Bugün temsili demokrasinin her boyutunda gözlemlenen yabancılaşma problemlerinin ışığında doğrudan demokrasinin gerekliliği ve olanaklılığı üzerine yeniden düşünmek acil ve zaruri oldu.
Her şey, deniyor, bir çömleğin üzerine çizik atmakla başlar. En çok çiziği alan, topluma en çok zarar vermiş birisi olarak kabul edilirdi ve uzun bir süreliğine sürgün edilirdi. Bu seçimin sonucu negatiftir. Bu gün seçimler deyince sonuçların, istediğimiz gibi olmasa dahi olumlu olduğundan hareket ederiz. Bir başbakanın belirlenebiliyor olması bu bakımdan olumlu bir sonuçtur örneğin.
Yaklaşan seçimler, cumhuriyet tarihimizin birçok bakımdan ikinci yüzyılını belirleyecek bir kader seçimidir. Kendilerini cumhurbaşkanı adayı olarak konumlandıran tüm adaylar, kamplaşmanın neresinde olurlarsa olsunlar bu konuda anlaşıyorlar. Söylemlerinden bunu açıkça görüyoruz. Siyasi üstyapının bir bütün olarak yeniden yapılandırılmasıyla veya başlamış olan yeniden yapılandırmanın derinleştirilmesiyle sonuçlanacak bir seçime hazırlanıyoruz.
Politik seçimleri araştıran Hedwig Richter gibi uzmanlar çağımızda “kitlesel katılım” olmadan artık “politik meşruiyetin neredeyse hiç mümkün” olmadığından hareket ediyor.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına dair yapacağımız bu seçim, farklı, hatta birbirine birçok bakımdan zıt “yeni Türkiye” projeleri arasında yapılacak bir seçim olacak. Seçim dediğimiz kurum aracılığıyla bir ülkenin geleceğini bu kadar derinden etkileyecek bir tercihte bulunmak mümkün müdür, eğer mümkünse doğru mudur? Seçimlerden önce yapılan ve liderlerin söylevlerden ibaret kitle mitinglerinin tamamlayıcısı olarak içeriklerin ortaya konduğu ve tartışıldığı kitle toplantıları da yapmak uygun olmaz mı? Ne dersek diyelim, modern toplumlarda günlük hayatımızın hemen her alanında herhangi bir şeyin seçimsiz karar altına alınabileceğini düşünmek artık mümkün değildir.
Modern demokrasi, Machiavelli ve Nietzsche
Eskiçağ uzmanlarından Moses Finley, modern toplumlarda demokrasinin seçimlerle eşit anlamda alınması bakışımızı o kadar belirlemiştir ki, seçimsiz demokrasi, seçimler hayatımızın tüm alanlarını o kadar belirlemektedir ki, seçimsiz bir yaşam düşünmek adeta mümkün değildir, der. Politik seçimleri araştıran Hedwig Richter gibi uzmanlar çağımızda “kitlesel katılım” olmadan artık “politik meşruiyetin neredeyse hiç mümkün” olmadığından hareket ediyor.

Kitleler ayaklandı, mücadele etti ve seçim hakkını kazandı. Modern çağda kitlelerin onayı olmadan toplumda artık hemen hiçbir şeyin kalıcı olarak gerçekleşemeyeceğini ilk gören Niccolo Machaivelli’dir. Prensin iktidara gelmesi için her türlü yöntemle kitlelerin desteğini kazanması gerekmektedir ve yeterince eğitilmemiş ve manipüle edilmiş kitlelere karşı her zaman açık sözlülükle kazanılamayabilir. Bunun karşısında Nietzsche’nin “üstün insan” (Übermensch) önerisi feodal çağa ait şövalyeliğinin kalıntısı gibi görünmektedir.
Mustafa Kemal, seçimlerin anlamı ve problemleri
Mustafa Kemal Atatürk, Kılıç Ali’nin anılarında aktardığına göre, Birinci Meclisin lağvedilip yeniden seçimlere gidilmesi gerektiğine ilişkin görüşlerini gerekçelendirirken başvurduğu argümanlar, Birinci Meclis,
“milletten aldığı görevi, üzgün ve ümitsiz günleri zafere ulaştırarak yerine getirdi. Milletin önünde yeni yollar açtı. Şimdi, hangi yolun ne şekilde izlenmesi gerektiğinin belirlenmesi millete aitti. O nedenle tekrar milletin oyuna başvurmak, millettin gelecek ilhama göre hareket etmek milli egemenliği esas alan Meclis için en önemli görev ve şart olarak kendini gösteriyordu” şeklindedir.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla tamamlanmasından sonra politikada seçimler dolayısıyla halk tarafından şimdi “hangi yolun ne şekilde izlenmesi gerektiğinin belirlenmesi”ni beklemektedir. Böylelikle halkın bizzat kendisi kendi geleceğine dair bir “ilham” verecektir. Halkın egemenliğini temel alan meclisin “gelecek” ve gidilecek “yol” hakkında eşit ve genel seçimler yoluyla halka sormasından daha doğal bir şey olabilir mi? Fakat halkın gelecek ve gidilecek yol konusunda düşüncelerini öğrenmek için seçim tek seçenek midir?

İsmail Habib Sevük, Atatürk ile anılarında Mustafa Kemal’in seçimler hakkında “seçimler kaypaktır” dediğini aktarıyor. Eğer seçimler kaypak, yani ülkenin yönetimini belirlemek üzere karar vermek için, hele bugün bir ülkenin gelecek yüz yılını belirleyecek nitelikli bir karar vermek için pek güvenilir bir yöntem değil ise, toplumların idaresini belirlemek için, toplumların geleceğini belirleyecek kararlar almak için seçimler artık tarihini doldurmuş bir yöntem değil midir? Seçimlerin tarihteki işlevi nedir? Seçimler bu kadar güvenilmez bir yöntem ise, tarihte kadınlar, işçiler, siyahiler, göçmenler seçim hakkı için neden yüzlerce yıl bir araç bir seçimlerin bugün almış olduğu biçim herhangi bir şeyi doğru bir şekilde belirlemek için başvurulabilecek bir yöntem midir?
Kleithenes’in büyük devrimi
Antikçağda, insanlığa bugüne kadar örnek oluşturan Atina, yani demokrasi mucizesinin yaratıcısı Kleisthenes’in başarısı nerede yatar? Atinalılara demokrasiyi hediye ettiği söylenen, hatta demokrasiyi yaratırken ne yarattığını dahi bilmediği, yarattığını yaratırken bilerek amaç edinmediği ileri sürülen Kleisthenes’in başarısının sırrı nedir? Yaratmış olduğu yönetim tarzı bugüne kadar neden örnek alınır?
Kurulan kabile düzeni değil, yurttaşlığa dayalı halk düzenidir. Sitede ve çevresinde olan herkesten ve her şeyden oluşan bölgeler kendilerini yurttaşlığa dayalı dayanışma birlikleri olarak kavrarlar.
Kleisthenes’in başarısı, her şeyden önce kurduğu yeni düzende her bir yurttaşın kendisini ülkede var olan tüm bölgelerin, kültlerin, inançların, farklı kan bağlarına dayalı etnik grupların, kısacası tüm halkın temsilcisi olarak görmesini sağlamış olmasında yatar. Antik Yunan’da politik olanın oluşumunu inceleyen Christian Meier, Kleisthenes’in aslında bu reformları amaçlamadığını, onu bu reformlara koşulların zorladığını belirtir. Kurulan kabile düzeni değil, yurttaşlığa dayalı halk düzenidir. Sitede ve çevresinde olan herkesten ve her şeyden oluşan bölgeler kendilerini yurttaşlığa dayalı dayanışma birlikleri olarak kavrarlar. Bu bakımdan oluşturulan yeni halk, kendisini dayanışma birliği olarak kavrar ki, modernler burjuva toplumunu bir “gereksinimler sistemi” olarak tanımlayanlar bu örnekten esinlenmiştir dersek yanlış olmaz. Bu nedenle Hegel, Kleisthenes’in yaptığı reformların sonucu olarak oluşan ve kan bağına dayanan etnisiteyi ilkesel olarak ölçü almayan sosyolojiyi övmekle bitiremez. Kan bağına dayalı etnik bir kuruluşundan farklı olarak yurttaşlığı ölçü alan toplumlar açık, hoşgörülü ve bu nedenle son derece dinamik ilişkiler geliştirebilmektedirler.
Bu bakımdan Kleisthenes son derece moderndir. Modern çağda bugüne kadar örnek alınmasının nedeni budur. Onun bu yaklaşımının temelinde bütünleştirici bir insan bakışı vardır. Amacında bütünleştirici değil, ayrıştırıcı, tekleştirici yaklaşımlar eskidir, tarih öncesi döneme aittir.
Solon’un başlattığı büyük politik reformu derinleştiren Kleisthenes’i anlamak birçok bakımdan siyaseti anlamak demektir. Bir bakıma Kleisthenes’in torunu olan filozof devlet başkanı Perikles, tüm yurttaşların siyasal haklar bakımından eşit olmasını sağlamıştır. Tarihte eşine rastlanmamış bir şekilde alt tabaka ve sınıflara ilkesel olarak kapalı olan memurluk işini herkese açtı. Memurluk ile kastedilen, önceden yalnızca kralların imtiyazı olan hükümdar (arkhon) olma hakkının artık toplumun alt sınıfına mensup insanlara da tanınmış olmasıdır. Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in, Marx’ın, Cromwell, Atatürk, Lenin gibi modern çağa damga vurmuş siyasetçilerin başarısı, mevcut parçalı düzeni aşan yeni bütünleştirici bir insanlık toplumunu amaçlamış veya gerçekleştirmiş olmalarında yatar.

Amerikan think tanklerinin kendilerinin dışında herkesi parçalayıp etkisiz kılmak için türettiği tek yanlı analitik yaklaşımın tersine; yeni bütünlüğü, kuruluşu amaçlayan sentezci yaklaşım siyaset yapmanın asıl yöntemidir. Siyaset pratiktir, amacında herkesi kapsayan kuruculuk olmak zorundadır.
Cumhuriyetimize örnek teşkil eden, temel oluşturan halk kavramının kökeninde bu yeni bütünlüklü insan kavrayışından kaynaklanan yeni demos, yani halk anlayışı vardır. Ayrıştırıcı ikilemler değil, dayanışma temelli bütünleştirici politik yaklaşımlar yeni bir modern uygarlığa işaret edebilir.
Atina demokrasisi
Bugün 21. yüzyılın insanları açısından garip olan, antik Atinalıların kelimenin gerçek anlamında buldukları doğrudan demokrasinin bizi hâlâ hayran bırakıyor olmasıdır. Hegel, Atina devletinin “demokratik yapısı” hakkında düşünürken ona Atina için tek mümkün yönetim biçimi olarak işaret ediyor. Öyle ki, Hegel Antik Yunan’da oluşturulan demokrasiden “dünya tarihsel belirlenim” olarak bahseder, çünkü “demokratik devlet” “patriarkal değildir, gelişmemiş güven duygusuna dayanmaz, tersine, bunun için yasalar, hukuk bilinci ve etik temel gerekmektedir.” Atina demokrasisi, modern çağda olduğu gibi insanın insan olarak özgürlüğünü gerekli kapsam ve soyutlukta ortaya koyamamış olsa da kendinde bunun nüvelerini barındırır.
Seçimler hep vardır. Modern demokrasiler temsili demokrasiler olduğu için seçim demokrasileridir. Fakat Antik Yunan’da oluşan demokrasiyi seçimlere dayandırmak doğru değildir. Antik Yunan’da da seçimler vardır. Fakat orada daha çok kura sistemi ile çalışılmıştır. Aristoteles’e göre, kamusal makamların dağıtılması için başvurulan kura sistemi Atina demokrasisi için kurucu bir öğedir. Kura sistemi seçimlerden çok farklı işlemektedir. Kimin hangi makama seçileceği ancak kura çekimi sonucunda belli olabilir.
Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in, Marx’ın, Cromwell, Atatürk, Lenin gibi modern çağa damga vurmuş siyasetçilerin başarısı, mevcut parçalı düzeni aşan yeni bütünleştirici bir insanlık toplumunu amaçlamış veya gerçekleştirmiş olmalarında yatar.
Çağdaş siyaset bilimcileri, modern, yani temsili demokrasilerde kura sistemi yerine bir kurum olarak seçimlerin tercih edilmiş olmasının nedenlerinin muhakkak incelenmesi gerektiğini vurguluyor.
Atina demokrasinin başvurduğu araçlardan birisi de elbette seçimdir. Fakat orada aynı zamanda bugün belki temayül diyebileceğimiz ritüelleşmiş alışkanlıklar, ilanlar, birbiriyle ilişkide genel geçer kabul edilmiş kurallar ve davranış normları da vardır. Ve daha önemlisi politik bakımdan en yetkin kurum olarak halk toplantısı vardır.
Politik bir karar verme kurumu olarak halk toplantısı, insanlık tarihinin ürettiği toplumsal kararlara en özgün ve en gerçek katılma biçimidir. Halk toplantısına yurttaş olan herkes her zaman gelip katılabilir ve beraber karar verebilir. Bir çeşit yürütme organı olan ve günlük siyasi işleri yürütmekle görevli olan kurul, temsil ilkesine göre değil, üyeleri sürekli değişen özyönetim ilkesine göre örgütlenmiştir.
Modern toplum ve temsili demokrasi
Modern temsili demokrasi, kendisini padişahlık, çarlık ve krallık biçiminde gösteren monarşi yadsıması olarak ortaya çıkmıştır. Antikçağda da demokrasi monarşinin yadsıması olarak belirmiştir ve politik katılım koşullarını iyileştirerek ve katılımı genişleterek giderek, muhafazakâr Sokrates’i çileden çıkaran radikal bir forma bürünmüştür. Feodal monarşi eskiçağın ölmüş ruhlarının feodal çağda farklı biçimde yeniden canlanması anlamına geliyor. Temsili demokrasi, hâlihazırda antikçağda olan temsili demokrasinin bazı öğelerini de canlandırarak kendi özgün modern formunu zamanla bulur ve kurumlarını yaratır. Marx ve Engels, modern devleti ilkesel olarak “temsili devlet” (Repräsentativstaat) olarak tanımlar.
Burjuva toplumunda, çağlar boyunca atıl tutulmuş, horlanmış, hakir görülmüş, aşağılanmış halkın politik karar verme süreçlerine eşit yurttaş olarak katılması için gerekli formel koşullar büyük mücadelelerin sonucunda adım adım oluşturulmuştur.
Temsili demokrasi, feodal monarşinin yadsıması olarak siyasi otoritenin meşruiyet kaynağı olarak halka dönmekle ve böylece zaten dünyevi olan siyaseti temelden dünyevileştirmekle büyük bir devrim gerçekleştirmiştir. Bu devrim, bir gereksinimler, bir dayanışma sistemi olan toplumu “burjuva toplumu” (civil society) ve bunun karşısında devleti “politik toplum” (political society) olarak kurmuştur. Bu kavramların bütünlüklü olarak birarada sunulmuş olmasını John Locke’a borçluyuz.
Burjuva toplumunda, çağlar boyunca atıl tutulmuş, horlanmış, hakir görülmüş, aşağılanmış halkın politik karar verme süreçlerine eşit yurttaş olarak katılması için gerekli formel koşullar büyük mücadelelerin sonucunda adım adım oluşturulmuştur.
Feodal toplumdan farklı olarak piyasa toplumu meta üreten bir toplumdur. Feodal toplum bir imtiyazlar toplumudur ve toplumsal hiyerarşisini toprak mülkiyetinin büyüklüğüne veya küçüklüğüne dayandırır.
Piyasa toplumu meta üreten bir toplumdur ve ürünün dağılımı ilkesel olarak piyasalar üzerinden gerçekleşir. En basit alış-veriş ilişkisi dahi yasal eşitliği şart koşar, her alış-veriş ilişkisi bir sözleşme ilişkisidir. Sözleşme ancak formel olarak eşitler ve özgürler arasında yapılabilir. Formel bakımdan bile hiyerarşik ilişkiler efendi-köle ilişkileridir. Bu nedenle modern toplum, yasalar nezdinde tüm yurttaşların formel bakımdan eşit olmak zorunda olduğu bir toplumdur.
Temsili demokrasi ve genel seçme ve seçilme hakkı
Temsili demokrasinin tüm problemleri de bundan sonra başlıyor ve bu nedenle kendi yadsımasını kendisinde barındırıyor. Bugün çok normal olarak “eşit, genel kitlesel seçim hakkı”ndan bahsediyoruz. Bu, modern çağda emekçilerin, kadınların, siyahilerin, aborjinlerin yüzlerce yıl, demokrasi konusunda dünyaya örnek oluşturma iddiasında olan ABD’de 20. yüzyılın son çeyreğine kadar sürmüş mücadeleleri sonucu elde edilmiş bir haktır.
Siyahilere yurttaşlık hakkından öte devlet yetkisi verilmesi bakımından 1871 Paris Komünü örnek teşkil eder. Kadına her bakımdan anayasal eşitliği sağlayan ilk ülke Sovyetler Birliği olmuştur.

ABD’de 1789 yılında anayasa tarafından ilk defa garanti edilen seçim hakkından yalnızca 21 yaşı ve üstü olan mülkiyet sahibi beyaz erkekler (toplumun %6’sı) yararlanabilmektedir. Ayrıca kimin seçilebileceğine de “Electoral College” adı altında bir kurul karar vermektedir. David Hume, seçim hakkını mülkiyete dayalı olarak sınıflandırmak ister. Mülkiyeti en çok olanının seçim hakkı da en güçlü olmalıdır. Almanya’da seçim hakkı üç sınıfa ayrılmıştır.
ABD’de seçim hakkının anayasal olarak ilk defa tanımlanmasından sonra takriben yüz yıl sonra 1870’de yapılan değişiklikle erkek siyahilere de seçme hakkı tanınmıştır. Fakat bu uygulanamamıştır, çıkarılan yerel yasalarla ve şiddetle engellenmiştir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkını Sovyetler Birliği’nden sonra sosyalistlerin muazzam baskısı sonucu 1918 yılında Almanya vermiştir. Cumhuriyet fikrinin anayurdu Fransa’da Türkiye’den çok sonra ancak 1944 yılında elde edilebilmiştir.
Bugün seçme hakkı giderek politik karar olmaktan çıkmış, vaatlere satılan veya vaatlerle satın alınan bir ticaret nesnesine dönüşmüştür.
Paris Komünü ve temsili demokrasinin şüpheciliği
Temsili demokrasi ilkesel olarak şüphe üzerine kurulmuştur. Şüphe seçme ve seçilme hakkı olan, yani seçmesi istenen halka karşıdır. Marx, 19. yüzyılda seçim hakkının genişletilmesi üzerine yürütülen tartışmalara konuya felsefi bakılmalıdır diye müdahale ederek, temsili demokraside halk ile devlet karşıtlığına dikkat çeker. Temsili demokrasi sisteminin dayandığı temsil kavramı kendi başına bir problemdir. Zira temsili devlette yapılan seçimlerde toplum kendisini devlete karşı konumlandırmaktadır, devlet ise topluma karşı ilkesel olarak güvenmez. Bu ilişki temsil eden ile temsil edilen arasında olan ilkesel bir yabancılaşma problemidir.
Rousseau’nun, sıklıkla “totaliter” olarak tanımlanan ama aslında radikal demokratik bir tutum olan yaklaşımına göre, yurttaşı ancak yine yurttaşın kendisi temsil edebilir.
Problemi hâlihazırda doğrudan demokrasinin modern kuramcısı Jean-Jacques Rousseau, yurttaş temsil edilemez, söyleriyle ifade etmiştir. Rousseau’nun, sıklıkla “totaliter” olarak tanımlanan ama aslında radikal demokratik bir tutum olan yaklaşımına göre, yurttaşı ancak yine yurttaşın kendisi temsil edebilir.
Paris Komünü tüm insanlığı doğrudan demokrasi ilkesine göre yeniden örgütlemek istemektedir. Buna göre, bir gereksinim ve dayanışma ortaklığı olan ve en küçük yerleşim biriminden giderek tüm insanlığı kapsayan insanlığın komünler toplumunda seçim bir süreliğine yapılmış temsili seçim değil, her zaman sonlandırılabilecek bir görevlendirmedir. Bugün temsili demokrasinin her boyutunda gözlemlenen yabancılaşma problemlerinin ışığında doğrudan demokrasinin gerekliliği ve olanaklılığı üzerine yeniden düşünmek acil ve zaruri oldu.