Bir filmi izlemek, retinaya düşen ışığın ötesinde, zihnin derinliklerinde başlayan bir etkileşimdir. Film anlatısı; bir ışık huzmesi gibi duygularımızın, anılarımızın, imgelerimizin arasından geçer. Bu bağlamda film izlemek hissedilen bir deneyim olarak, izleyicinin bedeninde ve beyninde yankı bulur. Ekrandaki görüntüler, izleyicinin belleğinde şekil değiştirir, duygularla boyanır ve bireysel deneyimle harmanlanarak eşsiz bir “zihin sineması”na dönüşür.
Dr. Öğr. Üyesi Işkın Özbulduk Kılıç
Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Görsel İletişim Tasarımı Bölümü
Bir filmi izlemek, retinaya düşen ışığın ötesinde, zihnin derinliklerinde başlayan bir etkileşimdir. Film anlatısı; bir ışık huzmesi gibi duygularımızın, anılarımızın, imgelerimizin arasından geçer. Bu bağlamda film izlemek hissedilen bir deneyim olarak, izleyicinin bedeninde ve beyninde yankı bulur. Ekrandaki görüntüler, izleyicinin belleğinde şekil değiştirir, duygularla boyanır ve bireysel deneyimle harmanlanarak eşsiz bir “zihin sineması”na dönüşür. Ses ile görselin kesiştiği o eşik, sinaptik ağlarda yankı bulur; her kesme, her bakış, her sessizlik beynin belirli bölgelerinde farklı uyarımlar yaratır. İzleyici, anlatının pasif bir tanığı değil, onun nörolojik ortağına dönüşür. İşte bu karmaşık etkileşimler ağı, sinema deneyimini nörobilimsel bir merakın nesnesi hâline getirir.
Nörosinema görsel-işitsel anlatının izleyici zihninde nasıl duyumsandığını, hangi nöral yollardan geçerek anlam kazandığını ve duygusal etkiyi nasıl inşa ettiğini sorgulayan disiplinlerarası bir düşünce alanıdır.
Nörosinema, genel anlamda bir anlatının beyindeki yolculuğunu izlemeye çalışan, kadrajın arkasındaki sinirsel koreografiyi anlamlandırmayı amaçlayan disiplinlerarası bir bakış açısıdır. Nörosinema görsel-işitsel anlatının izleyici zihninde nasıl duyumsandığını, hangi nöral yollardan geçerek anlam kazandığını ve duygusal etkiyi nasıl inşa ettiğini sorgulayan disiplinlerarası bir düşünce alanıdır. Beyinle perde arasında kurulan bu ilişki, bir yandan bilimsel bir meraka yanıt ararken bir yandan da insanın kendine, duygularına ve başkalarıyla kurduğu bağlara dair kadim sorulara verilen modern bir yanıttır. Sinemada gördüğümüz sahneler, gerçek yaşamdaki deneyimlere benzer bilişsel ve duygusal izler mi bırakmaktadır? Film karakterleriyle kurduğumuz ilişkiler, gündelik yaşamda insanlar hakkında hissettiklerimizi taklit eden yapılar mı içermektedir? Sinema, tutumlarımızı ve dünyaya bakış biçimimizi dönüştürebilir mi? Bu bağlamda cevabı aranan sadece “beyin bu sahnede nasıl tepki veriyor?” sorusu değil; aynı zamanda “neden bu karakterle ağlıyoruz, neden bu sessizlik bizi derinlemesine sarsıyor?” gibi sorularıdır.

Sinema ile nörobilim arasındaki ilişki, yalnızca iki disiplinin kesişiminden doğan tesadüfi bir ilgi alanı değildir; bu ilişki, nörobilim ile sanat arasındaki bağları keşfetmeye yönelik daha geniş bir entelektüel çabanın parçasıdır. Nörobilimin estetik deneyimle kurduğu ilişki, görece yeni bir araştırma alanı olmakla birlikte, özellikle beynin görsel uyaranları nasıl işlediğine dair bulgulara odaklanan öncü çalışmalar sayesinde hızla gelişmektedir. Bu alanda öne çıkan isimlerden biri olan Semir Zeki, “nöroestetik” kavramını ortaya koyarak, sanatın beyinle kurduğu ilişkiye dair sistematik bir kuramsal çerçeve geliştirmiştir. Kawabata ve Zeki’nin yürüttüğü çalışmalarda, bireylerin estetik olarak ‘‘güzel’’ buldukları resimlere bakarken beyinlerinin hangi bölgelerinin aktive olduğu fMRI görüntüleme tekniğiyle incelenmiştir. Bulgular, farklı resim türlerinin farklı ve uzmanlaşmış görsel alanlarla ilişkili olduğunu göstermiş, özellikle orbitofrontal korteksin güzel ve çirkin uyaranlar karşısında farklı şekilde tepki verdiği ortaya konmuştur. Aynı zamanda motor korteksin de estetik yargılarla bağlantılı olarak harekete geçtiği belirlenmiştir.
Estetik yaşantının ardındaki sinirsel dinamikleri anlamaya yönelik kuramsal yaklaşımlar, sanatın kültürel bir beğeni alanından ibaret olmadığını düşündürür.
Sanatla ilişkili sinirbilimsel araştırmalar, görsel imgelerin estetik etkisinin ötesinde, algı ve bilişle derin bağlar kurduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle hareketli formların beyinle kurduğu temas, izleyici deneyiminin nörofizyolojik temellerine işaret eder. Estetik yaşantının ardındaki sinirsel dinamikleri anlamaya yönelik kuramsal yaklaşımlar, sanatın kültürel bir beğeni alanından ibaret olmadığını düşündürür. Bazı araştırmacılar, estetiğe doğrudan gönderme yapmaksızın, sanat yapıtlarını zihinsel işleyişin incelenmesinde araçsallaştırmakta; film sahneleri ve imgeler aracılığıyla bilinç ve algıya dair örtük yapıların izini sürmektedir. Görsel anlatıların, zihinsel süreçlere dair sezgisel bir laboratuvar sunduğu düşüncesi, bu bilimsel yönelimin merkezinde yer alır.

Kavramsal perspektiften nörosinema
Psikoloji ve sinirbilim literatüründe, nörosinema ve nörosinematik kavramları çoğu zaman eşanlamlı olarak kullanılır. Ancak film çalışmaları alanından bakıldığında, bu iki terim arasında anlam ve işlev farklarını gözetmek, teorik netlik açısından önemlidir. Nörosinematik, genellikle izleyici beyninin film izleme sürecinde verdiği tepkilerin ölçülmesini ve bu verilerin istatistiksel olarak analiz edilmesini ifade ederken; nörosinema, sinema deneyimini hem sanatsal hem de nörobilimsel düzeyde yorumlayan, daha bütüncül bir yaklaşımı temsil eder. Kavramlar arasındaki bu ayrım, yalnızca terminolojik değil, aynı zamanda kuramsal ve metodolojik bir yönelimi de işaret eder.
Nörosinema kavramı ilk kez 2007 yılında Peter Weibel tarafından kaleme alınan “The Intelligent Image: Neurocinema or Quantum Cinema?” başlıklı metinde ortaya atılmıştır. Weibel, dijitalleşmenin ve bilgi teknolojilerindeki dönüşümün sinema deneyimini kökten dönüştüreceğini savunurken, izleyicinin görsel-işitsel bir içeriğe maruz kalışını yalnızca temsil düzeyinde değil, doğrudan sinirsel düzeyde de ele alır. Onun perspektifinde ekran artık pasif bir yüzey değil; izleyici beynini doğrudan uyaran, sinirsel ağları harekete geçiren, çip benzeri teknolojilerle etkileşime geçebilen bir nöro-aparat hâline gelir. Weibel’in bu kuramsal çerçevesi, ekranı izleyicinin algı sistemini doğrudan simüle eden, bir tür nörosimülasyon cihazı olarak yeniden düşünmeyi teklif eder. Bu noktada nörosinema, bu etkilerin beyinde nasıl örgütlendiğini, nasıl bir sinirsel karşılık bulduğunu sorgulayan disiplinlerarası bir yaklaşım olarak belirir. Görüntüye bakan gözün ötesine geçerek, o görüntünün beyinde nasıl iz bıraktığını anlamaya yönelir.
Weibel’in bu kuramsal çerçevesi, ekranı izleyicinin algı sistemini doğrudan simüle eden, bir tür nörosimülasyon cihazı olarak yeniden düşünmeyi teklif eder.
Weibel’in yaklaşımı, nöroteknolojik bir tahayyül ile ekranı izleyicinin nörolojik yapısıyla bütünleşen bir arayüz olarak konumlandırırken, sinemanın gelecek potansiyellerine dair radikal bir vizyon da sunar. Öte yandan, nörosinematik kavramı psikolog ve sinirbilimci Uri Hasson tarafından 2008 yılında literatüre girmiştir. Hasson ve ekibi, özellikle fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) kullanılarak izleyicilerin aynı filmi izlediklerinde beyinlerinde benzer aktivasyon örüntüleri oluştuğu göstermişlerdir.
Bu bağlamda nörosinematik, izleyici kitlesinin belirli sahnelere verdiği tepkilerdeki senkronizasyonu ölçerek, sinemasal anlatının sinirsel etkilerini bilimsel yöntemlerle analiz etmeyi amaçlayan bir neolojizmdir. Bu yaklaşım, sinemayı estetik bir deneyim olmasının yanı sıra ölçülebilir bir bilişsel uyarım olarak da ele alır.

Nörosinema, genel hatlarıyla sinema ile nörobilim arasındaki tüm temas alanlarını kapsayan geniş bir üst kavram olarak düşünülebilirken; nörosinematik, daha çok deneysel yöntemler aracılığıyla izleyici tepkilerinin ölçülmesine odaklanan dar bir alt alan olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda nörosinema, yalnızca görsel bir sanatın sinirsel düzeyde nasıl deneyimlendiğini anlamaya çalışmakla kalmaz; aynı zamanda çağdaş izleme biçimlerinin teknolojiyle olan karmaşık ilişkisini, bedenin ve zihnin sinematik deneyim içindeki yerini, hatta bilincin sinema yoluyla nasıl biçimlendiğini de tartışmaya açar. Bu bağlamda sinema ve nörobilim kesişimi olarak daha geniş bir perspektifle ele alan nörosinema yaklaşımı farklı analatik düzlemlere sahiptir.
Nörosinema, genel hatlarıyla sinema ile nörobilim arasındaki tüm temas alanlarını kapsayan geniş bir üst kavram olarak düşünülebilirken; nörosinematik, daha çok deneysel yöntemler aracılığıyla izleyici tepkilerinin ölçülmesine odaklanan dar bir alt alan olarak değerlendirilebilir.
Nörosinemada dört analitik düzlem
Nörosinema, sinema ile nörobilim arasındaki etkileşimi çok katmanlı bir biçimde ele alan disiplinlerarası bir alandır ve bu alan dört temel analitik düzlem üzerinden incelenebilir. İlk düzlem, film izleme sırasında izleyicinin beyninde meydana gelen sinirsel tepkileri ileri düzey nörogörüntüleme teknikleriyle analiz eden nörosinematik yaklaşımdır. İkinci düzlem, nörolojik hastalıkları, bilinç ve zihin durumlarını konu alan anlatılara odaklanarak, sinemanın bu deneyimleri temsili ve empatik biçimde yeniden inşa etme kapasitesini değerlendirir. Üçüncü düzlem, sinemanın bilimsel gözlem ve klinik belge üretimi için kullanıldığı tarihsel bağlamlara işaret eder; bu düzlemde sinema, nörobilimsel verilerin aktarımına aracılık eden epistemolojik bir araç olarak konumlanır. Dördüncü ve son düzlem ise nörobilim, felsefe ve sinema arasındaki düşünsel kesişimi temel alarak, bilinç, özne ve algı gibi felsefi sorunsalları sinematografik deneyimle birlikte ele alır.

İlk düzlem, film izleme süreci ile izleyici beynindeki nörolojik faaliyetler arasındaki ilişkiyi, nörobilimsel veriler ışığında anlamaya çalışan yönelimi ifade eder. Bu çerçevede nörosinema, ileri düzey nörogörüntüleme tekniklerini özellikle fMRI ve EEG gibi yöntemleri kullanarak, farklı bireylerin film izleme sırasında sergilediği beyin aktivitelerindeki değişimleri ve çeşitli film türlerinin bu aktivasyonlar üzerindeki etkilerini inceler. Temel amaç, görsel-işitsel uyarıcıların sinir sistemi üzerindeki etkilerini inceler.
Nörosinematik, film deneyimini yalnızca anlatı ya da biçimsel analizle değil, doğrudan sinirsel düzeydeki tepkilerle okumaya çalışan bir alt disiplindir.
Bu araştırmalar sonucunda iki temel bulguya ulaşılmıştır. İlk olarak, bazı filmler izleyicilerde oldukça benzer nöral tepkiler uyandırmakta ve bu durum, sinirsel düzeyde izleyici tepkilerinin belirli filmler tarafından “kontrol edilebildiğini” göstermektedir. Bu kontrol, herhangi bir öznel estetik değerlendirmeye bağlı olmaksızın, sinirsel düzeyde bir yönlendirme biçimi olarak değerlendirilir. İkinci olarak, zihnin beyin süreçlerine bağlı çalıştığı kabulüyle, bu tür bir sinirsel yönlendirmenin aynı zamanda algı, dikkat ve düşünce sistemlerinin de yönlendirilmesine kapı aralayabileceği öne sürülmektedir. Bu noktada nörosinematik araştırmalar, izleyicinin ekranın hangi bölgesine odaklandığını, belirli sahnelerin beynin hangi bölgelerini aktive ettiğini ve bu aktivasyonların izleyici üzerindeki etkilerini ölçmeye odaklanır. Nörosinematik, film deneyimini yalnızca anlatı ya da biçimsel analizle değil, doğrudan sinirsel düzeydeki tepkilerle okumaya çalışan bir alt disiplindir.

Bu yönüyle, özellikle yüksek bütçeli yapımlar açısından, izleyici ilgisinin nörolojik olarak ölçülebilmesi sayesinde en çok ilgi görecek sahnelerin ya da anlatı yapılarına dair stratejilerin belirlenmesine katkı sunabilir. Dolayısıyla nörosinematik yaklaşım, sadece sinema kuramı açısından değil, aynı zamanda pazarlama stratejileri bağlamında da kullanılabilen bir araç hâline gelmiştir. Bu durum, nörosinemayı nöropazarlamanın bir alt disiplini olarak değerlendirmeye de olanak tanır. Nörosinemanın ikinci düzlemi; doğrudan nörolojik hastalıkları konu edinen filmleri, bilinç ve zihin temelli anlatıları ya da bu temalara odaklanan belge nitelikli yapımları içerir. Bu yaklaşımda sinema, yalnızca bir temsil aracı değil; aynı zamanda nörolojik deneyimlerin yeniden canlandırıldığı, hatta izleyiciye nörolojik bir bozukluğun nasıl hissedilebileceğine dair empatik bir alan sunan bir araç olarak değerlendirilir.
Hasarlı ya da farklı işleyen beyinlerin sinematik temsili, yalnızca bir anlatı stratejisi olarak değil, aynı zamanda izleyicinin bu farklılıklarla zihinsel düzeyde ilişki kurabilmesini sağlayan estetik ve etik bir araç olarak da ele alınır.
Hasarlı ya da farklı işleyen beyinlerin sinematik temsili, yalnızca bir anlatı stratejisi olarak değil, aynı zamanda izleyicinin bu farklılıklarla zihinsel düzeyde ilişki kurabilmesini sağlayan estetik ve etik bir araç olarak da ele alınır. Bu bağlamda nörosinema, sinemanın bir “hastalığı yeniden yaratma” kapasitesi üzerine düşünmeyi de beraberinde getirir. Bu düzlemde en sistemli katkılardan biri, nörolog Eelco F. M. Wijdicks tarafından sunulmuştur. “Wijdicks’in Neurocinema: When Film Meets Neurology” başlıklı eseri, filmlerde nörolojik hastalıkların ve nörolog figürlerinin nasıl temsil edildiğini detaylı biçimde analiz eder. Bu tür yapımları “nörofilmler” olarak adlandıran yazar, sinema ile nörolojinin kesiştiği noktaları bir nöroloğun duyarlılığıyla ele alırken, temel amacını filmlerin bu hastalıkları nasıl inşa ettiğini anlamak olarak açıklar.

Çalışmasında şu sorulara yanıt arar: Nörolojik bozukluklar ne şekilde tasvir ediliyor? Bu temsiller ne ölçüde doğrudur? Nörologların mesleki pratiği nasıl sunuluyor? Belgeseller, bu bozuklukların ciddiyetini aktarabiliyor mu? Bu filmler nöroloji öğrencileri için eğitsel bir kaynak olabilir mi? Ve daha önemlisi, bu anlatılar tıbbi etik ve toplumsal algı bakımından verimli bir tartışma zemini sunabilir mi? Wijdicks’in çalışması, başlıca nörolojik durumlara göre sınıflandırılmış yüzü aşkın filmi kapsar ve temsili yapısöküme uğratarak analiz eder. Bu çalışmayı izleyen “Neurocinema—The Sequel: A History of Neurology on Screen” ise yazarın deyimiyle “her bakımdan farklı bir kitap” olsa da benzer bir mantıkla ekranlardaki nörolojik temsilleri tarihsel ve analitik düzeyde inceler. Her iki eser birlikte düşünüldüğünde, nörosinemanın bu ikinci hattı içerisinde yeni bir alt alanın belirginleştiği görülmektedir: nörofilmlerin eğitim amaçlı kullanımı.
Nörosinemanın üçüncü düzlemi, sinemanın tıbbî görüntüleme aracı olarak kullanımına odaklanır ve sinema ile nörobilimsel/klinik uygulamalar arasında işlevsel bir köprü kurar.
Bu alt alan, sinemanın nörobilimsel bilgi ve duyarlılıkların aktarımında pedagojik bir araç olarak kullanılabileceğini ortaya koyar. Özellikle tıp öğrencileri, psikoloji ve sinirbilim alanında çalışan araştırmacılar için sinema, bir vaka simülasyonu kadar etkili olabilecek anlatı imkânları sunar. Bu yönüyle ikinci hat, aşağıda ele alınacak olan dördüncü hat ile özellikle bilinç, özne, zihin ve beden tartışmaları çerçevesinde doğrudan kesişir ve disiplinlerarası düşünce üretimi için verimli bir zemin sağlar. Nörosinemanın üçüncü düzlemi, sinemanın tıbbî görüntüleme aracı olarak kullanımına odaklanır ve sinema ile nörobilimsel/klinik uygulamalar arasında işlevsel bir köprü kurar.
Özellikle nöroloji ve nöropsikiyatri alanları, sinematografik teknikleri erken dönemden itibaren deneysel gözlem ve eğitim süreçlerinde benimseyen ilk tıbbi disiplinler arasında yer alır. Bu düzlemin kökleri, sinemanın bilimsel gözleme entegre edildiği 20. yüzyılın başlarına kadar uzanır. Fransız mikrobiyolog ve sinemacı Jean Comandon, Pathé firmasıyla yaptığı işbirliği sayesinde mikrosinematografi alanında öncü olmuş; özellikle sifiliz bakterilerinin hareketlerini görünür kılmak için sinemayı kullanmıştır. Comandon’un çalışmaları, Paul Sainton ve André Thomas gibi doktorların sinemayı nörolojik bozuklukların belgelenmesinde kullanmasına öncülük etmiştir.
Özellikle nöroloji ve nöropsikiyatri alanları, sinematografik teknikleri erken dönemden itibaren deneysel gözlem ve eğitim süreçlerinde benimseyen ilk tıbbi disiplinler arasında yer alır.
Aynı dönemde ABD’de nörolog Francis Dercum ile sinema öncüsü Eadweard Muybridge’in 1885’te gerçekleştirdiği işbirliği kapsamında yürüyüş bozuklukları olan hastaların ardışık görüntüleri kaydedilmiş ve bu çalışmalar sinemanın patolojik hareketleri analiz etmeye elverişli bir bilimsel araç olduğunu göstermiştir. Bu çerçevede Pathé Frères (Fransa) ve Lubin Manufacturing Company (ABD) gibi şirketler, bilimsel sinematografi için teknik destek sağlamış; örneğin Pathé’nin Vincennes stüdyoları, birçok Fransız nörolog için film destekli araştırmaların yürütüldüğü bir merkez haline gelmiştir. Aynı yaklaşımla ABD’de Montefiore Hastanesi’nde Philip Goodhart, T. J. Putnam ve B. H. Balser’in hazırladığı “Neurological Cinematographic Atlas (1944)”, sinemanın nörolojik etkileri belgeleyen ve eğitimde kullanılan bir kaynak olarak öne çıkmıştır.
Bu gelişmelerin Avrupa’daki önemli temsilcilerinden biri de İtalyan patolog Camillo Negro’dur. Negro, 1906-1908 yıllarında Torino’daki kliniklerde nörolojik hastaları filme alarak hem bilimsel toplantılarda hem de öğretim amaçlı sunumlarda bu kayıtları kullanmış; I. Dünya Savaşı sırasında ise savaş travmalarının sinematografik belgelerini üretmiştir. Dördüncü düzlem ise esasen nörobilim, felsefe ve sinema üçgeninde gelişmektedir. Patricia Pisters, 2012 yılında kaleme aldığı “The Neuro-Image” başlıklı eseriyle sinema ile nörobilim arasındaki etkileşimi felsefi bir düzleme taşıyarak bu alandaki tartışmalara yeni bir boyut kazandırır.
Bu bağlamda, seyirci artık karakterin gözünden dış dünyayı görmez; onun zihinsel evrenine, düşünsel devinimine tanıklık eder.
Çalışmasının kuramsal arka planında, bir yandan Hasson ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği deneysel sinirbilimsel araştırmalar, diğer yandan Deleuze’ün “beyin ekran” kavramıyla somutlaşan düşünsel çerçevesi yer alır. Deleuze açısından beyin, birey ile dünya arasında işleyen duyusal bir arayüzdür; bu fikir, Pisters’ın kavramsal yöneliminde belirleyici bir etkiye sahiptir. Pisters, Deleuze’ün hareket-imge ve zaman-imge ayrımlarını temel alır ancak bunları aşarak “nöro-imge” olarak adlandırdığı üçüncü bir kuramsal düzlem önerir. Bu yeni yaklaşım, algının ne tamamen özneye ait ne de nesnel gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı olduğunu savunur; bunun yerine, düşünsel ve deneyimsel olanın iç içe geçtiği bir ara alanı tarif eder. Beyni diyalektik işleyişe sahip bir yapı olarak ele alan Pisters, sinematik anlatının da bu nöral hareketlilikle yeniden şekillendiğini öne sürer. Ona göre hareket-imge, anlatıyı şimdiki zaman düzleminde sabitlerken; zaman-imge, anlatıyı geçmişin kırılmalarına yerleştirir. Nöro-imge ise anlatıyı spekülatif bir geleceğe taşır. Bu bağlamda, seyirci artık karakterin gözünden dış dünyayı görmez; onun zihinsel evrenine, düşünsel devinimine tanıklık eder.

Patricia Pisters, nöro-imge olarak adlandırdığı yeni sinemasal anlatı biçimini, yirmi birinci yüzyılın dijitalleşmiş ve küreselleşmiş ekran kültürünün belirleyici özelliklerinden biri olarak değerlendirir. Bu imge türü, yalnızca estetik değil, aynı zamanda düşünsel ve yapısal düzeyde de dönüşüm içindedir. Pisters’a göre nöro-imge, Deleuze ve Guattari’nin kapitalizm ve şizofreni üzerine geliştirdiği düşünsel zemine yaslanmakta; içkininde bir tür şizoanalitik nitelik taşımaktadır. Bu yönüyle, sinema ve zihin arasındaki ilişkiyi salt bilişsel değil, aynı zamanda çok katmanlı psiko-felsefi bir düzlemde ele alır.
Onun çalışmasında öne çıkan temel sorular, bu imgenin çağdaş dijital teknolojilerle kurduğu ilişkiyi ve bu bağlamda nasıl bir “sanat iradesi” taşıyabileceğini sorgular. Nöro-imge, aşırı bilgi yüklemesiyle karakterize edilen dijital çağda, zaman-imgesinin henüz açığa çıkmamış olan potansiyellerini harekete geçirebilir mi? Peki bu imge türü, zaman-imgenin bir alt türü müdür, yoksa sinema diline ait bambaşka üçüncü bir imgesel rejimi mi temsil etmektedir? Pisters, bu soruları beynin yapısını merkez alan yeni anlatı biçimlerine dair spekülatif bir düşünsel arayışın parçası olarak sunar.
Bu bağlamda ortaya çıkan nörofilmoloji, nörosinemadan farklı olarak yalnızca sinirbilimsel yöntemlere değil, aynı zamanda ampirik bulgular ile kuramsal kavrayışlar arasındaki karşılıklı ilişkiye dayanan bir analiz çerçevesine odaklanır.
Sinemaya yönelik nörobilimsel ilgilerin giderek artması, zamanla bu alanda daha özgül bir araştırma yöneliminin doğmasına da neden olmuştur. Bu bağlamda ortaya çıkan nörofilmoloji, nörosinemadan farklı olarak yalnızca sinirbilimsel yöntemlere değil, aynı zamanda ampirik bulgular ile kuramsal kavrayışlar arasındaki karşılıklı ilişkiye dayanan bir analiz çerçevesine odaklanır. Bu yaklaşım 2014 yılında Cinéma & Cie dergisinin D’Aloia ve Eugeni editörlüğünde yayımladığı “Neurofilmology” özel sayısında sunulmuştur. D’Aloia ve Eugeni’ye göre nörofilmoloji, son yirmi yıla bilişsel sinirbilim alanındaki gelişmelerin beşeri ve sosyal bilimlerde yol açtığı epistemolojik dönüşümlerle birlikte düşünülmelidir. Bu yaklaşım, iki seyirci modelinin –zihin olarak seyirci (bilişsel-kuramsal bakış açısı) ve beden olarak seyirci (fenomenolojik ve kıtasal yaklaşım)– bir araya geldiği bir araştırma programı olarak tanımlanır.
Nörofilmoloji, görsel-işitsel deneyimi hem deneysel hem de düşünsel araçlarla ele alırken, seyirciyi bir organizma olarak kavrar: izleyici bu bağlamda duyusal, bilişsel, duygusal ve motor süreçleri eş zamanlı olarak işleyen dinamik bir yapı olarak değerlendirilir. Bu dinamik yapı, spiral bir akış içinde algısal girdileri ve önceden edinilmiş deneyimleri birleştirerek yeni bilişsel konfigürasyonlar üretir; bu da izleyici deneyiminin hem içsel hem zamansal olarak çok katmanlı bir yapıya sahip olduğunu gösterir. Sonuç olarak, nörosinema dört düzlemli yapısıyla yalnızca sinema ile nörobilim arasında değil, aynı zamanda temsil, deneyim ve düşünce arasında da köprüler kurar. Bu düzlemler, izleyicinin nörolojik tepkilerinden estetik deneyimine, tıbbi belgelemeden felsefi imgeleme kadar genişleyen bir spektrum sunar; ancak bu katmanların birbirinden yalıtık değil, karşılıklı olarak besleyici olduğu unutulmamalıdır.
Dolayısıyla nörosinema hem teknik ya da betimleyici bir alan hem de görsel-işitsel anlatının bilinç, özne ve etik ile olan ilişkisini çok katmanlı biçimde düşünmeye çağıran felsefi bir zemindir.
Nörogörüntüleme tekniklerinin sunduğu nesnel veriler, bilinç temsilleriyle kuramsal düzlemde birleştiğinde; sinemanın empatik gücü, hem pedagojik bir araca hem de etik bir tartışma zeminine dönüşür. Bu bağlamda, Pisters’ın nöro-imge yaklaşımıyla Wijdicks’in nörolojik temsillere dair çözümlemeleri arasında, zihnin sinematografik olarak yeniden inşasına dair ortak bir düşünsel damar izlenebilir. Dolayısıyla nörosinema hem teknik ya da betimleyici bir alan hem de görsel-işitsel anlatının bilinç, özne ve etik ile olan ilişkisini çok katmanlı biçimde düşünmeye çağıran felsefi bir zemindir.
Film seyrinde nöral dinamikler
Yukarıda özetlenen analitik düzlemlerden ilki, seyircinin nörolojik tepkilerini merkeze alan yaklaşımıyla, günümüzde giderek genişleyen bir araştırma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle, fMRI ve EEG gibi nörogörüntüleme tekniklerindeki ilerlemeler, izleyicinin film karşısında verdiği sinirsel tepkilerin yüksek hassasiyetle izlenebilmesine olanak tanımış; böylece film deneyimi, ölçülebilir ve yeniden değerlendirilebilir bir bilişsel süreç olarak ele alınmaya başlanmıştır. Bu yaklaşım, nörobilim ile sinema teorisi, psikoloji, kültürel çalışmalar ve fenomenoloji gibi disiplinler arasında gelişen etkileşimle derinleşmiş; özellikle empati, duygulanım, hafıza ve algı gibi zihinsel işlevlerin film aracılığıyla nasıl harekete geçirildiği sorusu etrafında şekillenmiştir.
Dijital medya kültürünün hızla dönüşmesi, bilgi akışının yoğunlaşması ve çoklu ekran deneyimlerinin artmasıyla birlikte, sinemanın beyinle kurduğu etkileşim daha da önem kazanmış; bu durum, film teorisinde nörolojik temelli yaklaşımların güncelliğini pekiştirmiştir. Buna ek olarak, nörosinemanın uygulamalı alanlarda—örneğin reklam, terapi ya da eğitim—kullanım potansiyeli, bu araştırma alanına duyulan ilgiyi artıran diğer önemli bir faktör olarak öne çıkmaktadır. Nörosinema alanındaki gelişmeler, bir yanıyla da nöropazarlama disiplininin temel ilkeleriyle belirgin bir yakınlık içindedir. Her iki yaklaşım da bireyin zihinsel süreçlerini, özellikle dikkat, duygu, hafıza ve karar verme mekanizmalarını nörobilimsel veriler üzerinden analiz etmeye yönelir.
Nörosinema ve nöropazarlama arasındaki bu kesişim, çağdaş medya üretiminde hem yaratıcı hem de ekonomik başarı arayışlarını sinirbilimsel bilgiyle temellendiren hibrit bir düşünme biçimini beslemektedir.
Nöropazarlama, tüketici davranışlarını yönlendiren bilinçdışı süreçleri anlamaya çalışırken, nörosinema ise izleyici ile film arasındaki etkileşimin beyindeki karşılıklarını inceleyerek bu deneyimin duygusal ve bilişsel haritasını çıkarır. Film fragmanlarının izleyici üzerindeki etkisini ölçmek, hangi sahnelerin daha fazla dikkat çektiğini ya da hangi görsel-işitsel ögelerin daha fazla duyusal rezonans yarattığını anlamak, nöropazarlama tekniklerinin sinema bağlamında uygulanabilirliğini göstermektedir. Nörosinema ve nöropazarlama arasındaki bu kesişim, çağdaş medya üretiminde hem yaratıcı hem de ekonomik başarı arayışlarını sinirbilimsel bilgiyle temellendiren hibrit bir düşünme biçimini beslemektedir.
Her ne kadar film ile insan beyni arasındaki ilişki günümüzde yeni bir araştırma sahası olarak ele alınsa da bu ilişkinin düşünsel temelleri sinemanın doğuşuyla birlikte filizlenmiştir. Özellikle 20. yüzyılın başlarında Hugo Münsterberg, Lev Kuleşov ve Rudolf Arnheim gibi öncü düşünürler, sinemanın izleyici zihninde yarattığı algısal ve bilişsel etkileri bilimsel ve felsefi bir perspektiften ele alarak, sinema ile beyin arasındaki etkileşimi sistematik biçimde tartışmaya açmışlardır. Bu erken dönem yaklaşımlar, sinemanın yalnızca estetik bir deneyim olmanın ötesinde, zihinsel süreçlerle derinlemesine ilişkili bir yapı arz ettiğini göstermiştir.

Münsterberg, sinemanın bir sanat biçimi olarak insan zihnindeki süreçlere dayandığını savunmuş ve filmi, dış dünyayı zihnin formlarına uyarlayarak anlatı kuran bir fenomen olarak tanımlamıştır. Onun, The Photoplay: A Psychological Study. The Silent Photoplay adlı eseri, sinemanın zihinsel süreçlerle nasıl ilişkili olduğuna dair ilk kapsamlı kuramlardan birini sunar. Münsterberg; dikkat, bellek, hayal gücü ve duygular gibi psikolojik işlevlerin film deneyimi ile nasıl etkileşimde bulunduğunu inceleyerek, filmde kullanılan tekniklerin zihinsel süreçlerle paralellik oluşturduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda, filmdeki teknik unsurların izleyicinin zihnindeki doğal işleyiş biçimlerini yansıttığını ileri sürmüştür. Film, zihnin bir “alıcısı, kaydedicisi ve yansıtıcısı”dır.
Film, zihnin bir “alıcısı, kaydedicisi ve yansıtıcısı”dır.
Lev Kuleşov’un çalışmaları ise montajın zihinsel etkileri üzerinde yoğunlaşmıştır. Kuleşov; ünlü deneyinde, bir oyuncunun nötr bir yüz ifadesini, farklı duygusal bağlamlarla ardışık olarak sunarak, izleyicilerin bu yüz ifadesinin bağlama göre değiştiğini düşündüklerini göstermiştir. Bu, film dilinin izleyici zihninde anlam ve duygu oluşturmadaki gücünü ortaya koyan erken bir bulgudur. Rudolf Arnheim ise Gestalt psikolojisini sinemaya uyarlamış ve filmdeki her teknik tercihin (kamera açısı, ışık-gölge kullanımı, kurgu hızı vb.) izleyicinin algısını nasıl şekillendirdiğini incelemiştir. Bununla birlikte dikkatle değerlendirildiğinde, 1910’lardan itibaren insan zihni ile film arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmaların, dönemin inceleme kısıtları çerçevesinde bedensellik ve motor biliş gibi temel unsurları büyük ölçüde ihmal ettiği görülmektedir.
Bu eksiklik, zihinsel süreçleri yalnızca görsel-işitsel algı çerçevesinde ele alan yaklaşımların sınırlılığına işaret eder. Nörosinema perspektifi ise, bu erken teorik çerçevelere hem eleştirel bir katkı sunmakta hem de beden-zihin bütünlüğünü esas alarak izleyici deneyimini çok boyutlu bir şekilde yeniden yorumlamaktadır. Bu yaklaşım, sinemanın yalnızca zihinsel imgelerle değil, aynı zamanda bedensel duyumsamalar ve motor tepkiler aracılığıyla da içselleştirildiğine dair daha kapsayıcı bir kavrayış sunmaktadır.
Son yıllarda nörobilimde kaydedilen ilerlemeler, öznel deneyim ve öznelerarasılık anlayışının yeniden ele alınmasını gerektirmiştir. Bu gelişmeler, bilişsel süreçlerin yalnızca zihinsel temsil ve sembolik işlemlemeyle sınırlı olmadığını; bedenin ve duygulanımın da düşünmenin kurucu bileşenleri arasında yer aldığını ortaya koymuştur. Özellikle kortikal motor sistemin, salt hareket üretiminden ibaret olmayan, algı ve bilişle iç içe geçmiş bir işleyişe sahip olduğu anlaşılmıştır. Premotor ve parietal alanlarda bulunan bazı motor nöronların, birey hareket gerçekleştirmese bile görsel, işitsel ya da dokunsal uyaranlara tepki verdiği gözlemlenmiştir. Bu durum, motor sistemin duyusal girdilere yanıt veren bir algı modülü olarak da işlev gördüğünü göstermektedir.
Premotor ve parietal alanlarda bulunan bazı motor nöronların, birey hareket gerçekleştirmese bile görsel, işitsel ya da dokunsal uyaranlara tepki verdiği gözlemlenmiştir.
Bu bağlamda ayna nöronlar, birey bir eylemi icra ettiğinde olduğu kadar, başkasının aynı eylemi gerçekleştirdiğini izlediğinde de aktif hâle gelen premotor nöronlardır. Bu çift yönlü etkinlik, yalnızca eylemlerin tanınmasını değil, aynı zamanda başkalarının niyetlerinin sezilmesini, duygularının paylaşılmasını ve empatik bağların kurulmasını mümkün kılar. Ayna nöron sistemi, birey ile öteki arasındaki sınırların nörofizyolojik düzeyde geçirgen olduğunu ortaya koyarak, bedensel ve duygulanımsal deneyimi ilişkisel ve ortaklaşa bir yapı olarak konumlandırır.
Ayna nöron sistemi, izleyicinin filmle kurduğu ilişkiyi nörobilimsel düzeyde açıklayan en özgün yapılardan biridir. Başka bir bedene ait hareket ya da duygunun algılanmasıyla birlikte, izleyicinin kendi sinir ağlarında da benzer bir etkinlik ortaya çıkar. Bu etkileşim, görsel temsille sınırlı kalmayan, bedende yankılanan bir deneyime dönüşür. İzleyicinin bir karakterin hareketlerini gözlemlemesi, kendi motor korteksinde benzer sinirsel aktiviteleri tetikleyebilir. Örneğin, bir karakterin koşması, düşmesi ya da acı çekmesi gibi eylemler, izleyicide görsel algının ötesine geçerek motor simülasyon ve affektif rezonans (duygusal eşduyum) yaratabilir.
Bu süreçte izleyici, hareketi yalnızca dışsal bir bilgi olarak algılamaz; kendi sinir sistemi üzerinden yeniden işler. Gallese’in “embodied simulation” (bedenleşmiş simülasyon) adını vererek kuramlaştırdığı bu yaklaşım, izleyicinin filmdeki karakterle empatik bir düzlemde özdeşleşmesini açıklayan temel yaklaşımlardan biridir. Ayna nöronlar aracılığıyla ortaya çıkan bu uyumlaşma süreci sadece fiziksel aktiviteler ile gerçekleşen kinestetik empati ile ortaya çıkmaz aynı zamanda duygusal empatiyi de açığa çıkarır. Nörobilimsel olarak; duygusal rezonans sürecinde, özellikle insula, anterior singulat korteks, amigdala ve ayna nöron sistemleri birlikte çalışarak gözlemlenen duygunun içselleştirilmesini sağlar. Bu mekanizma sayesinde kişi, karşısındakinin korkusunu, neşesini ya da acısını yalnızca bilişsel düzeyde anlamakla kalmaz; onu fizyolojik ve afektif düzeyde hisseder.
Sinema bağlamında irdelediğimizde duygusal rezonans, izleyicinin filmdeki karakterin yaşadığı duyguları doğrudan deneyimlemesiyle açığa çıkar.
Sinema bağlamında irdelediğimizde duygusal rezonans, izleyicinin filmdeki karakterin yaşadığı duyguları doğrudan deneyimlemesiyle açığa çıkar. Bu süreç; yalnızca anlatı yoluyla değil, görsel estetik, kamera hareketleri, yakın plan yüz ifadeleri, müzik ve ses tasarımı gibi sinemasal araçlar aracılığıyla da tetiklenir. Vittorio Gallese ve Michele Guerra’nın çalışmalarında vurguladığı gibi, sinemadaki duygusal rezonans, izleyicinin duyular ve beden aracılığıyla anlatıya dâhil olmasını mümkün kılar. Bu, izleyiciyi pasif bir gözlemciden çıkarıp, karakterin duygusal yükünü sinirsel düzeyde paylaşan aktif bir özneye dönüştürür.

Bu noktada düşünülmesi gereken önemli bir husus karşımıza çıkar: Beynin plastik yetisi. Beyin plastisitesi, bireyin yaşadığı deneyimler doğrultusunda sinaptik bağlantıların değişime uğrayabilmesini ve sinir ağlarının yeniden örgütlenebilmesini ifade eder. Bu yeti, yalnızca öğrenme süreçlerinde değil, aynı zamanda estetik ve duygusal deneyimlerin beyin yapısında kalıcı izler bırakmasında da belirleyici bir rol oynar. Ayna nöron sistemiyle bağlantılı olarak gelişen kinestetik ve duygusal empati, izleyicinin yalnızca anlatıya bilişsel olarak katılmasını değil, aynı zamanda bu anlatıyı bedensel ve duygusal düzeyde içselleştirmesini mümkün kılar.
Bu süreçte izleyici, karakterin yaşadığı deneyimi motor ve afektif düzeyde kendi sinir sistemi üzerinden işler. Özellikle tekrar eden film deneyimleri, beynin empati, duygu tanıma ve bedensel simülasyon bölgelerinde sinaptik pekişmeler yaratarak, izleyicinin dünyayı algılama ve başkalarıyla ilişkilenme biçimini yeniden şekillendirebilir. Bu noktada sinema, sadece estetik bir haz alanı değil, aynı zamanda bir nöro-ontolojik dönüşüm mecrası olarak işlev kazanır.
Bu doğrultuda sinema, zihnin ve bedenin deneyimle şekillendiği nöroplastik bir alan olarak, yalnızca estetik bir etkinlik değil, varoluşun yeniden yazıldığı dinamik bir yüzey olarak değerlendirilebilir. İzleyici; filmle kurduğu nörolojik etkileşim sayesinde, yalnızca dış dünyaya değil, kendi iç dünyasına dair yeni bağlar, yeni sinaptik yollar inşa eder. Ayna nöron sisteminin harekete geçirdiği empatik simülasyonlar, beyinde kalıcı yeniden yapılanmalara zemin hazırlar; bu süreçte film, duygulanımsal ve bedensel rezonans yaratarak, izleyicinin duyarlılık eşiğini dönüştürür. Tekrarlanan sinema deneyimleri, yalnızca içeriklerin değil, izleyicinin kendisinin de değişimine hizmet eder. Böylece sinema, plastisiteyle doğrudan temas hâlinde olan bir sanat formu olarak, öznenin nörolojik dokusuna dokunur.
İzleyici; filmle kurduğu nörolojik etkileşim sayesinde, yalnızca dış dünyaya değil, kendi iç dünyasına dair yeni bağlar, yeni sinaptik yollar inşa eder.
Bu nedenle film izlemek, bir zaman geçirme biçimi değil; dönüşen, esneyen ve yeniden biçimlenen bir zihnin içinde gerçekleşen varoluşsal bir harekettir. Her izleme, sinirsel bir müdahaledir; her sahne, benliğin biçimlenme sürecine katılan bir uyaran. Sinema; bu yönüyle, beyni biçimlendiren, empatiyi yeniden inşa eden, izleyicisini nörolojik düzeyde dönüştüren bir düşünme biçimine dönüşür.
Nörosinema tam da burada felsefeye göz kırpar. Zira sinemanın izleyicide uyandırdığı empati, zaman algısı, benlik deneyimi ya da varoluşsal kaygılar, yalnızca beyinsel aktiviteler olarak görülemez; bunlar aynı zamanda insan olmanın anlamına dair sorulara da açılır. Bir yüzün ekrandaki yakın planı bazen yılların suskunluğunu çözer; bir bakış, hafızada saklı bir acıyı uyandırabilir. Nörosinema, yalnızca gişe başarısını artırmaya yönelik pragmatik bir araç olarak konumlandırıldığında, izleyici deneyiminin estetik ve insani boyutları kaçınılmaz biçimde göz ardı edilmektedir. Oysa bu alan, görsel anlatıların duygusal ve bilişsel etkilerini bilimsel düzlemde çözümlemeye imkân tanıyan, derinlikli ve disiplinlerarası bir potansiyel taşır.
İzleyiciyi pasif bir alıcıdan ziyade, nörofizyolojik tepkileriyle anlam üreten etkin bir özne olarak ele alan bu yaklaşım, yalnızca pazar hedeflerine indirgenmemelidir. Aksi takdirde, sinemanın anlam katmanları basitleştirilir; duygu, düşünce ve hafıza gibi insan deneyiminin özsel bileşenleri, nicel verilere hapsedilmiş olur. Bu nedenle, nörosinema çalışmalarına felsefi bir bakış açısının eklemlenmesi, alanın yalnızca estetik duyarlılığını derinleştirmekle kalmaz; aynı zamanda, bu teknolojik araçların etik sınırlarını sorgulama ve insanın sinematik deneyimini biricikliği içinde koruma yönünde bir sorumluluk çağrısı olarak da okunmalıdır. Zira sinema, yalnızca izlenen değil; hissedilen, hatırlanan, bedende iz bırakan bir deneyimdir.
Duyguların, düşüncelerin ve deneyimlerin yalnızca ölçülebilir biyolojik tepkilere indirgenmesi, insanı salt tepkisel bir organizmaya dönüştürür. Oysa insan, yalnızca hisseden değil; hissini anlamlandıran, belleğiyle yoğuran, duygusunu anlatıya dönüştüren bir varlıktır.
Sinema salonunun karanlığında açılan her kare, yalnızca bir görüntü değil, bir duyumsama alanıdır: belleği tetikler, hayali devindirir, duyguyu çağırır. Nörosinema bu deneyimi analiz edebilir; ancak onu salt ölçülebilir tepkilere indirgerse, sinemanın varoluşsal derinliğini zedelerken bir yandan da insan varoluşunu da indirgemeci bir bakışa maruz bırakma riski taşır. Duyguların, düşüncelerin ve deneyimlerin yalnızca ölçülebilir biyolojik tepkilere indirgenmesi, insanı salt tepkisel bir organizmaya dönüştürür. Oysa insan, yalnızca hisseden değil; hissini anlamlandıran, belleğiyle yoğuran, duygusunu anlatıya dönüştüren bir varlıktır. Bu noktada felsefenin devreye girmesi hem anlamın çoğulluğunu koruma hem de nöroteknolojilerin insan deneyimini araçsallaştırma riskine karşı etik bir direnç hattı oluşturma sorumluluğu taşır. İnsan zihni ve bedeninin bir bütünlük içinde sinemaya verdiği tepki, yalnızca veri değil, aynı zamanda bir anlam üretimidir. Bu anlamın korunması, nörosinemanın geleceğinde estetik, etik ve düşünsel katmanların birlikte var olmasıyla mümkündür.