GDO, suni gübre, hormon olgularını sorgulayan insanları komplo teorisyenliğinden toplumsal bozgunculuğa, aşırı evhamlılıktan paranoyaklığa kadar bir sürü şeyle suçlayıp, hücre anahtarlarını denize atacaklar.
Maslow ihtiyaçlar piramidinin en alt kademesinin denetimi tümüyle sermayenin eline geçmeye başladı ki, bu büyük dertlere sebep olacak. Yiyecekle ilişkili her alandaki fark edilmeyen bu baskı gün geçtikçe artıyor ama o denli yavaş artıyor ki, hayatın rutininden bir parçaymış hissini veriyor. Yani kurbağalar için “henüz telaşlanmaya gerek yok” modu devam ediyor ama tenceredeki su gittikçe ısınıyor. Yiyeceğin tekelleşmesi dünyadaki önemi tam kavranmamış problemlerden biri. Konu, iyi planlanmış bir stratejiyle, ağırlıklı olarak tarımda uygulanmaya başlandı. Dünyanın kurtarıcısı, açlığın sonlandırıcısı hibrit tohum ve GDO teknolojisi hayata geldi. Günümüzde, en azından ülkemizde, atalık tohum günden güne kaybolmaya başlarken bir yandan da verimli(!) ama kısır tohumlar üreticiye dayatılıyor. Yumuşakça. Kimse “İstediğin tohumu ekemezsin, dikemezsin” demiyor. Onun yerine atalık tohumun satışı yasaklanıyor ya da var olan listedeki tohumlardan başkasını ekene devlet desteği verilmiyor vs…
Bir müddet sonra etrafta, sadece o yıl alım hakkı kazanabilirsen ya da emirlere uyma oranına göre hak ettiğin kotadan alabildiğin tohumunun verileceği bir dünya olabilir. Yani eforu bile itaatinin saptayacağı bir dünyaya doğru ilerlenebilir.
GDO teknolojisi ile yaratılmış bitkilerle beslenmiş insanların vücudunda birkaç nesil sonra ne gibi problemler çıkabileceği hakkında da bir bilgimiz yok. Sonuçta, kültüre alınarak evrimleşmemiş, basamak atlatılarak denge sağlanmaya çalışılmış ama ne derece başarılı olunduğu belli olmayan organizmalardan bahsediyoruz.
Doğal seleksiyon ya da kültüre alınışlarda uyum sağlayamayacak türlerin hayata gelemediğini biliyoruz çünkü üreme şansları olmuyor ama bu ürünler zaten üreme şansı olmayan ürünler. Tek kerelikler. Üreme şansları olsa bile, bu şans özellikle yok ediliyor. Yani yediğimiz GDO’lu bir bitki uzayıp gidebilecekken bilerek mi kısırlaştırıldı yoksa zaten uyumsuz bir tür mü, bu konuda bir bilgimiz yok çünkü o tohumlar ve GDO konusundaki bilgiler “ticari sır”.
GDO teknolojisinin insan vücuduna olan etkisinin yanında toprağa etkisi de net bilinmiyor. Diyelim ki bitki, 1 birim meyve büyütmek için topraktan 13 a, 18 b, 22 c, 17 d, 2 e, 5 f alıyor. Sen o bitkinin 1 değil 3 birim meyve vermesini sağlayan bir tohum yarattın; peki, attığın gübre, o meyvenin topraktan çektiği minerallerin tamamını karşılıyor mu? O toprağa gübre ile veremediğin mineraller yüzünden toprak verimsiz bir hâle mi geliyor yoksa flora ve faunası mı değişiyor? Ya da kullanılan gübre bitki tarafından hangi ölçüde absorbe edilip, sağlığı kısa veya uzun vadede negatif şekilde etkilemeyecek biçime dönüşüyor? Artık kaynaklar ulaşılmaz değil. İnternette biraz araştırma yapılınca birçok konuda bilimsel kaynağa ulaşılabiliyor ama tabi ki her konuda değil. Mesela; “Eğer o tahıl, sebze ve meyvelerde bir dengesizlik varsa, yıllar içinde insan vücudunda ne gibi problemlere ya da nasıl bir evrime sebep olur/olabilir, geliştirilenlerde hangi aşamalarda hangi problemler çıktı, …. ürünü konusunda denemeler yapılırken uzun ya da kısa vadede insan sağlığını tehdit edebileceği düşünülen tür sayısı?” gibi soruların cevabı için tatmin edebilecek düzeyde bilimsel kanıt bulamıyorsunuz veya verilen cevabın kaynakçalarına ulaşamıyorsunuz.
GDO’lu ya da hibrit tohumun, suni gübrenin ve hormonun bolca kullanıldığı ürünlerle organik ürünler arasında lezzet karşılaştırması yaparak, bu sorunun cevabını gayet net alıyoruz aslında. İtiraf edeyim, beni en çok ilgilendiren tarafı bu. Herkesin dilindeki teraneden konuşalım. Özellikle de “boomer” tabir edilen kitlenin “Hiçbir şeyin eski tadı yok!” tabiri bir kısım genç kitle için “demode” bile oldu. Gerçekten de bugün ne mutfakta doğranan market işi salatalığın/domatesin kokusunu arka odadan almaya imkân var ne de ocakta kaynamakta olan “el değmeden şişelenmiş – paketlenmiş” sütün. Daha olay lezzete gelmeden, koku kısmında durmak zorunda kalıyorsunuz.
70’li yıllara kadar doğmuş olanlar hatırlar: Bir sınıfta bir, en fazla iki tane alerjik çocuk olurdu. Şimdi tüm sınıfta bir ya da 2 tane alerjik olmayan çocuk bulursanız, şanslısınız. Kızlarda daha ilkokulda başlayan selüloitler, erkek çocuklarda göğüs büyümesi, son derece dengeli beslendiğini düşünen insanların doktora gittiklerinde vücutlarında birçok mineral ve vitaminin eksik çıkması gibi durumlar olmasa bu GDO, suni gübre, hormon olgularını sorgulayan insanları komplo teorisyenliğinden toplumsal bozgunculuğa, aşırı evhamlılıktan paranoyaklığa kadar bir sürü şeyle suçlayıp, hücre anahtarlarını denize atacaklar.
Etki saptanmasına gelince, bunun için yıllar sürebilecek ve oldukça geniş denek gruplarıyla yapılacak araştırmalar gerekli. Pek tabi ki böyle büyük araştırmaları destekleyecek fonlar da. Oysa bu büyük araştırmaların yapılmaması ya da istenilen şekilde yapılması için çok milyon dolarlık fonlar bir adım ötede duruyor. Etrafta, G20 içindeki ülkelerin bakanlıklarının bütçelerini aşan yıllık bütçelere sahip şirket grupları var. Yıllar önce benzer bir konuyu tartışırken bir takipçim “bu gidişle birkaç nesil sonra yeni üretim gıda ile beslenen insanlarla geleneksel gıda ile beslenen insanlar arasında farklılıkların ortaya çıkmaya başlayabileceğini” söylemişti. Acaba bu besinlerin DNA dizinde değişiklik yaratmayan, epigenetik etkilerinden söz edilebilir mi? Çünkü yediklerimizin davranışlarımızı nasıl değiştirebildiği konusunda bilgimiz var. Bu konuda belki de Türkiye’deki en yetkin kişi olan ziraat mühendisi ve masterchef Deniz Orhun’la birlikte bir kitap yazmıştık. Alınan maddeler, dozları, uzun ve kısa süreli etkileri, bir iki cümlede özetlenebilecek şeyler değil.
Peki insanlar bu duruma karşı çıkıyorlar mı? Pek azı. Çağımızın en önemli öğretilerinden biri de “öğrenilmiş çaresizlik”. Bu arada çok ilginç olan yurdumuzda en ufak bir şeyden incinen kesimlerin aslında hiç var olmamış, belki de var olmayacak bu bitkilerin “yaratılmasına”, “Allah’ın yarattığı” gibi olanın beğenilmeyip, “buraları olmamış, böyle olsa daha iyi olurdu” diye yapılan işleme, kelimenin doğru kullanımıyla “yeni yaratıma” hiç ses çıkarmaması.
Daha önce “kuzubudu” twitter hesabımda “Genetik yapısı laboratuvar ortamında değiştirilen organizmaları ifade eden GDO teknolojisi bitki ve hayvanlarda uygulanmakta, organizmanın gen dizilimi değiştirilerek doğasında bulunmayan özellikler eklenmektedir. Sizce GDO’lu yiyecekler “Helal gıda” sınıfında mıdır?” diye sorup cevap olarak
1. Evet, helaldir.
2. Hayır, fıtrata aykırıdır.
3. Fikrim yok.
şıklarını vermiştim. Anket her zamanki anketlerden daha az cevaplanmasına rağmen oldukça fazla yorum geldi. Ana olarak 4 grupta toplanan yorumlardı bunlar:
1. GDO’lu besininin fıtratının değişmiş, dolayısıyla haram olduğunu söyleyenler.
2. Eğer insan sağlığına dokunmuyorsa ve domuz ya da haram bir özkaynaktan gelmiyorsa haram olmadığını söyleyenler.
3. Bu devirde haram helalden çok yararlı – zararlı oluşuna göre değerlendirilmesi gerektiğini söyleyenler.
4. Bu konuda bir fikri olmadığını söyleyenler, fikir beyan edebilecek kadar bilgili olmadığı söyleyenler ve konuşabilecek kadar ilim sahibi olmadıklarını söyleyenler.
Ülkemizde haram, katman katmandır. Mesela büyük günahlar sayılırken genelde “haram = domuz eti yemek” şirkten hemen sonra sayılır. İçki, zina, faiz ve kul hakkı da haramdır ama sanki daha bir az haramdır ülkemiz insanının gözünde. Çünkü hemen herkes bir kenarından dokunmuştur bunlara. Domuz eti konusu diğerlerine göre çok daha kolay yerine getirilebilecek, bir şey kaybettirmeyecek bir yasaktır. O yüzden domuz etinin karışmış olduğu GDO’yu herkes haram kabul eder ama gerisi biraz sallanır.
Ben bu konuda neyin helal, neyin haram olduğunu konuşabilecek biri değilim. Din, uzmanlık alanım değil. O yüzden de bu soruyu Diyanet’e sordum. Sağ olsunlar, cevap verdiler. Cevap aşağıda yazılı.
Bence özeti ise şu cümle:
“Zararları henüz ispatlanmadığından GDO’lu ürünleri tüketmenin haram olduğunu söylemek mümkün değildir.”
Buraya kadar hep bitkilerden bahsettik de, bitki GDO’su buzdağının sadece gözüken ucu. Hayvanlarda da GDO konusunda çalışılıyor. Bir şekilde, bir kıtlık durumu ortaya çıktıktan sonra, çok kısa süre içinde çok çok çok fedakârca çalışan bazı bilim adamları, medya destekli, videolu, hüzünlü müzikler eşliğindeki “ölüm romantizmi” kampanyasının ardından, bu “mucize hayvanlar”ı tanıtırlar diye düşünüyorum. Kemikleri son derece ince, sadece bir pozisyonda durabilen, gelişimini o pozisyonda tamamladıktan sonra kesime gönderilen, beyin kapasitesi yaşayıp yaşamadığını algılayamayacak derecede küçülmüş bir danaya kim “hayır!” der. Açıkçası hele de eti “A5 Wagyu’ya eşdeğer” gibi bir şey denirse! Devamlılığını söyleyemem ama kesinlikle en az bir kere denerim. Ya da 6 kanadı ve 6 budu olan tavuklara kim “olmaz!” deyip 3 katı fiyata aynı lezzetteki iki kanatlı iki butlu olanı yemeyi yeğler? Geçen yazımda bahsettiğim daralan alım gücü ve genişleyen rekabetin etkisi, bu noktada net olarak hissedilecektir.
Bunlar uzak hayaller olarak düşünülüyor olabilir ama konunun teknolojisi durmadan geliştiriliyor. Nihai sonuç elde edildiyse bile, henüz gün yüzüne çıkarılmadı. Daha konvansiyonel metotlarsa, yıllardır kullanılıyor. Örneğin en fazla yetiştirilen balıklardan olan somonun et rengi, ihraç edildiği ülkelerde tercih edilen somon et rengine göre düzenleniyor. Yemler, hayvanın etinin o rengi vereceği şekilde hazırlanıyor. Siz biraz daha pembe mi istemiştiniz? Derhal! Hiç problem değil. Bir dahaki teslimatta tam istediğiniz pantone numarasında olacak, merak etmeyin.
Lezzet mi? Şimdi o konuyu karıştırmasak… Öncelikle insanlığın temel ihtiyaçlarına yönelmemiz gerekli. Konvansiyonel metotlar insan nüfusunun artış hızına yetişemiyor, biliyorsunuz. O yüzden başka bir şeyler denemeliyiz. Yoksa kimse insanları, yazımızın başında bahsettiğimiz gibi piramidin en alt basamağında sıkıştırmayı falan düşünmüyor.