye tepki verme, üreme ve evrim” olarak açıklanır. Yine biyologlara göre dünya dışında bir gezegende yaşam olduğuna dair kanıt bulunmuyorsa da bir başka gezegende canlılık mevcutsa bu dünya dışı yaşam aynı özellikler üzerinden tanımlanabilecektir. Canlılar “bacteria, Archaea ve Eukaria” adlarını taşıyan üç domaine ayrılır; dünya üzerindeki her organizma bu domainlerden birine dahildir. Eukaria domaini “Plantae, Fungi ve Animalia” gruplarını kapsar (Simon ve ark.; 2017: 7-9). “Hayvanlar” “besinlerini yemek suretiyle elde eden ökaryotik çok hücreli heterotrof organizmalar” şeklinde tanımlanmaktadır. Bilim insanları hayvanların koloni oluşturan kamçılılardan evrimleşmiş olduğunu varsayarlar. Moleküler veriler çok daha öncesini göstermekle beraber bulunmuş olan en eski hayvan fosili 550-575 milyon yıl yaşındadır. Hayvanlar Prekambriyen denizlerinde diğer organizmaları yiyen çok hücreli canlıların evrimleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Hayvanların çeşitlenmesinin 535 milyon yıl önce başlayıp 525 milyon öncesine dek Kambriyen periyodu boyunca hızlandığı görülmektedir.

Son yarım milyar yılda hayvan evrimi ağırlıklı olarak sadece Kambriyen denizlerinde ortaya çıkmış olan hayvan formlarındaki varyasyonları üretmiştir.

Son yarım milyar yılda hayvan evrimi ağırlıklı olarak sadece Kambriyen denizlerinde ortaya çıkmış olan hayvan formlarındaki varyasyonları üretmiştir. Bu hızlı çeşitlenmenin nedenine dair farklı hipotezler ortaya atılmış olmakla beraber ana kontrol gen takımının- kompleks vücutlar için gereken genetik çerçevenin- zaten bulunduğu ve hayvan şubeleri arasında izlenen vücut formu çeşitliliğinin çoğunlukla bu genlerin gelişen embriyo içerisinde ifade edildiği yer ve zamandaki varyasyonlarla bağlantılı olduğu açıklanmaktadır (2017: 338-339). Zoologlar bugün çok hücreli hayvanlara ait 34 şube belirlemiş olup bunların her biri kendisini karakterize eden bir vücut planı ve farklı özelliklerle tanımlanmaktadır. Bunların tamamı Kambriyen patlaması sırasında ortaya çıkmış muhtemelen yüz kadar şubeden hayatta kalmış olanlardır. Bugün bildiğimiz vücut yapılarının -büyük olasılıkla- tamamı ve ayrıca fosillerden bilinen diğer çoğu yeni plan sadece birkaç milyon yıl içerisinde evrimleşmiştir (Hickman ve ark.; 2016: 182). Genetik verilerdeki bolluk evrim biyologlarının hayvan gruplarını revize etmesini sağlamış ve bugün hem yapısal hem genetik benzerlik üzerinden tanımlanan dokuz ana hayvan şubesinin evrimsel akrabalık ilişkilerini gösteren güncellenmiş bir hipotez ortaya konmuştur (Simon ve ark.; 2017: 340). İnsanları ve onların en yakın akrabalarını içeren grup olan chordata/kordalılar kendilerine has bazı temel özellikleri paylaşırlar. Kordalılar omurgalıları, omurgalılar tetrapodlarla amniyotları içerir. Amniyotların iki soy hattından biri sürüngenleri diğeri memelileri oluşturmuştur (2017: 354-355; 360).

İnsanlık yaşam ağacında çok genç bir daldır. İnsan evrimi atasal anthropoidden Homo sapiens’e uzanan bir merdiven olarak görülmemelidir çünkü insansıların tarihinde birkaç insan türünün aynı anda bulunduğu zamanlar olmuştur.


İnsanlık yaşam ağacında çok genç bir daldır. İnsan evrimi atasal anthropoidden Homo sapiens’e uzanan bir merdiven olarak görülmemelidir çünkü insansıların tarihinde birkaç insan türünün aynı anda bulunduğu zamanlar olmuştur. Bilim insanları 20 kadar insanı fosili tanımlamışlardır; insan filogenisi bir merdivenden ziyade çalıya benzetilmektedir (Simon ve ark.;2017: 362-263). İnsanların 400 milyon yıl önce dört ayaklı omurgalıların, 25o milyon yıl önce memelilerin bulunduğu bir dalda ve “primat” adı verilen memelilerin alt gruplarından birini barındıran çok daha ufak bir dalda belirdiği açıklanmıştır. Bu primat dalında ortaya çıkışımız en az 50-60 milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Yaklaşık 5-8 milyon yıl önce şempanzelerin ve modern insanların atalarının yer aldığı dal ikiye ayrılmış olup bu dallardan biri günümüz şempanzelerini diğeri modern insanları içermektedir (Wood; 2015: 10-11)
Ramachandran (2015: 18-19) beynin evrimleşme sürecini anlamadan nasıl çalıştığının anlaşılamayacağını yazmıştır. Biyolojik sistemlerde yapı, işlev ve köken arasında güçlü bir birlik bulunduğundan bunlardan birini anlamanın yolu diğer ikisini bilmekten geçer.

İnsanın benzersiz zihinsel niteliklerinin çoğu beyin yapılarının farklı nedenlerle evrimleşmesinden kaynaklanmaktadır. Evrimin fırsatçı ve rastlantısal doğası sürekli kendini gösterdiğine vurgu yapan araştırmacıya göre aynı ilke insan beyninin evrimleşmesinde daha da güçlü bir biçimde etkinlik göstermiştir.

İnsanın benzersiz zihinsel niteliklerinin çoğu beyin yapılarının farklı nedenlerle evrimleşmesinden kaynaklanmaktadır. Evrimin fırsatçı ve rastlantısal doğası sürekli kendini gösterdiğine vurgu yapan araştırmacıya göre aynı ilke insan beyninin evrimleşmesinde daha da güçlü bir biçimde etkinlik göstermiştir. Evrim, kuyruksuz maymunun beyninin pek çok işlevini radikal bir biçimde başka amaçlara uygun hale getirerek yepyeni işlevler ortaya çıkaracak yöntemler bulmuştur. Bu durumun sonucu kuyruksuz maymun olmanın çok ötesine geçen bir türün meydana gelmesi olmuştur.
Hayvan davranışı araştırmalarına bakıldığında “biliş” “eylemlerin ve duygusal durumların sonuçlarını öngörme, karmaşık sorunları çözümleme ve diğer bireylerin duygusal durumlarını yorumlamak üzere kendiliğini gösterme becerisi” olarak tanımlanır. Kimi zaman hayvan davranışı içgüdüsel olarak nitelense de aslen, genetik ve öğrenme hayvanların sinir sisteminde bütünleşir ve davranışsal seçenekler genetikle çerçevelenir ama genetikle sınırlı kalmaz. Hayvanda “biliş” en üst düzeyde, sorunlara özgün çözüm tasarlamak yahut gelecekteki bir duruma yönelik planlama yapmak üzere yaratıcılık yetisini içerir ve dürtüsel olmayan davranış geliştirilmesini sağlar (Breed ve Moore, 2015). (Bu noktada Koch’un (Blackmore; 2017: 156-167) evrimde bilincin nerede başladığını belirlemek amacıyla “bilinç için yeterli karmaşıklıkta davranışlara sahip olmayı bir ölçüt olarak belirleyerek bunu sınamak amacıyla doğuştan gelmeyen ve basmakalıp olmayan davranışlara sahip olup olmadıklarına ve yeni şeyler öğrenmek üzere hızla öğrenip öğrenmediklerine bakmak” önerisini anımsamakta fayda var).

Bazı araştırmacılar “zekâ” kavramını “bir canlının kendi doğal ve sosyal çevresinde hayatta kalabilme doğrultusunda sorunları çözme hızı ve başarısındaki yetkinlik” olarak tanımlar.


Hayvanlar açısından zekânın evrensel olarak kabul gören bir tanımı olmadığı gibi, hayvan zekâsını ölçmek için uzlaşılmış bir prosedür de bulunmamaktadır. Hayvanların kendi çevrelerinde öğrenmesi gereken şeyler geniş farklılık gösterir. Bazı araştırmacılar “zekâ” kavramını “bir canlının kendi doğal ve sosyal çevresinde hayatta kalabilme doğrultusunda sorunları çözme hızı ve başarısındaki yetkinlik” olarak tanımlar. Bazı karşılaştırmalı psikoloji ve evrimsel psikoloji araştırmacılarıysa zihinsel ve davranışsal esnekliğini zekâ ölçümü için uygun parametreler olarak kabul eder; bu yaklaşım hayvanın normal repertuarının bir parçası olmayan yeni çözümlere göndermede bulunur (Roth ve Dicke, 2005).
Hayvanlar sürekli kararlar almak durumundadır. Memeliler davranışlarını değişen taleplere göre düzenleyebilirler. Bu davranışsal optimizasyonu sağlayan bilişsel yetiler “yürütücü işlevler” olarak adlandırılır ve bu filogenetik başarı prefrontal devrelerin sağladığı bilişsel esnekliğe bağlanır. Bilişin nöral temeli genellikle kortikal mekanizmalara dayandırılmaktadır. Ancak son çalışmalar kuşlarda korteks bulunmadığı halde memelide prefrontal korteks (PFK) ile bağlantılı bilişsel yetilerin kanatlıdaki varlığını ve kuşların bilişsel yetilerinin primatlarla eşdeğer olduğunu göstermiş, bu bulgular kanatlılarla memelilerde önbeynin hücresel düzeye varana dek bağlantısallık ve işlevsellik benzerlikleri sergilediğine dair nörobiyolojik keşiflerle desteklenmiştir (Emery ve Clayton, 2004; Güntürkün, 2005; Güntürkün ve Bugnyar, 2016).

Geleneksel kavrayışın, üst düzey bilişselliği korteksle bağlantılı kabul etmesine karşın kuşlarda korteks bulunmadığı halde bu canlıların yüksek düzey bilişsellik sergilemesi nedeniyle özgün kortikal mimarinin ileri düzey bilişsel yetilere temel olarak gösterilemeyeceği savlanmaktadır.


Araştırmalar memelide yürütücü görevlerle bağlantılandırılan PFK’in kanatlılardaki eşdeğerinin “Nidopallium Caudolaterale (NCL)” olduğunu göstermiştir. Kanatlı ön beyninin kortikal telensefalon alanında yerleşim gösteren bu yapı, memeli PFK’ine benzer şekilde mültimodal bütünleştirme merkezidir; NCL nöronları bilişsel operasyonları kodlar ve üst düzey duyusal girdiyi limbik ve motor yapılarla bağlantılandırır. Kuşlarla memelilerde işlevsel analoglar olan PFK ve NCL ortak atadan türemiş olmayıp tamamen farklı ve bağımsız evrimsel hatları temsil ederler. Geleneksel kavrayışın, üst düzey bilişselliği korteksle bağlantılı kabul etmesine karşın kuşlarda korteks bulunmadığı halde bu canlıların yüksek düzey bilişsellik sergilemesi nedeniyle özgün kortikal mimarinin ileri düzey bilişsel yetilere temel olarak gösterilemeyeceği savlanmaktadır (Atoji ve Wild, 2009; Güntürkün, 2005; Güntürkün ve Bugnyar, 2016; Herold ve ark., 2011).
Özel örneklerle belirtmek gerekirse sefalopodlar (kafadan bacaklılar), memeli etoburlar, korvidler (kargagiller), yunuslar ve primatlarda zekice sorun çözme, ahtapot, bıldırcın, sıçan ve primatlarda gözlemsel öğrenme, kuşlarda deneme yanılma yoluyla öğrenme, korvid ve primatlarda zihinsel zaman yolculuğu, maymun ve şempanzede sayma, ekleme, çıkarma, sıçanlarla güvercinlerde genelleme ve sayma, fillerde ve gorillerde alet kullanımı, şempanzeler ve Afrika gri papağanında sembolik dilin temel elemanlarını kullanma, anlamlı-anlamsız kombinasyonu ayırma becerileri bulunduğu açıklanmıştır.

Güvercinler değişik harfleri tanıyabilir, cansız nesnelerin fiziksel niteliklerini sınıflandırabilir, eğitim alırlarsa Monet ve Picasso tablolarını ayırabilirler.

Sosyal biliş bağlamında elde edilen bulgularsa primatlar, köpekler, filler ve kemirgenlerde empati yetisi, maymunlarda ve farede kendisini başkasının yerine koyma, şempanzelerde akraba olmayan bireylere yardım, yunus, fil, maymunda hedefli yardım/özel ihtiyaçları anlayarak yardım etme, şempanzelerde beraber avlanma, siyasi rakiplere karşı birleşme ve düşmana karşı bölgeyi birlikte koruma, mevki ve dişiler için rekabet etme, şempanzelerde bireycil yerine toplumcul davranmayı seçme, maymunlarda kavgaları sonlandırma ve toplum kurallarını çiğnemenin protesto edilmesi, maymunlarda ve fillerde ölümü bilme, ölüme tepki verme, primatlarda “kültürel çeşitlilik” olarak tanımlanan biçimde özellikle yeme ve alet kullanımıyla alakalı birbirinden davranış ve beceri edinme ve öğrenilenleri aktarma, maymunda anımsama ve kin gütme, kaygı verici durumda kendini ve başkalarını rahatlatmak için zengin bir davranış repertuarı sergileme, öksüz yavruları evlat edinme, yunusta üst düzey taklit ve sosyal yoldan alet kullanımını öğrenme ve aktarma, fillerde aynada kendini tanıma, şempanzelerde yüz tanıma, maymunda taklit, yüksek mevkideki şempanzede güdü denetleme, makaklarda hatasını anlama, oyun, kapuçinlerde hakkaniyet duygusu gibi yetilerin varlığını göstermektedir. Birçok yırtıcı kuş türü görsel algılama ve sınıflandırma becerisine sahiptir. Güvercinler değişik harfleri tanıyabilir, cansız nesnelerin fiziksel niteliklerini sınıflandırabilir, eğitim alırlarsa Monet ve Picasso tablolarını ayırabilirler. Primatlarla koyunların temporal korteks nöronlarının tercihen kendi türlerinin ve insan, köpek gibi diğer türlerin yüzlerine “cevap verdikleri” gösterilmiş olup, potansiyel olarak tehlike oluşturan türlerle uyaranları algılama ve türler arası sosyal ilişkiler açısından bu tanıma önemlidir. Farelerde, kanatlılarda ve atlarda geçişli çıkarım/transitive inference becerisi de açıklanmıştır. Ayrıca primatlar, köpekgiller, papağanlar, kargagiller ve yunuslarda kişilik tanımlamaları ve şempanzelerle köpekte baskın kişilik özellikleri tanımlanmıştır. (Bräuer ve ark., 2020; Breed ve Moore, 2015; De Waal, 2008; De Waal, 2018; Gazes, Chee ve Hampton, 2012; Steirn, Weaver ve Zentall, 1995; Shettleworth, 2000; Strain, 2008; Tomasello ve Call, 1997; Vasconcelos, 2008).

“Bilinç” kavramını insanın sergilediği yetiler üzerinden tanımlanan yekpare bir yapı olarak değil, türlerde evrimsel/tarihsel bir biçimde yapılanmış bilişsel ve duygusal işlevler bütünü olarak ve her türe kendisine uygun bilişsel/duygusal görevler belirleyerek çalışmak daha doğru bir yaklaşım.


Jeolojik zamanların özellikleri, jeolojik zamanlarda canlıların çeşitlenmesi ve bu çeşitlenmenin şekli, evrim süreci, canlıların evrimsel akrabalıkları, sinir sisteminin evrimleşmesi, davranışların beden-beyin-çevre bütünselliğinin ürünü oluşu ve hayvanlarda bulunan bilişsel ve duygusal yetiler hakkında bildiklerimiz “bilinç”le ilgili bazı sonuçlara ulaşıyor bence. Bunlardan ilki bilinç araştırmalarına antroposantrik değil biyosantrik bir bakışla yönelmek gerektiğidir. “Bilinç” kavramını insanın sergilediği yetiler üzerinden tanımlanan yekpare bir yapı olarak değil, türlerde evrimsel/tarihsel bir biçimde yapılanmış bilişsel ve duygusal işlevler bütünü olarak ve her türe kendisine uygun bilişsel/duygusal görevler belirleyerek çalışmak daha doğru bir yaklaşım. İnsan için ayırt edici olduğu düşünülen çok sayıda davranışsal aşamanın en azından nüve biçiminde hayvanlarda da bulunduğunun gösterildiği (Korkmaz; 2013: 141) ve yukarıdaki bilgiler de dikkate alındığında insanın evrimsel gelişim sürecine, insana özgü zihinsel ve bilişsel becerilerin ortaya çıkmasını sağlayan şeye dair, insan beynindeki yapıların ve işlevlerin diğer hayvanlardan bazı yönlerden farklılıklar gösterdiği, ancak bu farklılıkların çoğunlukla orantısal olduğu, insan beyninde var olan yapıların, evrimsel açıdan baktığımızda, temel hayatta kalma ve çevreyle etkileşimde bulunma becerilerini sürdüren hayvanlarla benzerlik taşıdığı, insanda Mayr’ın (2016: 289-322) işaret ettiği avlanmaya geçme, bipedalizm, ellerin serbestleşmesi, uzun süren postnatal bakım, genişleyen sosyal gruplar ve bu geniş ölçekli sosyalleşmeden kaynaklanan yeni bilişsel gereklilikler vb. çok sayıda etmenin insana ayrıcalıklı bilinç özelliklerini kazandıracak şekilde evrimsel sürecin bir parçası haline geldiği söylenebilir.

Beyin plastisitesi bize beynin kültüre uyarlanmasının sadece psikolojik değil, nörobiyolojik temelli olduğunu gösteriyor. Yani beyin-kültür etkileşimi çift yönlü gerçekleşiyor. Böylece plastisite zihin-beden problemine dair felsefi yaklaşımları yeniden şekillendiriyor. Bu durum nörofelsefe için ne ifade etmektedir? Bireyin davranışsal, bilişsel olarak yeniden yapılanması, insan doğası, bilinç, kimlik bağlamında nasıl bir bakış açısı sunar?

Malabou (2018), nörobilimsel bulgulardan yola çıkarak “bilinç” ve “kimlik” kavramları üzerinden siyasal bir okuma gerçekleştirir ve bazı sorular/öneriler ortaya atar. Söyleminin girizgâhını entelektüel ve akademik çevrelerde beynin gerçek bilgisine ulaşmayı engelleyen ideolojik dirence yönelik eleştiri oluşturur; oysa çağdaş biyoloji bugün maddeyle bağını koruyan yeni bir anlam bilimi sunmaktadır ve bu bilimin organı da beyindir. Bugün beyin ve bilincin aynı şey olup olmadığı tartışması güncelliğini yitirmiştir çünkü aynı anda felsefi, bilimsel ve siyasi karaktere sahip olabilen yapısıyla beyin, insanı bir “beyin bilinci” kurmak zorunda bırakmaktadır. Bedenin biteviye olarak beyni yeniden yapılandırması beden-beyin bütünselliğini öne çıkarır, genetik belirlenimden özgürleştirip bireye özgü bir biçim alabilen beynin bu tanımlanması epistemolojik bir devrimdir.
Başlangıçta nörobilim bulgularının, tüm düşünce, istek, duygulanım ve bilgilerin sinirsel yani biyolojik bir temele dayandığını gösterdiği özellikle vurgulanır. Bu durumun sonucunda ortaya çıkan “nöral benlik” anlayışı da özneye yeni bir açıdan bakabilmenin yolunu açar. Joseph LeDoux’nun “”benlik”in yani senin kim olduğunun özü, beynindeki nöronlar arası karşılıklı bağlantısallık örüntülerini yansıtır” ifadesine vurgu yapan Malabou (2018) “nöronal kişilik” tezinin temeli sinaptik plastisite olarak belirler. Plastisitenin üç tipi gebelikle başlayıp doğumdan sonra en az altı ay süren embriyo ve çocukluk dönemi gelişimsel plastisitesi, yaşam boyu süren nöronal bağların değiştirilmesi biçimindeki plastisite ve onarıcı plastisite olarak sıralanır. Gelişimsel plastisite, genetik temelin çevre etkisiyle biçimlendirilmesini kapsar. Sadece insana özgü olmayıp en ilkel sinir sistemlerinde bile görülebilen ve nöronal bağların hayat boyu değiştirilebilmesi anlamına gelen yaşam boyu süren plastisite, bireyin deneyimlerine bağlı bir tür yaratıcılık içerir. Onarıcı plastisite ise beynin, patolojik bir durumu takiben ortaya koyduğu plastisitedir.

“Nöronal insan” bugünün siyasal, sosyal ve ekonomik yapılanmasıyla benzeşmekte, sinir sistemi ve dünya, beyin ve küreselleşme arasında “aynılaşma” bulunmaktadır.


Beynin çalışma biçimiyle siyasi yapılanmayı örtüştüren söyleminde Malabou (2018), Donald Hebb’in, beynin, sinapsların deneyimlerin etkisiyle kendi bağlantılarını ve etkinliklerini biçimlendirdiğini ve tüm öğrenme süreçlerinin nöral yapıyı değiştirdiğini savunan hipotezine de atıfta bulunur. “Biçim almak, etki altında kalmak, eğilip bükülebilmek fakat eğip bükememek” anlamında “esneklik” ile “şeklini kaybeden malzemenin eski haline dönememesi” anlamında “plastisite” kavramları günümüz kapitalist siyasetinin iki öznesini de tanımlar. “Nöronal insan” bugünün siyasal, sosyal ve ekonomik yapılanmasıyla benzeşmekte, sinir sistemi ve dünya, beyin ve küreselleşme arasında “aynılaşma” bulunmaktadır. Bu benzeşmenin/aynılaşmanın temelinde, “biyolojik özne” ile “siyasi özne” arasında kapitalizm kurallarınca inşa edilen yapısal bir bağlantı bulunur. “Benliğe fazla sadık olmayan esnek birey” kamusal alanın özelleştirilmesini ve bireylerin, devletin sağlaması gereken sağlık, eğitim vb. hizmetleri, özel sektörden seçerek satın almak zorunda kalan müşterilere dönüştürülmesini benimseyen, eğitim, adalet, sağlık vb. güvencelerin devlet tarafından gereğince sağlanmadığı bir yaşam biçiminin itaatkâr ve uysal insanıdır. Kariyerci yaşam biçimine uyum sağlayamaması durumunda bunun bedelini depresyonla ödeyen esnek bireyin karşısında siyasal sorumluluğunun bilincinde olan, bir yere kadar uysallık ve tahammül gösteren, sonrasında karşı duruş alan “plastisite sahibi birey” vardır. Malabou’nun (2018) en önemli mesele olarak işaret ettiği soru beyin plastisitesi bireye değişme ve gelişme olanağı tanımanın yanı sıra onu manipülasyona açık olmak ve koşullandırılmaya direnmek arasında bıraktığına göre plastisitenin farklı bir özgürlük anlayışının şekillenmesine mi neden olduğu yoksa yeni bir koşullanma olasılığı mı yarattığı sorusudur.

Catherine Malabou

Malabou’nun bu soru(n)larla başa çıkmak üzer dönmemiz gereken filozoflardan biri olarak Hegel’in Efendi-Köle diyalektiğinin de meselelerinden biri yaşantıların, insanlar arası etkileşimin etkisi sonucunda zihnin/bilincin ve kim olduğumuzun değiştiğidir.
Boris Cyrulnik “Un Merveilleux Malheur” kitabında (1999) çocukluktaki olumsuzlukların, zorlukların ancak yetişkinlikte anlamlandırılabildiğini ve yetişkinlikte bu anlamlandırmayı başaran kişilerin davranışlarını anlamayı düzenleyen sözcüklerden birinin “rezilyans” olduğunu yazar. Fizikten sosyal bilimlere intikal ettiğinde terim “normal koşullar altında ciddi bir olumsuz sonuca yol açma riski barındıran bir zorluk karşısında kişinin toplumsal açıdan kabul görecek biçimde kendini olumlu anlamda geliştirerek yaşama ve başarılı olma becerisi” anlamına bürünmüştür. Rezilyans hayatın bir anında kim olacağımızın kaçınılmaz olarak çevresel, duygusal ve sözel ortamımızdan hareketle biçimlendirmemizi gerektiren doğal bir süreçtir. Güçlüklerle dolu çocukluk dönemlerini geride bırakabilen kişilerin hemen tamamının bir “yaşam teorisi” yapılandırdıkları, rezilyan olmalarını sağlayan bir iç kararlılığa sahip oldukları görülmüştür. Öte yandan hayatın darbeleri karşısında direnebilmeyi sağlayan iç güç olarak rezilyansı anlamak kimi zaman, kişide itiraf edilemeyecek bir duygusal yatkınlık bulunması anlamına gelebilir. Cyrulnik (1999) bir araştırmada rezilyan olmayı sağlayan unsurlar olarak “zamanı sakince yönetme”, “değerli sosyal etkinliklere yönelme”, “özgecilik” ve “mizah yeteneği”nin saptandığını yazar. APA’nın “sıkıntılı durumlar, travma, trajedi, tehlike ve hatta ağır stres kaynakları (…) karşısında uyum sağlama süreci” şeklindeki rezilyans tanımını aktaran Southwick ve Charney (2023: 21-24) ise bu yetinin karmaşık ve çok boyutlu doğasına işaret ederek bazı insanların travmatik süreçlerden yara almadan çıkmayı başarırken diğerlerinin işlevselliğini kaybetmesinin ardındaki etmenlerin araştırılmasının önemine değinir ve Cyrulnik gibi onlar da rezilyansın çok katmanlı multifaktöriyel bir beceri olarak tanımlayarak farklı başa çıkma mekanizmalarıyla ilişkilendirirler.

Beyinle, bilinçle, kimlikle ilgili tüm olumlu ve olumsuz süreçlerin temelinde plastisite bulunuyor.


Beyinle, bilinçle, kimlikle ilgili tüm olumlu ve olumsuz süreçlerin temelinde plastisite bulunuyor. Bu nedenle biz tezimizde rezilyansı, bilinç-kimlik etkileşiminin beden-beyin-çevre üzerinden yapılanmasına, dolayısıyla bir dereceye kadar kişiye müdahale olanağı tanımasına dayanarak, Malabou’nun “Beynimizle Ne Yapmalıyız?” sorusuna cevap olarak belirledik ve kişisel sorumluluğumuzu rezilyan olma -amorf olmama olarak tanımladık.
Fakat bir yandan Steven Rose ve Hilary Rose’un (2018:12 ) plastisiteye, daha doğrusu plastisitenin sunulma ve anlaşılma biçimine ilişkin uyarısı da bence mutlaka dikkate alınmalı: “Nörobilim Zihnimizi Değiştirebilir mi?” başlıklı kitaplarının amacını “umutları günümüz neoliberal politik ekonominin bir parçası olan uydurma örneklerin yükselişinden ayırmak” şeklinde tanımlayan yazarlar kamu politikalarında büyülü bir terim olarak ifade edilen plastisite sayesinde nörobilimden güç alan çabalarla eşitsizlik ve fakirliğin üstesinden gelinebileceğine dair gerçekçi olmayan bir vaat ortaya atıldığı eleştirisini yaparlar: Kötü koşullarda barınan, yetersiz beslenen çocukların yaşadığı öğrenme güçlüklerinin temelinde beynin işleyişi değil çok küçük bir azınlığın giderek zenginleşirken yoksulların daha da yoksullaşmasına neden olacak şekilde hükümetin gerekli politikaları bilinçli olarak uygulamaması bulunmaktadır. Böyle bir politik ekonomi ve bu sistemin yol açtığı olağanüstü eşitsizlikler çok ufak bir azınlığa mensup çocukları daha da ayrıcalıklı kılarken diğerleri mahrumiyetlerini doğuştan/kader olarak kabul etmekte, özgüvenleri zedelenmektedir. Bu durum karşısında ise asıl sorumlu olan kapitalizm değil aileler suçlu çıkarılmaktadır. Sonuç olarak nörobilimin zihnimizi hem değiştirebileceğini hem değiştiremeyeceğini ileri süren yazarlara göre (2018: 105-106) bu değişim bilimle toplumun karşılıklı şekillendirilmesi gereğinin başka türlü ifadesidir.

Duygularla düşünceleri değiştirmek için fiziksel ve kimyasal araçlar üreten bir bilim zihnimizi değiştirebilir; teknobilim kültürümüze bağımlıdır ve o da kültürümüzü ve bunun üzerinden bilincimizi değiştirebilir.

Duygularla düşünceleri değiştirmek için fiziksel ve kimyasal araçlar üreten bir bilim zihnimizi değiştirebilir; teknobilim kültürümüze bağımlıdır ve o da kültürümüzü ve bunun üzerinden bilincimizi değiştirebilir. Ancak sorunların genelde sosyal ve ekonomik olduğu da unutulmaması gereken bir gerçektir; nörobilim güçlü bir biçimde pazarlanmakta olan bir ekonominin sonucu olan eşitsizliği ve yoksulluğu değiştiremez.
Gerçekten de kapitalist/neoliberal politikalar bireyin önemine bireyi son derece araçsallaştıran çarpık bir zihniyetle vurgu yapıyorlar – bu anlamda Roseların uyarısıyla Malabou’nun nörofelsefi-siyasal söylemi birbirini destekliyor bence- ; bu birey artık, etik sorumluluklarının bilincinde olması gereken/olan –“yetişkin” olan- bir bireyden, kendisinden sadece hiç de önemli olmayan ancak önemli görünen/gösterilen haklarını talep etmesi beklenen, kendi aklını kullan(a)amayan bir bireye -daima çocuk kalan bir bireye- dönüşüyor; bireyin bu kadar vurgulanması bir yandan da sistemin sorgulanmamasına, tüm hataların, eşitsizliklerin, çarpıklığı bilinçli olarak örtülen sisteme değil sisteme uyum sağlayamayan ve bu nedenle başarısızlıkla suçlanan bireye fatura edilmesine de yol açıyor.

Nörofelsefenin etik alanındaki yeri nedir? Suç, sorumluluk ve özgürlük kavramlarını yeniden şekillendirmesi ne tür etik problemlere sebep olur?

“Nöroetik”, bir soruşturma/bilgi ortaya koyma disiplini olarak “doğru yaşamın nasıl yaşanacağını”, “doğru ve/ya iyi olanın ne olduğunu” irdeleyen “etik” disiplininden farklı olarak etik muhakemenin ve etik davranışların – belli durumlarda gerçekleştirdiğimiz etik değerlendirmeler/ belli durumlarda doğrunun ne olduğuna, nasıl doğru eyleyeceğimize ilişkin uslamlamalar ve bu değerlendirmelerle seçimler nihayetinde sergilediğimiz etik davranışlar- kökenine dair araştırmalar gerçekleştirmektedir. Northoff (2009) “nöroetik” tanımını «nörobilim çalışmalarından elde edilen bulgularla etik kavramlar arası bağlantıların tanımlanması» olarak açıklar ve literatürde “nöroetik” ile “nörobilim etiği”nin farklı tanımlandığını vurgular. Nörobilim etiği nörobilimdeki etik sorunlarla ilgilenirken nöroetik, «bilgilendirilmiş onam», «ahlaki yargı», «özgür irade» vb. etik kavram ve uygulamaların altında yatan olası sinirsel mekanizmaları araştırır. Başka bir tanım “ahlaksal düşünme ve eylem gerçekleştirme kapsamında bulunan nörobilişsel süreçleri” ve/ya “beyin araştırmaları ve bu araştırmaların farklı uygulamaları, kullanımları ve olumsuz kullanımları ile bağlantılı etik, hukuksal ve sosyal meseleleri” araştıran interdisipliner çalışma alanı” şeklindedir (Giordano ve Shook, 2018).

Aslında karşılıklı yardımlaşmanın, doğru olanı yapmanın kökeninin evrimsel tarihimizde kökenleşmiş olduğu anlayışı yeni değildir. Darwin, “insan zihninin evrimleştikçe, insan ahlâkının da yüceldiğini” yazmıştır.


Aslında karşılıklı yardımlaşmanın, doğru olanı yapmanın kökeninin evrimsel tarihimizde kökenleşmiş olduğu anlayışı yeni değildir. Darwin, “insan zihninin evrimleştikçe, insan ahlâkının da yüceldiğini” yazmıştır. “İnsanın Türeyişi” (2024: 169-170) “İnsan uygarlaştıkça (…) her birey çok basit bir akıl yürütmeyle sosyal içgüdülerini ve duygudaşlıklarını aynı ulusun tüm bireylerini (onları şahsen tanımıyor olsa da) kapsayacak şekilde genişletmesi gerektiğini kavrayacaktır. Bu noktaya bir kez varıldı mı, duygudaşlıkların her ulustan ve ırktan insanı kapsayacak duruma getirilmesinin önünde yalnızca yapay bir engel kalır. (…). İnsanın sahip olduğu en yüce erdemlerden biri olan insaniyet, duygudaşlıklarımızın tüm duyarlı varlıkları kapsayıncaya dek gitgide daha hassas ve daha yaygın hale gelmesiyle rastlantısal olarak ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Bu erdem birkaç kişi tarafından yönlendirme ve örneklendirme yoluyla genler arasında hızla yaygınlaşır ve zamanla kamuoyu tarafından benimsenir” açıklamasını getirir. Kropotkin “Karşılıklı Yardımlaşma” kitabında (2015) toplumcu alışkanlıkların doğada ve hem hayvan türleri hem insanın ilerlemeci evrimindeki öneminden ve bu alışkanlıkların hayvanlara korunma ve hayatta kalma avantajları, insana ise bu kazanımların yanı sıra kurumlar yapılandırmayı sağladığından söz etmiştir. Zoolog Matt Ridley “Erdemin Kökenleri” kitabında (2015) toplumun doğamızın bir parçası olarak evrimleştiğini, toplumu anlamak için beyinlerimize bakmamız gerektiğini savunur. Genlerimizin işbirlikçi takımlara, atalarımızın işbirlikçi toplumlara dönüşmesi ve toplum ve kökenlerine dair fikirlerin oluşması evrimsel hikayemizin bir parçasıdır. Michael Tomasello “İnsan Ahlakının Doğal Tarihi”nde (2018) insan ahlakının hem doğa koşullarının insanı iş birliğine zorlaması ve bu zorlamanın bilişsel yetenekler oluşmasıyla sonuçlanması hem de insan gruplarının kalabalıklaşmasıyla farklı kültürel gerekliliklerin sonucunda ortaya çıktığını ileri sürer. J. Pierre Changeux’nün “Etiğin Doğal temelleri, Nigel Barber’ın “Doğanın Duygusu”, Paul Bloom’un “Bebeklerin Ahlaki Yaşamı” gibi, nörobilimciler, zoologlar, biyologlar vb. tarafından bu konuda yazılmış çok sayıda kitap ve makale bulunmaktadır. Bir önemli örnek derleyenlerden birinin Catherine Malabou olduğu “Dayanışmanın Zincirlerini Kırmak” kitabıdır: Kitapta Fen Bilimleri ile Sosyal Bilimler arasında bilhassa insan doğasına ilişkin kutuplaşmaları aşmayı hedefleyen bir felsefi-politik zemin oluşturmak amacıyla Kropotkin, Darwin, Foucault, Malabou gibi düşünürlerden yola çıkan yazarlar dayanışmanın ve ahlakın biyolojik kökleri ve biyolojik iddiaların politik projelere dahil olabilmesi hakkında tartışırlar.

Hem kendi esenliğini hem çevresini gözetme doğrultusunda yapılanan beyin, yaşamda karşılaşılan sorunlara bireysel ve ortaklaşa çözümler üretirken bu şekilde oluşan kültürler bireyleri biçimlendirir ve bireylerde de ait oldukları kültürün gereklerine dair sezgiler geliştirirler.


İnsan ahlakının evrimle olan bağlantısına vurgu yapması açısından bu görüşlerle uzlaşan ve bilhassa nörofelsefe cephesinden gelen bir yaklaşım Patricia Churchland’a aittir: Churchland ahlaksal davranışın kökenlerini ele aldığı “Güvenen Beyin” (2013) kitabında biyoloji, nöroendokrinoloji, nörobilim, evrimsel biyoloji, etoloji gibi disiplinlerin bulgularından yola çıkarak hem insan doğasının evrimsel biyoloji, genetik, nörobilim, deneysel psikoloji vb. disiplinlere başvurulmadan anlaşılamayacağını hem de ahlaksal doğamızın beynimizin böyle olmasından dolayı böyle olduğunu savunur. Çalışmanın temel savı “ahlakın, bağlanmadan ve bağlanma nörobiyolojisinden kaynaklandığı”dır: Sosyal bir canlı olması nedeniyle sosyal çevrede karar vermesi son derece önemli olan insanın doğru kararlar ve davranışlar ortaya koymasını sağlayan, sinirsel süreçlerdir. Hem kendi esenliğini hem çevresini gözetme doğrultusunda yapılanan beyin, yaşamda karşılaşılan sorunlara bireysel ve ortaklaşa çözümler üretirken bu şekilde oluşan kültürler bireyleri biçimlendirir ve bireylerde de ait oldukları kültürün gereklerine dair sezgiler geliştirirler. Sosyal davranışın dört bağlamı: “diğerlerinin refahını önemseme”, “diğerlerinin psikolojik durumunu tanıma”, “sosyal uygulamaların öğrenilmesi” ve “sosyal bağlamda sorun çözme”dir. Nöroendokrinoloji, memelilerde (ve sosyal kuşlarda) bireyin sadece kendi refahını gözetme davranışını sağlayan sinirsel yapılanmanın, yeni değerleri dikkate alma yönünde evrimleştiğini gösterirken asıl soru beynin kendini ve kendine ait olanı önemseme davranışından, başkalarını önemseme yönüne nasıl evrimleştiğidir. Bu soruları cevaplandırmak üzere nöroarkeoloji ve nöropaleontolojiye dönen yazara göre yeni davranışların ortaya çıkmasını sağlayan, sorun çözme yetisidir. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran kültürel evrimin neden gerçekleştiği sorusu birçok sorunun yanız sıra zihne/bilince dair soruların da bir bileşeni olup Churchland’ın (2013) aktardığı hipotez “avcı-toplayıcı yaşam biçiminden tarıma geçiş sonucunda kaynakların bollaşması, belirsizliklerin azalıp güvenin güçlenmesi, büyük insan gruplarının oluşmasıyla karmaşık iletişimin belirmesi” olur. Sosyal yaşamda ortaya çıkan sorunların çözülmesi genel sorun çözme davranışının bir parçasıdır. Sorun çözme süreci ölçüp biçme, planlı eylem tasarlama ve bu eylemin sonuçlarını öngörme kapasitesi üzerinde temellenir. Memeli sosyalliği iki temel evrimsel yapı ve hormonal sistem üzerine kurulmuştur.

Memeli sosyalliğine temel oluşturan bu iki evrimsel yapıdan ilki yavruyu koruma davranışı, diğeriyse artan öğrenme kapasitesidir. Sosyalleşmede evrimsel ve biyolojik süreçlerle beraber öğrenme, taklit, oyun gibi kültürel etmenler de belirleyicidir.

Memeli sosyalliğine temel oluşturan bu iki evrimsel yapıdan ilki yavruyu koruma davranışı, diğeriyse artan öğrenme kapasitesidir. Sosyalleşmede evrimsel ve biyolojik süreçlerle beraber öğrenme, taklit, oyun gibi kültürel etmenler de belirleyicidir. Ödül sistemiyle denetlenen memeli sosyalleşmesinde negatif ödül sistemi dışlanma ve pozitif olansa onaylanmayla ortaya konur. Sosyalleşmeyle ilgili bazı diğer önemli kavramlar da “güven” ve “bağlanma”dır. “Bağlanma” nöroendokrinolojik terminolojide grup üyeleriyle beraber olmayı isteme, onları önemseme, onlarla ilgilenme anlamlarına gelir. Tipik olarak yalnız yaşayan hayvanlar, kaynaklar bollaştığında sosyal yaşama geçmektedir. Kitabında sosyalleşme ve ahlaksal davranışlara ilişkin nörobiyolojik ve endokrinolojik ayrıntılara değinen Churchland (2013) insan ve hayvan davranışlarından da çokça örnekler sunar.

Nöroetik disiplininin “ne yapabilirim?” veya “ne yapmalıyım?” dan ziyade “nasıl ve neden bu şekilde eyliyorum”, “ahlaksal doğamızın kökeni nedir?”, “ahlaksal doğamızı ve davranışlarımızı diğer canlılarla paylaşır mıyız?” sorularına odaklandığı söylenebilir.


Başlangıçta da ifade ettiğim üzere nöroetik disiplininin “ne yapabilirim?” veya “ne yapmalıyım?” dan ziyade “nasıl ve neden bu şekilde eyliyorum”, “ahlaksal doğamızın kökeni nedir?”, “ahlaksal doğamızı ve davranışlarımızı diğer canlılarla paylaşır mıyız?” sorularına odaklandığı söylenebilir. Nöroetik, nöropolitika ve benzer diğer nörodisiplinler üzerinde çalışmak -bence- bilinç, bilinç-davranış bağıntısını da dikkate almayı gerektiriyor. Bu çalışmaların sonucundan elde ettiğimiz bulgular bize bir defa daha ve daha ayrıntılı ve açık biçimde tüm davranışlarımızın diğer canlılarda bu canlılarla taşıdığımız evrimsel bağa bağlı olarak ve/ya canlının evrimsel hiyerarşide ne kadar yükseldiğine/karmaşıklaştığına göre en azından bir nüve biçiminde izlenebildiğini göstermektedir. Bu noktada -bence- bu tarz soru(n)lara yaklaşmada en yetkin anlayış olan bu mültidispliner ve karşılaştırmalı anlayışı benimserken önemli olan bir konu da insanın kültürel yapılanmasının diğer türlerle kıyas kabul etmez ölçüde biyolojik temelinin önüne geçtiğini ve bu temeli baskın bir biçimde belirlediğini unutmamak olacaktır.
“Suç”, “sorumluluk”, “özgürlük” gibi kavramlar hukukun-nörohukukun işe dahil olduğu mültidisipliner alanlar.

Yeni bulgular, “suç”, “ceza”, “özgür irade”, “faillik”, “kişisel mahremiyet” vb. kavramlara dair yeni düşünme şekillerinin ve multidispliner tartışmaların yolunu açıyor.

Yeni bulgular, “suç”, “ceza”, “özgür irade”, “faillik”, “kişisel mahremiyet” vb. kavramlara dair yeni düşünme şekillerinin ve multidispliner tartışmaların yolunu açıyor. Nörohukuk alanında ülkemizde yazılmış bir kaynak Av. Yeşim Öztürkmen İcan’ın “Nörohukuk: Hukuk Düşünce ve Uygulaması Açısından Bir Değerlendirme” kitabıdır.
Bu sorular kapsamında: “Düşünme/eylem gerçekleştirme biçimini etkileyen bir beyin hastalığı olan birisi suç işlediğinde bu kişinin cezai sorumluluk taşıdığı kabul edilmeli midir?, “Yaşam ne zaman başlar?”, “Fetusun ahlaksal statüsü nedir?, “Bir insan varlığı ne zaman bir insan kişisi olarak kabul edilmelidir ve yasal haklara sahip olmalıdır?”, “Bu gibi durumlarda ceza mı rehabilitasyon mu söz konusu edilmelidir?,” vb. bulunuyor.
Nörobilim disiplininden elde edilen bulgular doğrultusunda gerçekleşen tartışmalara bir örnek olarak Michael Gazzaniga’nın “The Thoughtful Distinction Between Embryo and Human” (2005) makalesini gösterebilirim. Makalede fetusun ve embriyonun tıbbi ve hukuksal durumları, kürtaj, yaşamın başlangıcı ve sonu, beyin ölümü, kök hücre çalışmaları gibi tartışmalı konuları ele alan Gazzaniga nörobilimcilerin insanın bilinçli olmasını sağlayan ve insanı insan yapan organ olan beyin üzerine çalışmaları nedeniyle, doğrudan yahut dolaylı olarak sinir sisteminin konuya dahil olduğu tartışmalarda nörobilimin söyleyecek sözü olduğuna, bu anlamda nöroetik disiplinin, biyoetik araştırmalarının geleneksel sınırlarının ötesine uzandığına işaret eder.

Arjantin’de bir mahkeme, Mendoza hayvanat Bahçesinde yaşayan Cecilia isimli dişi bir şempanze için ‘insan olmayan kişi’ vasıflandırması yaparak hayvanat bahçesinde zorla tutulamayacağına karar vermiştir.


Bir diğer önemli örnek de hayvanlara hukuksal haklar tanıma konusundadır: Arjantin’de bir mahkeme, Mendoza hayvanat Bahçesinde yaşayan Cecilia isimli dişi bir şempanze için ‘insan olmayan kişi’ vasıflandırması yaparak hayvanat bahçesinde zorla tutulamayacağına karar vermiştir. Hakim Alejandra Mauricio beton bir kafeste ve olumsuz yaşam koşulları içinde yıllardır yaşayan Cecilia isimli şempanzenin cansız bir nesne olmadığına ve ‘insan olmayan kişi’ haklarına sahip olduğuna hükmetmiş ve Los Andes gazetesine yaptığı açıklamada, “Bu hakkın ne olduğunu soracak olursanız, Medeni Kanun’la güvence altına alınmış haklar değil ancak canlı türlerinin kendilerine özgü gelişme ve doğal habitatlarında yaşama hakları” ifadesinde bulunmuştur (https://tr.sputniknews.com/guney_amerika/201611081025710560-insan-olmayan-kisi-sempanze-serbest-birakilacal/). Bir başka örnekte Arjantin’de bir grup avukat, orangutan Sandra’nın hayvanat bahçesinde “yasaya aykırı şekilde tutulduğunu” savunarak dava sürecini başlatmış, Ekim 2015’te hâkim Elena Liberatori tarihi bir karara imza atarak Sandra’nın ‘yasal olarak hayvan olmadığına, ‘insan olmayan kişi’ olduğuna, Sandra’nın daha iyi yaşam koşullarında bulunması ve insanlar gibi bazı haklardan yararlanması gerektiğine hükmetmiştir (https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/orangutana-insan-haklari-verilecek-169287). Diğer bir örnekte Hindistan, resmi olarak yunusları “insan olmayan bireyler” olarak tanımıştır. Bu karar sonucunda yunusların insanların sahip olduğu iddia edilen hayatta kalma ve özgür bir şekilde hayatını sürdürme hakkından faydalanabileceği açıklanmış olup, Hindistan’daki tüm yunus parklarının kapatılması beklenmektedir. Yunusların üstün bilişsel ve duyusal becerileri nedeniyle yasalar düzeyinde de insan olmayan bireyler gibi ele alınmaları gerektiğinin, uzun zamandır bilim insanları ve STKlar tarafından dile getirildiği ve ABD’de SeaWorld’e karşı dava konusu olduğu bilinmektedir (https://www.denizhaber.net/yunuslar-insan-olmayan-birey-ilan-edildi-haber-50372.htm).

Michael S. Gazzaniga

Bu örnekler ve bu örneklere ilişkin hukukçular tarafından kaleme alınmış makaleler incelendiğinde**** Gazzaniga’nın (2005) “doğrudan yahut dolaylı olarak sinir sisteminin konuya dahil olduğu tartışmalarda nörobilimin söyleyecek sözü olduğu, bu anlamda nöroetik disiplinin biyoetik araştırmalarının geleneksel sınırlarının ötesine uzandığı” vurgusu tekrar öne çıkıyor: Hayvan hakları meselesi insanı hayvandan apayrı bir varlık olarak gören, hayvanın bilinç ve/ya duygu sahibi olamayacağını, dolayısıyla hak sahibi olamayacaklarını savunan ancak bu savlarını bilimsel bulgular üzerinde değil spekülasyon üzerinde temellendiren anlayışın değil, hayvanların evrimsel konumunun, bu konuma bağlı olarak türlere göre değişen bilişsel ve duygusal yetilerinin, bilimsel bulguların dikkate alındığı ve bilhassa hukukçuların da katılım sağladığı mültidisipliner bir tartışmanın konusu olmalıdır.
Bu yeni düşünme biçimlerinin bu sayılan örneklere ek olarak başkaca ne sorunlar/tartışma alanları getireceğini zamanla göreceğiz ve bir noktada sorunlar geldikçe çözümleri hakkında düşünmek durumunda kalacağız.

“Bilinç” sözcüğünün Fransızca karşılığı olan “conscience” kelimesinin diğer anlamı “vicdan” olarak gösterilir. Bu çok ilginç bir etimolojik tespit. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

“Vicdan” ve “bilinç” kelimeleri aynı Latince etimolojik kökten gelir. Önek “com”, “ile, birlikte, ortaklaşa” anlamlarını ve “scire” fiili “bilmek” anlamını taşır. İkisinin bileşimi olarak “conscire” hem kişinin çevresinin farkında olmasına hem de suçun farkında olma anlamında ahlaksal farkındalığa işaret eder (https://www.etymonline.com/word/conscience).
“Bilinç-bilme bağıntısı” ve bu bağıntının “vicdan” ile ilintisi Thomas Hobbes’un “Leviathan” kitabının “Diskur Sonları Üzerine-Bilim. Kanaat. Bilinç” bölümünde (2023: 59-60) dikkati çeker: “Dolayısıyla, diskur konuşmaya döküldüğü ve sözcüklerin tanımlamalarından hareketle, bunların birbirleriyle birleştirmesi suretiyle, genel beyanlara ve bunlardan hareketle de tasımlara doğru ilerlendiği vakit; sonuç veya son toplam çıkarsama olarak adlandırılır ve bunun ifade ettiği zihinsel düşünce şartlı bilgi veya sözcüklerin birbirini izlemesinin bilgisidir ki genellikle BİLİM denilir. Ancak, diskurun hareket noktası tanımlar değilse veya tanımlar, tasımlar oluşturacak biçimde, doğru olarak birleştirilmezse, o zaman sonuç veya çıkarsama KANAAT adını alır; yani bazen anlaşılma imkânı olmayan saçma ve anlamsız sözcüklerle de olsa, söylenen bir şeyin doğruluğu hakkında [kanaat bildirilmesi-Çev.]. İki veya daha fazla insan aynı gerçeği biliyorlarsa, onun BİLİNCİNDE oldukları söylenir; ki bu da onu birlikte bilmek demektir. Böyle insanlar, yekdiğeri veya üçüncü bir kişi hakkındaki gerçeklerin en sağlıklı tanıkları oldukları için; bir insanın bilincine aykırı olarak konuşması veya başka birini buna ayartması veya zorlaması, her zaman, çok kötü bir hareket olarak bilinmiştir ve bilinecektir: o kadar ki bilinç savunmasına bütün çağlarda dikkatle kulak verilmiştir. Daha sonraları insanlar kendi gizli gerçeklerinin veya gizli düşüncelerinin bilgisi anlamında, aynı sözcüğü mecazi olarak kullanmışlardır; bu nedenle, bilinç bin tane tanığa eşittir denilir, mecazi olarak. Son olarak, daha saçma olması imkânsız olsa da kendi yeni kanaatlerine şiddetle aşık ve onları inatla savunmak eğiliminde olan insanlar da bu kanaatlerine o saygıdeğer sözcüğü, bilinç sözcüğünü, yakıştırırlar, sanki bu kanaatlerin değiştirilmesini veya onlar aleyhinde konuşulmasını yasaklamak istermişçesine ve böylece, aslında sadece doğru olduğunu sandıkları halde, bu kanaatlerin doğru olduğunu bildikleri iddiasında bulunurlar.”

Kant (2021: 163-164) şöyle yazmıştır: “Vicdan insanın kendisini ahlak yasalarına uydurmasını sağlayan bir içgüdüdür. Kendi hakkında hüküm vermek değil, tersine kendisini uydurmak içgüdüsüdür, bir yetenek değildir. (…).


“Bilinç-bilme-ahlak yasası” bağıntısını Immanuel Kant felsefesinde de görebiliriz. “Etik Üzerine Dersler” kitabının “Vicdan Üstüne” başlıklı kısmında Kant (2021: 163-164) şöyle yazmıştır: “Vicdan insanın kendisini ahlak yasalarına uydurmasını sağlayan bir içgüdüdür. Kendi hakkında hüküm vermek değil, tersine kendisini uydurmak içgüdüsüdür, bir yetenek değildir. (…). Vicdan ise bizi davranışlarımızın yasaya uygun olup olmaması yüzünden irademiz dışında yargıç önüne çıkarmak için itici bir güce sahiptir. Demek ki bu bir içgüdüdür, Hüküm verme yeteneği değildir; hüküm vermek değil, uymak bir içgüdüdür. (…). Eğer vicdan bir hüküm verme itkisi olsaydı, o zaman diğer yetenekler gibi, yani kendini başkalarıyla karşılaştırma, övme itkileri gibi, bir idrak etme yeteneği olurdu; bunlar hüküm verme itkisi değildir. Herkes basiret kurallarına göre yerine getirdiği iyi davranışlardan dolayı kendini övme itkisine sahiptir. Buna karşılık basiretsiz davrandığı için kendi kendine serzenişte de bulunur. Demek ki herkes basiret kurallarına göre kendini övmek ve yermek için bir itkiye sahiptir. Ne var ki bu henüz vicdan değildir, sadece vicdanın bir benzeridir, buna göre insan kendini över ve yerer. İnsanlar bu benzerlerle vicdanı sık sık birbirine karıştırma alışkanlığındadır. İdamını bekleyen bir suçlu kendine kızar, ağır serzenişlerde bulunur (…). Ne var ki o bu serzenişleri ahlaklılığa aykırı vicdani serzenişlerle birbirine karıştırır; ama bu durumu kazasız belasız atlatsaydı kendine serzenişte bulunmayacaktı, öte yandan da bir vicdan sahibi olsaydı durumu atlatsa bile yine de kendine serzenişte bulunurdu. Demek ki basiret kurallarına göre hükme varmayı vicdani hükümden ayırmak gerekir.”


“Pek çok kişi vicdan saydığı bir vicdan benzerine sahiptir ve genellikle hastalanıp yatağa düşünce gelen pişmanlık, ahlaklılık bakımından davranışlarından duydukları pişmanlık değildir, tersine bu pişmanlık basiretsizliklerinden ve şimdi da yargıç karşısına çıkmaları gerektiği için buna dayanmalarından dolayı duydukları pişmanlıktır. (…). Ahlak duygusu olmayan, yani ahlaksal kötülükten doğrudan doğruya tiksinti duymayan ve ahlaksal iyilikten hoşlanmayan bir kimse vicdan sahibi değildir. Kötü bir davranış yüzünden dava edilmekten korkan bir kimse eylemin iğrençliğinden değil, başına gelen kötü sonuçlardan dolayı kendine serzenişte bulunur ve böyle biri vicdan sahibi değildir, sadece bir vicdan benzeri taşır. Ama sonuçları ne olursa olsun eylemin iğrençliğini hisseden biri vicdan sahibidir. Bu ikisi kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır. (…) (Kant; 2021: 164-165).

“Vicdan ahlak yasalarına göre kesin yargıya varmak için bir içgüdüdür, bir yargıç kararıdır ve bir yargıcın sadece cezalandırması ve serbest bırakması ama ödüllendirmemesi gibi, vicdan da ya aklar ya da suçlu ilan eder.” (Kant; 2021:165)


“Vicdan ahlak yasalarına göre kesin yargıya varmak için bir içgüdüdür, bir yargıç kararıdır ve bir yargıcın sadece cezalandırması ve serbest bırakması ama ödüllendirmemesi gibi, vicdan da ya aklar ya da suçlu ilan eder.” (Kant; 2021:165)
“Vicdanımızın manevi mahkemesini gereği gibi dışımızdaki mahkemeyle karşılaştırabiliriz. Demek ki içimizde bir davacı buluruz, ama bu davacı, duyguya ait olmayıp akılda yer alan ve asla bozamayacağımız bir yasa bulunmasaydı mevcut olmayabilirdi. Bu ahlak yasası, kutsal ve dokunulmaz bir yasa olarak insanın temelinde yatar” (Kant; 2021:166).
“Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi” içinde Kant (2020: 4) “(…) ahlak yasaları ve bunların ilkeleri, (…) ancak insana akıl sahibi bir varlık olarak, a priori yasalar verir; bu yasalar, bir yandan hangi durumlara uygulanacaklarını ayırt edebilmek, diğer yandan da bunların insanın istemesine ulaşıp davranışa etkili olmalarını sağlayabilmek için, elbette deneyle keskinleşen yargıgücü gerektirirler; (…)”. Akıl, nesneleri bakımından istemeye ve bütün gereksinimlerimizin (…) karşılanmasına ilişkin emin biçimde rehberlik etmeye yeterince uygun olmadığından (…) ama yine de pratik bir yeti, yani istemeyi etkilemesi gereken bir yeti olarak bize verilmiş olduğundan; doğa, yetenekleri dağıtırken her yerde amaca uygun davrandığına göre, aklın hakiki belirlenimi, başka herhangi bir amaç için araç olarak iyi olanı değil, aklın mutlaka gerekli olduğu kendi başına iyi istemeyi ortaya çıkarmak olmalı”. (…) (2020:11). Öyleyse kesin buyruk bir tek tanedir, hem de şudur: ancak aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin maksime göre eylemde bulun”. (2020: 38). (..) eğer en yüksek pratik ilkenin ve insanın istemesi bakımından bir kesin buyruğun olması gerekiyorsa (…) pratik buyruk şu olacak: her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun” (2020: 46). “(…) akıl sahibi varlıkların hepsi, kendilerinde ve diğer bütün akıl sahibi varlıklara hiçbir zaman sırf araç olarak davranmamaları, her defasında aynı zamanda kendi başlarına amaç olarak davranmaları gerektiği yasasına bağlıdırlar. Bundan ise akıl sahibi varlıkların ortak yasalar aracılığıyla bir sistematik birliği, yani bir krallık ortaya çıkar (…) bu krallığa (kuşkusuz yalnızca bir ideal olarak) amaçlar krallığı adını verilebilir. (…) Böylece ahlaklılık, bütün eylemleri yasa koymayla ilgi içine sokmaktan meydana gelir” ifadelerini kullanır (2020: 51).

Ahlak yasası özgürlüğün “ratio cognoscendi”si ve özgürlük de ahlak yasasının “ratio essendisi”dir- yani ahlak yasası özgürlüğü bilme nedenimiz ve özgürlük ahlak yasasının varlık nedenidir.


Aynı eserde (Kant; 2020) şu ifadeler de okunmaktadır: “İnsan kendinde gerçekten bir yeti bulur ki, bununla kendini diğer her şeyden, nesnelerce uyarılan kendisinden bile ayırır; bu da akıldır”. (…) akıl sahibi bir varlık kendine, (…) bir düşünce varlığı olarak, duyular dünyasına değil, anlama yetisi dünyasına ait bir varlık olarak bakmalıdır; (…) bu varlığın (…) bütün eylemlerinin yasalarını bilebilmesi için iki açısı vardır: ilkin, duyular dünyasına ait olduğu ölçüde doğa yasaları altında yaderklik, ikincisi, düşünülür dünyaya ait olarak, doğadan bağımsız olan, deneysel olmayıp sırf akılda temelini bulan yasalar altında. Akıl sahibi (…) bir varlık olarak insan, kendi istemesinin nedenselliğini, özgürlük idesi olmadan hiç düşünemez; çünkü duyular dünyasının belirleyiciliği nedenlerinden bağımsız olma (…) özgürlüktür. Şimdi, özgürlük idesine özerklik kavramı, buna da ahlaklılığın genel ilkesi ayrılmazcasına bağlıdır; bu ilke de (…) akıl sahibi varlıkların tüm eylemlerinin idesinin temelinde bulunur” (2020: 70-71).
Heimsozeth’a göre (2023: 134-136) Kant insanın özgür olduğuna dair bilgisinin kaynağının insanın kendi içinde duyduğu buyruk olduğunu savunur. Bu buyruk gerçektir. İnsan bu buyruğa göre eylemde bulunmasa dahi, buyruğun kendisinden ne beklediğini bilir. İnsanın, hiçbir koşula bağlı olmayan “yapmalısın” buyruğunu içinde duyması, aklın temel fenomenidir. Bu nedenle ahlak yasası, insanın kendisinin özgür olduğuna dair bilgisinin temelidir; kategorik “yapmalısın” buyruğunun gerekli varlık koşulu, özgürlüğün gerçekliğidir: Ahlak yasası özgürlüğün “ratio cognoscendi”si ve özgürlük de ahlak yasasının “ratio essendisi”dir- yani ahlak yasası özgürlüğü bilme nedenimiz ve özgürlük ahlak yasasının varlık nedenidir.

Simon Baron-Cohen (2023) genellikle “vicdan” ile bağlantılandırılan “empati” kavramına odaklandığı “Kötülüğün Anatomisi” başlıklı kitabında empati kaybının kaçınılmaz olarak zalimliğe yol açıp açmadığını -beynin empati merkezinin alt katmanlarını ve biyolojik belirleyicileri gözlemleyerek- sorgular.


Simon Baron-Cohen (2023) genellikle “vicdan” ile bağlantılandırılan “empati” kavramına odaklandığı “Kötülüğün Anatomisi” başlıklı kitabında empati kaybının kaçınılmaz olarak zalimliğe yol açıp açmadığını -beynin empati merkezinin alt katmanlarını ve biyolojik belirleyicileri gözlemleyerek- sorgular. Yazara göre empatinin iki kademesi “farkına varma” ve “karşılık verme”dir; empati sadece başkalarının duygu ve düşüncelerini tanımlamayı içermez bunlara, uygun bir duyguyla karşılık vermeyi de kapsar. Bu yetenek “ya hep ya hiç “biçiminde değil az ile çok arasında değişen düzeylerde sergilenecek şekilde ortaya çıkmaktadır; bu durumun sonucu olarak da insanlar empati çan eğrisinde farklı bölgelerde konumlanırlar. Tayfın bir ucunda “Empatinin Sıfır Derecesi” bulunur ve “Sıfır-Negatif” ve “Sıfır-Pozitif” türlerine ayrılabilir. Tam karşı uçtaki duruma Baron-Cohen “Süper Empati” der. Buna göre “empatinin sıfır derecesi” kişinin diğer insanlarla nasıl iletişim kurabileceğinden, başkalarında oluşturduğu izlenimden, başkalarının duygu ve düşüncelerinden bihaber olması anlamına gelir. Bu bireyler ayrıca başka bakış açıları olabileceği fikrine de yabancıdır; kendi fikirlerinin doğruluğundan kesin olarak emindirler ve kendilerinden farklı düşünenleri yanlış ya da aptal olarak tanımlarlar. Empatinin sıfır düzeyine rastgele bir şekilde gelinmeyeceğini vurgulayan Baron-Cohen (2023) erken dönem olumsuz yaşantıların etkilerine dair araştırmaların bu tip çevresel etmenlerin beyin gelişimini büyük olasılıkla dönüşümsüz bir biçimde etkilediğine dair uzun süredir toplanan güçlü veri birikimini de anımsatır. Erken dönem gelişimsel travmaların kişilerde empati kaybına neden olduğunu gösteren çok sayıda kanıt bulunmaktadır.

Duygusal materyali normal biçimde işlemeyen ve ahlaksal ihlalle ilgili bir kural değiştiğinde bu değişimin o eylemi öncesine kıyasla daha az kötü yapmayacağını ayırt etmede sorun yaşayan psikopatlar sıklıkla “ahlaksız” olarak nitelenirler.

Duygusal materyali normal biçimde işlemeyen ve ahlaksal ihlalle ilgili bir kural değiştiğinde bu değişimin o eylemi öncesine kıyasla daha az kötü yapmayacağını ayırt etmede sorun yaşayan psikopatlar sıklıkla “ahlaksız” olarak nitelenirler. Kohlberg tarafından geliştirilen ve bir hikâye okuyup hikayedeki karakteri ahlaken değerlendirmeye dayanan klasik ahlak testi ahlaksal ikilemlerde akıl yürütme becerisi ne kadar karmaşıksa ahlaki muhakemenin de o ölçüde gelişmiş olduğunu göstermektedir. Bir argümanın her iki tarafını da görebilmek ve/ya bağlamların eylemlerin doğru veya yanlış olup olmadığını etkilediğini görebilmek sadece kurallar temelinde akıl yürüten bir zihinden daha derin bir zihnin varlığını göstermektedir (Baron-Cohen; 2023).
Empati sorunlarından mustarip olmak sosyal açıdan sorunlara yol açsa da empatiye sahip olmak kişinin etik davranmasını sağlayan ahlaki prensipleri ve ahlaki vicdanı geliştirmenin tek yolu olarak görülmez. Baron-Cohen’in (2023) “Empatinin Sıfır Pozitif Derecesi” olarak nitelediği durum hassas ve kati bir zihni göstermektedir. Bu durumun iki nedeninden biri beynin bilgiyi yeteneğe dönüştürecek biçimde işlemesi ikincisi beynin bilgiyi işleme biçiminin kişiyi ahlaksız değil süper ahlaklı hale getirmesidir. Yazara göre otistik veya Asperger sendromlu insanların sıfır derece empati sergilemeleri “değişen örüntüleri analiz edebilme ve işlerin nasıl yürüdüğünü çözebilme becerisi” olarak açıkladığı sistemli olma durumunu üst düzeyde sergilemeleridir. Yazar evrimsel bir bakışla empatiden ödün verilen ancak örüntü tanıma ve sistemleştirmenin çok güçlü bir biçimde gerçekleştiği bu özel konumun Homo sapiensin ilerlemesinin bir etkeni olduğunu ileri sürer. Bu konuda yine altı çizilmesi gereken, ihmal mağduru olup mükemmel bir empati sergileyen bireylerin ve ihmale uğramamasına rağmen Sıfır-Negatif olan insanların bulunmasıdır. Gen-çevre etkileşimi bu davranış biçimi üzerinde de belirleyicidir; genetik ve/ya çevresel unsurların etkisi ise empatinin nasıl ölçüldüğüne bağlıdır.
Nörofelsefe cephesinde Patricia Churchland “Vicdan: Ahlaki Sezginin Kökenleri” başlıklı kitabında (2021: 10-11) “vicdan”ı “bireyin ahlaken doğru ya da yanlış şey hakkında yargısıdır” diyerek tanımlar ve vicdanın hükmünün yalnızca bilişsel olmadığını, bizi genel bir doğrultuda yönlendiren “hisler”i ve belli bir biçimde eyleme itkisine neden olan “muhakeme”yi kapsadığını açıklar.

Vicdanın kökeninin kalıtımla miras edinilen nörobiyolojimiz olduğuna vurgu yapan Churchland bu nedenle ahlaki davranışı ve bu davranışlara yol gösteren vicdanı biyolojik mercekten incelemek gerektiğini savunmaktadır.

Vicdanın kökeninin kalıtımla miras edinilen nörobiyolojimiz olduğuna vurgu yapan Churchland bu nedenle ahlaki davranışı ve bu davranışlara yol gösteren vicdanı biyolojik mercekten incelemek gerektiğini savunmaktadır. Bu bağlamda Thomas Nagel’in “Biyolojisiz Etik” başlıklı 1979 tarihli yazısına atıfta bulunan ve Nagel’in ahlaklılığın nörobiyolojimizden bağımsız olduğu fikrini eleştiren yazar aynı bakışla yola çıkan felsefecilerin ahlaksal hakikatleri kavramak için rasyonelliğin (insan harici hayvanlarda olmadığı kabul edilir) ve bilinçliliğin (bunun da insan harici hayvanlarda olmadığı kabul edilir) gerekli görüldüğünü çünkü bunların insanı biyolojisinin kendine buyurduğu zorunluluklardan kurtardığına ve evrensel ahlaki hakikatleri anlamasını sağladığına inanıldığını açıklar (2021: 154-155). Öte yandan ABD’de felsefe içinde ana akım olma niteliğine sahip bu görüşün aksini gösteren bilimsel bulgular açıklanmıştır (2021: 166):
Yenilen arkadaşları avutmak, bir hedef için iş birliği yapmak, kavga sonrası barışmak, diğerlerine zarar verenleri cezalandırmak, yetim bebekleri evlat edinmek, ölenin ardından yas tutmak hem yabanda hem de kapalı yaşayan şempanzelerle bonobolarda ve diğer primatlarda, kurtlarda ve kemirgenlerde gösterilmiştir. Biyolojik yaklaşım ahlaki davranma motivasyonumuza nedenini anlamanın makul bir yoludur. İnsan toplumsallığı elbette şempanzelerinkinden farklıdır ve şempanze toplumsallığı da bonobolarınkine benzemez; ancak hem ahlaklılık hem de kültürel normların kazanımını destekleyen ödül sistemi yüksek toplumsal memelilerde yaygındır. İnsan beyni taşıdığı nöron sayısı ve bu sayıya bağlı nöronal bağlantı fazlalığı ile diğer canlılardan ayrılmaktadır: Nöron sayısının yüksekliği davranış kapasitelerinin de artması demektir (Churchland; 2021: 176-177).
Bütün bu veriler bana etik teorilerle etik uslamlama ve davranışları, ne yapmamız gerektiği ile neyi ve neden yaptığımızı ayırt etme gereğinin önemini düşündürüyor. Neyi bildiğimiz, nasıl bildiğimiz, etik muhakemelerimizi ve eylemlerimizi yapılandırma biçimimiz, üzerinde çok tartışılan konular. “Vicdan” sıklıkla “empati” ile bağlantılandırılarak da etik ve hukuk kapsamında ele alınır.

Bir önemli nokta “vicdan”, “bilinç”, “akıl”, “duygu”, “empati” bağlantısallığının bilişsel olanla duygusal olanın bütünselliğini bir kez daha göstermesi. Bir diğer mesele: İnsan hem kendi zihnini doğrudan bilir hem dolaylı olarak öteki zihinleri bilir, hem öteki zihinlerle beraber bilir ve Kant’a göre “ne yapması gerektiğini de bilir”.

Bir önemli nokta “vicdan”, “bilinç”, “akıl”, “duygu”, “empati” bağlantısallığının bilişsel olanla duygusal olanın bütünselliğini bir kez daha göstermesi. Bir diğer mesele: İnsan hem kendi zihnini doğrudan bilir hem dolaylı olarak öteki zihinleri bilir, hem öteki zihinlerle beraber bilir ve Kant’a göre “ne yapması gerektiğini de bilir”. Benim kişisel görüşüm bize benzemeyen, bizden çok farklı düşünme ve yaşama tarzları olan insanlara saygı göstermemiz için onlarla empati kurmak zorunda olmadığımız şeklinde. Başkalarına duyacağımız saygıyı -en azından sadece- empatiye,vicdana bağlamak yeterli olmayabilir. Bizim düşüncemize çok aykırı bir düşünme ve yaşam şekliyle empati kurmamız olanaksız olabilir ancak başka insanların bize çok aykırı gelecek şekilde mutlu olabileceklerini bilişsel olarak anlamamız-bilmemiz başka hayatlara saygı duymamız için yeterli olmalı. Önemli bulduğum bir nokta da kendimizi ve/ya ait olduğumuz ve benimsediğimiz toplumsal yapıyı/kavrayışları bir karar mercii olarak görmemek; bu da bir önceki cümlede bahsettiğim düşünceyle örtüşüyor aslında. Doğruyu ve yanlışı kişisel-toplumsal hassasiyetlerimizden yola çıkarak değil konunun nesnesine göre bilgisel ve/ya mantıksal olarak belirlemek daha doğru bence.

Nörofelsefenin bugün en revaçta olan soruları bilinç, zihin, kimlik, özgür irade hakkında. Gelecekte nörofelsefenin hangi alanlarda daha fazla etkili olacağını ya da en fazla hangi konuda yanıt aranacağını düşünüyorsunuz?

Disiplinin kurucusu olan Patricia Churchland’ın yapılandırdığı şekliyle “Nörofelsefe” zihne/bilince ilişkin bilimsel bulguları dikkate alan yeni bir kavramsallaştırmayı önerirken zihni/bilinci çalışmaya dair yeni bir yöntem önerisi de sunmuştur. Bugün zihnin/bilincin bilimsel bulgular olmadan noksansız bir biçimde çalışılamayacağı/anlaşılamayacağı aşikâr. Yine Patricia Churchland etik alanındaki sorgulamaları nörobilim vb. disiplinlerden gelen bulguları dikkate alarak irdelemiş ve “nöroetik” alanında iki önemli kitap yazmıştır. Nöroetik, üzerinde çokça düşünülen, konuşulan bir alan. Evet, bugün “bilinç” en fazla merak edilen, araştırılan konulardan biri, muhtemelen birincisi. Fakat benim gözlemim, “bilinç” meselesine ilişkin araştırmalar-soruşturmalar devam ederken “bilinç-davranış” bağıntısının da farklı açılardan giderek daha fazla konu edildiği. “Etik” kavramına benzer şekilde “adalet” de üzerinde çok durulan, çok önemsenen-önemsenmesi de gereken bir diğer kavram. Bunun da etkisiyle “nöroetik”e benzer şekilde “nörohukuk”, “nöropolitika” gibi disiplinler hukuk, siyaset vb. alanlardaki muhakeme ve eylem ortaya koyma şeklimizle ilgileniyorlar. Çok yoğun çalışılan bir konu “hayvan zihni/bilinci” elbette. Bugün artık hayvanlara yönelik bilimsel temele dayanmayan, spekülatif olarak kalan “akıl sahibi olmayan canlı” kabulü yerini farklı canlılarda canlıların evrimsel nişlerine göre değişen bilişsel ve duygusal yetilerin/özelliklerin, ciddi araştırmalarla ele alınıp bulgular üzerinden tartışıldığı çalışmalara bırakmış durumda.

Okuduklarım bana bilinç, insanın neliği, canlı olmanın ne anlama geldiği, uslamlamalarımız, seçimlerimiz ve eylemlerimizin çok daha ayrıntılı ve mültidisipliner bir yaklaşımla ve daha gelişmiş olanaklarla araştırılıp soruşturulacağını ve bu çalışmaların tüm zamanlarda olduğu gibi kendine has sosyal sosyal sorunlar ve sonuçlarla beraber karşımıza geleceğini düşündürüyor.

Okuduklarım bana bilinç, insanın neliği, canlı olmanın ne anlama geldiği, uslamlamalarımız, seçimlerimiz ve eylemlerimizin çok daha ayrıntılı ve mültidisipliner bir yaklaşımla ve daha gelişmiş olanaklarla araştırılıp soruşturulacağını ve bu çalışmaların tüm zamanlarda olduğu gibi kendine has sosyal sosyal sorunlar ve sonuçlarla beraber karşımıza geleceğini düşündürüyor. Buna ek olarak etik, insan olmak, haklar, ödevler, suç, canlılık, adalet, tıbbi uygulamaların ve deneylerin sınırı, etkileri, sonuçları, teknolojinin olumlu ve olumsuz etkileri, bilim ve teknolojideki gelişmelerin sosyal yaşam üzerindeki etkileri vb. meseleleri yapay zekadaki gelişimler ve transhümanizmle bağlantılı olarak ayrıca tartışacağız gibi görünüyor.

Bu değerli bilgileri bizlerle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Okuyucularımızın da bu keyifli ve bilgilendirici röportajdan önemli kazanımlar edindiğine inanıyoruz.

Ben de teşekkür ederim. Okuyucularda yeni perspektifler oluşmasına vesile olduysam mutlu olurum. GazeteBilim ekibine de güzel çalışmalarının, başarılarının devamını dilerim.

NOTLAR:

  • Mantıksal açıdan “açıklama” bir neden ortaya koyan bir tanımlamadır. Betimleme empirik genellemeler meydana getirme ve olguların nasıl ortaya çıktıklarını açıklama sürecidir. Buna ek olarak olguların nedenleriyle bilinmesi istenir, nedenleri bilinen olgu açıklanmış kabul edilir. Açıklama olgunun olma biçimini değil olma nedenini ortaya koymak demektir. Açıklama yaparken olgu bir yahut birden fazla başka olguyla ilişkilendirilir. Betimleme süreciyse olgunun gözlenip kaydedilmesi anlamına gelir, betimleme yaparken olgunun dışına çıkılmaz. Mantıksal açıdan açıklama olguyu ifade eden önermeyi başka önermelerden çıkarma işlemidir (Özlem; 2019: 18; 57).
    Özlem, Doğan. (2019). Bilim Felsefesi. İstanbul: Notos Kitap.
    ** Dünyanın ve canlılığın oluşumu, tarihselliği ve bağlantısallığı hakkında ayrıntılı bilgi için:
    Demirsoy, Ali (2007). Kalıtım ve Evrim. Meteksan Yayınevi.
    İnan, Nurdan (2017). Tarihsel Jeoloji: Jeolojik Devirlerde Yaşam ve Önemli Evrim Adımları. İstanbul: Seçkin Yayıncılık.
    İnan, Nurdan. (2017). Paleontoloji. Seçkin Yayıncılık
    İnan, Nurdan (2023). Fosiller, Doğa ve İnsan. Gündoğan yayınları.

*** Köpeklerde Kişiliği tanımlayan değişkenler: “Baskınlık, dışadönüklük, güvenilirlik, duygusal istikrar, uygunluk/hoşluk ve açıklık” olarak sıralanır.
Maymunlarda ise bu değişkenler: “oyunculuk, merak/korkusuzluk, avlanma isteği, sosyallik ve saldırganlık” tır.
Breed, Michael ve Moore, Janice. (2015). Hayvan Davranışı. Çeviri editörü: Nusret Ayyıldız. İstanbul: Nobel Akademik Yayıncılık.
Hayvanlarda kişilik hakkında ayrıntılı bilgi için:
Personality in Nonhuman Animals.
Jennifer Vonk, Alexander Weiss, Stan A. Kuczaj (Ed.). Springer International Publishing

**** Hayvanların hakları ve “insan olmayan kişi” olarak kabulü hakkında hukukçuların yorumlarını içeren bazı makaleler:
Medeni Hukukta Hayvan Hakları ve Hayvanlar Üzerindeki Hak- Yrd. Doç. Dr. Emre CUMALIOĞLU- D.E.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, Prof. Dr. Şeref ERTAŞ’a Armağan, C. 19, Özel Sayı-2017, s. 573-610
Güncel Gelişmeler Işığında Türkiye’de Hayvanların Ceza Hukuku Bakımından Korunması-Dr. Zekiye ÖZEN İNCİ- Hukuk Fakültesi Dergisi Yıl 5 Sayı 1- Haziran 2019 (1-24).
Türk Hukukunda Hayvanların Korunmasına İlişkin Yasal Mevzuat ve Bu Mevzuata Göre Hayvanların Hukuki Durumları – Onur AKBULUT ve Nesrin ÇOBANOĞLU – Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl: 2020/1, Sayı:36, s.1-37.
Hayvanlara Yönelik İşlenen Suçlar – Yrd. Doç. Dr. Burcu DÖNMEZ – Yaşar Üniversitesi E-Dergisi. 2013; 8:0–926.
Sofia Kişi midir? – Erkut Ziya SİVRİKAYA – Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi 25 (2): 1253-1263.

KAYNAKLAR :

  • Aristoteles (2014). Nikomakhos’a Etik. Çev.: Zeki Özcan. Bursa: Sentez Yayıncılık.
    Arslan, Ahmet (1999). İlkçağ Felsefe Tarihi 3. Cilt. Aristoteles. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
    Atoji, Yasura ve Wild, J. Martin. (2009). “Afferent and Efferent Projections of the Central Caudal Nidopallium in the Pigeon (Columba livia)”. The Journal of Comparative Neurology. 517 (3): 350–370. 
    Baron-Cohen, Simon. (2023). Kötülüğün Anatomisi. Çev.: Tuna Tezgel. İstanbul: Say Yayınları.
    Blackmore, Susan. (2017). Bilinç Üzerine Konuşmalar. Çev.: Seda Akbıyık. İstanbul: Küre yayınları.
    Breed, Michael ve Moore, Janice. (2015). Hayvan Davranışı. Çeviri editörü: Nusret Ayyıldız. İstanbul: Nobel Akademik Yayıncılık.
    Bräuer, Juliane; Hanus, Daniel; Pika, Simone; Gray, Russell ve Uomini, Natalie. (2020). Old and New Approaches to Animal Cognition: There Is Not «One Cognition». Journal of Intelligence. 8(28).
    https://www.semanticscholar.org/reader/d411ba50f266495b35e23e9693fc3c91f0850bda
    Chalmers, David (1995). Facing up to the Problem of Consciousness.
    Changeux, Jean Pierre ve Ricoeur, Paul (2021). Neden, Nasıl Düşünürüz? Çev.: Dr. İsmet Birkan. İstanbul: Metis Yayınları.
    Churchland, Patricia Smith. (1989). Neurophilosophy. Massachusetts: MIT Press.
    Churchland, Patricia Smith. (2007). Neurophilosophy: The Early Years and New Directions. Functional Neurology. 22(4): 1-12.
    Churchland, Patricia Smith. (2013). Güvenen Beyin. Çev. Yelda Türedi. İstanbul: Alfa Bilim
    Churchland, Patricia Smith. (2021). Vicdan: Ahlaki Sezginin Kökeni. Çev.: Mehmet Doğan. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
    Crick, Francis ve Koch Christof. (1990). Towards a Neurobiological Theory of Consciousness. 2: 263-275.
    Crick, Francis ve Koch Christof. (2003). “A Framework for Consciousness”. Nature Neuroscience, (6)2: 119-126.
    Cyrulnik, Boris (1999). Un Merveilleux Malheur. Editions Odile Jacob.
    Dehaene, Stanislas (2001). Towards a Cognitive Neuroscience of Consciousness: Basic Evidence and a Workspace Network: Cognition 79: 1-37.
    Damasio, R. Antonio. (1995). Descartes’ Error. Emotion, Reason and the Human Brain. New York: Avon Books.
    Damasio, R. Antonio. (1999). Le Sentiment Même de Soi. Paris: Editions Odile Jacob.
    Darwin, Charles. (2024). İnsanın Türeyişi. Çev.: Bahar Kılıç. İstanbul: Alfa Yayınları.
    Dehaene, Stanislas (2022). Bilinç ve Beyin. Çev.: Sibel Sevinç. İstanbul: Alfa Yayınları.
    Demirsoy, Ali (2023). Dünyanın ve Canlılığın Evrimi. Ankara: Akıl Çelen Kitaplar.
    De Waal, Frans. (2008). İçimizdeki Maymun. Çev.: Aslı Biçen. İstanbul: Metis Yayınları.
    De Waal, Frans. (2013). Bonobo ve Ateist. Çev.: Aslı Biçen. İstanbul: Metis Yayınları.
    De Waal, Frans. (2018). Hayvanların Ne Kadar Zeki Olduğunu Anlayacak Kadar Zeki miyiz? Çev.: Ahmet Burak Kaya. İstanbul: Metis Yayınları.
    Dilthey, Wilhelm. (2011). Hermeneutik ve Tin Bilimleri. Çev.: Doğan Özlem. İstanbul: Notos Kitap.
    Emery, J. Nathan ve Clayton, S. Nicola (2004). “The Mentality of Crows: Convergent Evolution of Intelligence in Corvids and Crows”. Science. 306: 1903-1907.
    Ertuğrul, Aygün. (2023). Davranışın Nörobiyolojik Temelleri. “Ruh Sağlığı ve Bozuklukları” içinde.
    Galenos (2023). Ruhun Duygulanımlarının ve Hatalarının Teşhis ve Tedavisi. Derleyen: Hümeyra Özturan. İstanbul: AlBaraka Yayınları.
    Gazez, P. Regina; Chee, W. Nicholas ve Hampton, R. Robert (2012). Cognitive Mechanisms for Transitive Inference Performance in Rhesus Monkeys: Measuring the Influence of Associative Strength and Inferred Order. J Exp Psychol Anim Behav Process. 38(4): 331–345.
    Gazzaniga, Michael (2005). The Thoughtful Distinction Between Embryo and Human. Chronicle of Higher Education.51(31).
    Giordano, James ve Shook, R. John (2018). Neuroethics: What It Is, Does, and Should Do. Health Care Ethics USA.
    chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://www.chausa.org/docs/default-source/hceusa/neuroethics-what-it-is-does-and-should-do.pdf?sfvrsn=2
    Güntürkün, Onur. (2005). “The Avian “Prefrontal Cortex” and Cognition”. Current Opinion in Neurology (15): 686-693.
    Güntürkün, Onur; Bugnyar, Thomas (2016). Cognition Without Cortex. Trends in Cognitive Sciences. 20 (4): 291-303.
  • Heil, John. (2000). Philosophy of Mind. A Contemporary Introduction. USA: Canada: Routledge.
    Heimsoeth, Hans. (2023). Kant’ın Felsefesi. Çev.: Takiyettin Mengüşoğlu. İstanbul: Doğu Batı Yayınları.
    Herold, Christina; Palomero-Gallagher, Nicola; Hellmann, Burkhard; Kröner, Sven; Theiss, Carsten; Güntürkün, Onur ve Zilles, Karl (2011). “The Receptor Architecture of the Pigeons’ Nidopallium Caudolaterale: An Avian Analogue to the Mammalian Prefrontal Cortex”. Brain Structure and Function. 216 (3): 239–254 .
    Hickman, P. Cleveland; Roberts, S. Larry; Keen, L. Susan; Eisenhour, J. David; Larson, Allan ve I’Anson, Hellen (2016). Zooloji. Entegre Prensipler. Çev. Edt.: Prof. Dr. Ertunç Gündüz. Ankara: Palme Yayıncılık.
    Hobbes, Thomas (2023). Leviathan. Çev.: Semih Lim. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
    Kandel, Erik (2013). The New Science of Mind and the Future of Knowledge. Neuron. 80: 546-560.
    Kant, Immanuel. (2020). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Çev.: Ioanna Kuçuradi. Ankara: TFK Yayınları
    Kant, Immanuel. (2021). Etik Üzerine Dersler. Çev.: Oğuz Özügül. İstanbul: Fol Yayınları.
    Kolb, Bryan; Whishaw, Q. Ian ve Teskey, G. Campbell. (2025). Beyin ve Davranışa Giriş. Çeviri Editörü: Hatice Kafadar. Ankara: Palme Yayınevi.
    Korkmaz, Barış. (2013). “Nörobilim ve Psikanaliz”. Cogito, 75: 126-184.
    Kropotkin, P. Alekseyeviç. (2015). Karşılıklı Yardımlaşma. Çev.: Sinan Altıparmak. İstanbul: Öteki Yayınevi.
    Kutlusoy, Zekiye. (2001). “21. Yüzyıla Girerken Felsefe ve Bilişsel Bilim”. Felsefe Dünyası, 33: 45-54.
    Kutlusoy, Zekiye. (2004). “Bilişsel Bilim”. Ahmet Cevizci (Ed.), Felsefe Ansiklopedisi. Cilt 2 içinde (pp. 596-612). İstanbul: Etik Yayınları
    Kutlusoy, Zekiye. (2014a). “Zihin Felsefesinin Antik Başlangıcı ve Kökeni Üzerine”. Betül Çotuksöken, Gülriz Uygur, Hülya Şimga (Ed.), İoanna Kuçuradi Çağın Olayları Arasında içinde (pp. 336-354). İstanbul: Tarihçi Kitabevi.
    Kutlusoy, Zekiye. (2014b). Özdekçi (Materyalist) Zihin Yaklaşımlarının Esin Kaynağı Olarak Aristoteles’in Ruh Anlayışı. Cogito.78: 340-360.
    Libet Benjamin. (1999). Do We Have Free Will? Journal of Consciousness Studies. 6(8-9): 47-57.
    Libet Benjamin. (2004). Mind Time. USA: Harvard University Press
    Malabou, Catherine. (2018). Beynimizle Ne Yapmalıyız? Çev. Selim Karlıtekin. İstanbul: Küre Yayınları.
    Mayr; Ernst (2016). Evrim Nedir; Çev.: Nurdan Soysal. İstanbul: Say Yayınları.
    Miller, A. Stephen ve Harley, P. John (2016). Zooloji. Çev.Edt.: Prof. Dr. Abdurrahman Aktümsek. Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.
    Nagel, Thomas. (1974). “What Is It Like to Be a Bat?” The Philosophical Review LXXXIII. pp. 435-450. http://members.aol.com/NeoNoetics/Nagel_Bat.html
    Northoff, Georg (2009). What Is Neuroethics? Empirical and Theoretical Neuroethics. Current Opinion in Psychiatry. https://www.researchgate.net/publication/26876278_What_is_ Neuroethics_Empirical_and_Theoretical_Neuroethics
    Öktem, Öget. (2023). Davranışsal Nörofizyolojiye Giriş. İstanbul: Nobel Tıp Kitabevleri.
    Özkan, Burçak (2012). Bilinç-Kimlik Etkileşiminin Nörofelsefe Açisindan Temellendirilmesi. “Nörofelsefe ve Bilinç” Başlığı ile Ginko Bilim tarafından kısmi olarak yayımlanmış doktora tezi. İstanbul: Maltepe Üniversitesi.
    Özlem, Doğan. (2012). Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi. İstanbul: Notos Kitap
    Öztürk, Orhan (2023). “Davranışın Psikodinamik Temelleri”.
    “Ruh Sağlığı ve Bozuklukları” içinde. Orhan Öztürk ve Aylin Uluşahin. Ankara: Bayt Yayın Hizmetleri.
    Panksepp, Jaak (2015). Afektif Nörobilim. Çev.: Prof. Dr. Süheyla Ünal ve Dr. Vuslat Kara Ölmeztoprak. İstanbul: Alfa Bilim.
    Panksepp, Jaak (2024). Zihnin Arkeolojisi. Çev.: Çiğdem Çalkılıç. İstanbul: Alfa Yayınları.
    Platon (2023). Devlet. Çev.: Sabahattin Eyüboğlu ve M.Ali Cimcoz. İstanbul: İş Bankası Yayınları.
    Ramachandran, S. Vilayanur (2008). Beyindeki Hayaletler. Çev: Levent Öztürk. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
    Ramachandran, S. Vilayanur. (2015). Öykücü Beyin. Çev.: Ayşe Cankız Çevik. İstanbul: Alfa Bilim.
    Ridley, Matt (2015). Erdemin Kökenleri. Çev.: Erhun Yücesoy. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
    Rose, Steven ve Rose, Hilary (2018). Nörobilim Beynimizi Değiştirebilir mi? Çev.: Meriç Öztürk. İstanbul: Ginko Bilim.
    Roth, Gerald ve Dicke, Ursula. (2005). Evolution of The Brain and Intelligence. TRENDS in Cognitive Science. 9(5): 250-257.
    Shettleworth, J. Sara (2000). “Modularity and the Evolution of Cognition”. “The Evolution of Cognition” içinde: 43-60. Editör: Cecilia Heyes ve Ludwig Huber. Cambridge:MIT Press.
    Simon, J. Eric; Dickey, L. Jean; Hogan, A. Kelly; Reece, B. Jane ve Campbell, A. Neil. (2017). Campbell Temel Biyoloji. Çev. Edt.leri: Prof. Dr Ertunç Gündüz ve Prof. Dr. İsmail Türkan. İstanbul: Palme Yayıncılık.
    Southwick, M. Steven ve Charney, S. Dennis. (2023). Psikolojik Dayanıklılık. Çev.: Defne Orhun. İstanbul: İletişim Yayınları.
    Stanford Encyclopedia of Philosophy (2025). https://plato.stanford.edu/entries/neuroscience/
    Steirn, N. Janice, Weaver, E. Janice ve Zentall, R. Thomas (1995). Transitive Inference in Pigeons: Simplified Procedures and a Test of Value Transfer Theory. Animal Learning & Behaviour. 23(1): 76-82
    Strain, M. George (2008). “Bilinç ve Beynin Yüksek Fonksiyonları”. William O. Reece (Ed.), Çeviri editörü: Doç. Dr. Sedat Yıldız. Veteriner Fizyoloji içinde: 909-923. Malatya: Medipres Yayıncılık.
    Tomasello, M. ve Call, J. (1997). Primate Cognition. New York: Oxford University Press.
    Tomasello, Michael. (2018). İnsan Ahlakının Doğal Tarihi. Çev.: Aylin Onacak. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
    Vasconcelos, Marco (2008). Transitive Inference in Non-human Animals: An Empirical and Theoretical Analysis. Behavioural Processes 78: 313–334.
    Wood, Bernard. (2015). İnsan Evrimi. Çev. Nursu Özge. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.

İletişim: burcakozkan1974@yahoo.com

Etiketler: bilinç, burçak özkan, nörobilim, nörofelsefe
GazeteBilim 16 Mart 2025
Bu Yazıyı Paylaş
Facebook Twitter Whatsapp Whatsapp E-Posta Linki Kopyala Yazdır
Önceki Yazı Yapay zekâ buramıza kadar geldi!
Sonraki Yazı Karbonifer dönemi

Popüler Yazılarımız

krematoryum fırını

Türkiye’de ölü yakma (kremasyon): Hukuken var, fiilen yok

BilimEtik
23 Kasım 2023
cehalet
Felsefe

“Cehalet mutluluktur” inancı üzerine

Eşitleştiren, özgürleştiren, mutlu kılan, bilgi midir yoksa cehalet mi? Mutlu kılan, cehalet mutluluktur sözünde ifade edildiği gibi, bilgisizlik ve cehalet…

12 Ağustos 2023
deontolojik etik
Felsefe

Deontolojik etik nedir?

Bir deontolog için hırsızlık her zaman kötü olabilir nitekim çalma eyleminin özünde bu eylemi (daima) kötü yapan bir şey vardır.

15 Ağustos 2024
kurt, köpek
Acaba Öyle midir?Zooloji

İddia: “Kurt evcilleşmeyen tek hayvandır!”

Tabii ki bu cümle baştan aşağı yanlıştır. Öncelikle kurt ilk ve en mükemmel evcilleşen hayvandır. İnsanın en yakın dostu köpek…

2 Şubat 2024

ÖNERİLEN YAZILAR

Zihin ve sinemanın kesiştiği noktaya nörobilim perspektifinden bakmak

Nörosinema Teriminin Köken ve Tanımı Nörosinema, nöro ve sinema sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor. Nöro “sinir veya sinirlere veya sinir sistemine ait”…

Nörosinema
27 Haziran 2025

Beyin cerrahisinde yeni çağ: Gazi Yaşargil

Üzerinde çalıştığı teknik ve yöntemler beyin cerrahisinde ve genel olarak nöroşirurji de benimsendi ve bu alanda yeni bir çağ başladı.

Sinirbilim
11 Haziran 2025

Nöroplastisite: Genel kavramlar

Nöroplastisite (beyin esnekliği), basitçe sinir sisteminin duruma göre yapısını ve işlevini değiştirme yeteneği ile ilişkili süreçleri ve bunların duygu, düşünce…

Dosyanöroplastisite
5 Haziran 2025

Meal kanunu: “İslamcılaşan devletin dogmatik refleksi”

Bu yasa, biçim ve kapsam olarak İslamcılaşan bir devletin dogmatik refleksini daha çok yansıtmaktadır.

Röportaj
30 Mayıs 2025
  • Biz Kimiz
  • Künye
  • Yayın Kurulu
  • Yürütme Kurulu
  • Gizlilik Politikası
  • Kullanım İzinleri
  • İletişim
  • Reklam İçin İletişim

Takip Edin: 

GazeteBilim

E-Posta: gazetebilim@gmail.com

Copyright © 2023 GazeteBilim | Tasarım: ClickBrisk

  • Bilim
  • Teknoloji
  • Felsefe
  • Kültür-Sanat
  • Gastronomi
  • Çocuk

Removed from reading list

Undo
Welcome Back!

Sign in to your account

Lost your password?