Canlılığın temel şartları arasında yer alan izolasyon yani metabolik faaliyetlerin gerçekleşeceği iç sistem ile çevrenin ayrılması; girdi-çıktı dengesinin kurulması ile organik yapı varlığının kararlı olarak sürdürülebilmesine imkan tanımaktadır. Modern fizikteki korunum ilkesi (istikrar) organik yapılar açısından düşünüldüğünde biyolojinin temel açıklamasının değişim değil, istikrar, daha doğrusu sürekli değişim yoluyla elde edilen istikrar olduğu görülecektir. Canlı sistemlerin varlıklarını devam ettirebilmeleri için değişimi sürdürmeleri gerekir. Dolayısıyla değişim ve varoluş arasında sıkı bir ilişki vardır. Termodinamik dengesizlikte gördüğümüz gibi, durağanlık yaşayan sistemler için bir seçenek değildir. Durgunluk ölüm demektir. Dahası, tüm organizmaların yaşam döngüleri vardır ve farklı aşamalarda çok farklı özelliklere sahip olabilirler (Dupré, 2017). Tıpkı Herakleitosçu bir evren anlayışının akışı, değişimi kabul etmesi gibi. Panta rhei, her şey akar ve akmaktadır. Ancak akış devamlılık için yıkıcı değildir, aksine değişim,akış; devamlılığın gerekli bir koşuludur. Biyolojik sistemlerde değişim hayati önem taşır. Çünkü sanılanın aksine doğada güçlü olan değil, çevresel değişikliklere hızlıca uyum sağlayabilen ve bu uyumu da en iyi etkileşerek yapabilen hayatta kalır. Bu bağlamda simbiyotik ilişkilerin, niş oluşturmanın, epigenetik faktörlerin, fenotipik plastisitenin (dışsal özelliklerdeki değişim yatkınlığı) hayati rolü olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Doğanın sürekli yeniden yapılanma ve etkileşim içinde olduğunu gösteren en iyi örneklerden biri de evrimsel süreçteki simbiyogenez, yani iki ayrı organizmanın birleşip tek bir organizma/sistem haline gelmesidir. Kısıtlı yaşam ve gözlem imkanımızdan dolayı canlıları otantik olarak aynı formda varsayıyorsak, özcü yaklaşıma sezgisel olarak daha yakınız demektir. Fakat evrimsel bulgular süreç ontolojisini destekleyen veriler sunmaktadır. Evrimsel süreçte prokaryotik hücrelerin (bakteri, alg, virüs gibi kalıtım materyali zarla çevrili olmayan hücreler) zamanla birbiri içine geçip daha kompleks yapılar olan ökaryotik hücreleri (bitki ve hayvanlarda bulunan, çekirdek ve zara bağlı organellerden oluşan görece kompleks yapılar) meydana getirmesi de bu teoriyle açıklanmaktadır. Her canlıda olduğu gibi bitki anatomi ve fizyolojisi de sürece tabi olmuş, pek çok değişimin ardından bugünkü dinamik yapı ortaya çıkmıştır. En ilginç bulgulardan biri olan kloroplastın oluşumu metabiyolojik hipotezleri gündeme getirmiştir. ”Süreç felsefesi için bu açıklama oldukça rahattır, çünkü süreçlerin net sınırları olması gerek koşul değildir, bir bakteri hücrenin içindeyken onunla etkileşim süreçleri oluyordur ve evrimsel süreçler boyunca bakteri, organel haline geliyordur” (Yılmaz, 2020: 78). Yine sezgisel olarak dünyada yaşamın ilk dönemlerinden bugüne bitkilerin aynı ya da benzer formlarda olduğu kabul edilse de gerçekte simbiyogenez bir süreç söz konusudur. Bitkilerde fotosentezin gerçekleştiği sitoplazmik bir organel olan kloroplast aslında fotosentetik bir bakteridir. Bu bakteriler zaman içinde hücrelerle etkileşerek endosimbiyont bir yapı oluşturmuştur. Bitki hücreleriyle mutualist bir simbiyotik ilişki kurmuş ve bu süreç hala devam etmektedir (Sapp, 2002: 413). Görüldüğü üzere canlılar için tözsel bir yapıdan bahsetmek çok zordur. Bütün bu simbiyotik etkileşimler göstermektedir ki mutlak bireysel yaşam söz konusu değildir. Her canlı türü, devasa biyolojik bir etkileşim ağıyla yaşamını sürdürmektedir. İnşacı adaptasyon modeli diyebileceğimiz bu sistemde organizma sadece kendisinden bağımsız bir ekolojik çevreye (niş) uyum sağlamakla kalmaz, çevreyi kendisinin ürünü haline getirir (Odling-Smee, 2003). Ayrıca canlılar, birden fazla etkileşim ağını yaşam boyu devam ettirirler. İnsan derisinde, ağzında, bağırsaklarında yaşayan sayısız mikroorganizmayı (mikrobiyota) buna örnek vermek mümkündür (Margulis, 1985: 101-24). Yani vücudumuzdaki genetik çeşitliliğin çoğu bize ait değildir. Optimum sağlığımızı korumak için etkileşime girdiğimiz mikroskobik organizmalar çoğunluktadır. Kirpik akarları, cilt mantarları, bağırsak bakterileri ve daha fazlası bizimle uyum içinde çalışır. Margulis, “Her birimiz devasa birer mikroorganizma kolonisiyiz. Eski protistler artık süslü dokulara ve organlara sahip, güzelce düzenlenmiş hayvanlardır.” der.
Her canlı türü, devasa biyolojik bir etkileşim ağıyla yaşamını sürdürmektedir.
Canlı sistemler söz konusu olduğunda değişim faaliyeti nehrin var olmak için akması ya da fırtınanın var olmak için devam etmesi ile ontolojik olarak aynı kategoridedir. Süreçsel perspektiften ontolojik bir ayrım yapıldığında sezgisel olarak bütün organizmaların yapısal bir süreçler hiyerarşisine sahip olduğu görülür. Bu hiyerarşik sistemin yapıları nesneler gibi görülse de esas olan süreçlerdir. Buradaki esas nokta hiyerarşik süreçlerin sadece yapısal olarak birbirini desteklemesi değil, faaliyete dayalı olarak birbirlerinin devamlılığını sağlamasıdır. Yani bu yapılar Peter Simons’ın deyimiyle süreçlerin çökeltilerinden ibarettir.
Organlar ve sistemlerden hücresel, moleküler düzeye kadar karmaşık ve etkileşim halinde bir süreç görülür. Bu görüşün hemen aksinde bilimde uzunca bir dönem kabul görmüş ve görmekte olan indirgemeci anlayış vardır. Sezgisel olarak çok temel bir bilişsel alışkanlık olan bu durum nesneleri parçalayıp en temel yapılarına ulaşıp anlamlandırmayı mantıklı bulmaktadır. Biyolojide de oldukça kabul gören karmaşık yapıları ve davranışları parçalayıp, sistemlere ayırarak inceleyen bu indirgemeci metot süreçleri ihmal etmektedir. Bugün ne yazık ki bilim indirgemeci yaklaşımı benimsemekte, süreçsel teorileri ihmal etmektedir. Çağdaş bilim istikrara, değişmezliğe dayalı kararlı bir zemin üzerinde çalışmayı tercih ettiğinden süreç ontolojisi yerine madde ontolojisinin güvenli, sakin metafizik kıyılarını tercih etmektedir. Sadece biyolojik sistemlerde değil abiyotik (cansız) unsurlarda da süreçsel bir ontoloji diyalektik bir yapıda var olmaya devam etmektedir. Bu diyalektik süreç kendi iç dinamikleri ve çevre etkileşimiyle bir bütün olarak değerlendirildiği takdirde varlık daha anlaşılır bir ontolojide incelenme imkânı bulacaktır.
Not: Bu yazı, MetaZihin dergisinde yayımlanan “John Dupré’nin Biyoloji Felsefesi Bağlamında Süreç Ontolojisi” başlıklı makalemin ilgili bölümünün genişletilmesiyle oluşturulmuştur.
Kaynakça
Graham, D. W. (2019). “Heraclitus.” Edward N. Zalta & Uri Nodelman (Der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Winter 2023 Edition) içinde.
Dupré, J. (2017). “The Metaphysics of Evolution.” Interface Focus, 7(5): 1-9.
Dupré, J. (2023). “The Disunity of Science and the Unity of the World Presidential Address.” PSA 2022: Philosophy of Science, 90(5): 1-22. Cambridge University Press (CUP).
Odling-Smee, F. J., Laland, K. N. ve Feldman, M. W. (2003). Niche Construction. The Neglected Process in Evolution. Princeton University Press.
Okur, O. N. (2023). John Dupré’nin Biyoloji Felsefesi Bağlamında Süreç Ontolojisi. MetaZihin: Yapay Zeka Ve Zihin Felsefesi Dergisi, 6(2), 97-118.
Sapp J., Carrapiço F., Zolotonosov M. (2002). “Symbiogenesis: The Hidden Face of Constantin Merezhkowsky.” History and Philosophy of the Life Sciences, 24(3-4): 413-40. DOI:10.1080/03919710210001714493
Yılmaz, Ö. (2020). Fenom-Genom- Çevre Etkileşimi: Felsefi Bir Analiz. Yayımlanmamış Doktora tezi. Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
Khakhina, L. N. 1992. Concepts of Symbiogenesis: A Historical and Critical Study of the Research of Russian Botanists. New Haven, CT: Yale University Press.
Margulis L, Bermudes D (1985). “Symbiosis as a Mechanism of Evolution: Status of Cell Symbiosis Theory.” Symbiosis, 1(1): 101-124.
Margulis, L. 2002. Acquiring Genomes: A Theory of the Origins of Species. New York: Basic Books.
Sapp, J. 2002. Symbiogenesis: The hidden face of Constantin Merezhkowsky. History and Philosophy of the Life Sciences 24:413–440.

