İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığının engellenmesi sonucunu doğuracak “hukuksal” işlemlere karşı toplumun çeşitli kesimlerinden ciddi bir itiraz yükseldi. İtirazda bulunanlar sokaklara indi; çünkü itirazlarını dillendirebilecekleri başka bir yol kalmadığına hükmettiler.
Prof. Dr. İbrahim Kaya
Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığının engellenmesi sonucunu doğuracak “hukuksal” işlemlere karşı toplumun çeşitli kesimlerinden ciddi bir itiraz yükseldi. İtirazda bulunanlar sokaklara indi; çünkü itirazlarını dillendirebilecekleri başka bir yol kalmadığına hükmettiler. İtirazı sokağa taşıyanların çoğunluğu gençlerden oluşsa da orta yaş kuşağından ve hatta biraz yaşlı denilebilecek kuşaklardan da insanların sokağa katılımı dikkat çekmektedir. Büyük kalabalıkların itirazlarını duyurmak için, ülkenin muhtelif kentlerinde sokağa çıkması ilk önemli sonucunu vermiş görünmektedir: Ana muhalefet partisi, liderinin yaptığı cesur açıklamalardan anlaşıldığı üzere, sandık fetişizminden kurtulmuşa benziyor. Bu ilk sonuçtan daha önemli sonuçların da elde edilmesini sağlayacak olan mesele bundan sonrası için itirazın ne yönde ve nasıl örgütleneceği meselesidir. Peki niçin insanlar olası diğer yolların tükendiğine kanaat getirerek itirazı sokaklara taşımak durumunda kaldılar?
Peki niçin insanlar olası diğer yolların tükendiğine kanaat getirerek itirazı sokaklara taşımak durumunda kaldılar?
Öncelikle, itirazda bulunan ve bunun için sokaklara inen insanlar sadece veya özellikle ana muhalefet partisine ve onun cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu’na sahip çıkmak için sokaklara inmediler. Bu konu iki açıdan önem taşımaktadır. İlki, sokağa inen büyük kalabalıklar, Türkiye’deki gücün gittikçe otoriterleşen bir güç olduğu kanaatine halihazırda sahip görünmektedirler.

Demokrasiyi yitirmek üzere olduklarını düşünen bu insanların çok önemli bir itirazı ortaya koydukları aşikâr. Yani baskılanan, söz söyleme hakkının elinden alındığı kanısında olan bu insanlar bugün olmasa bile yakın bir zamanda demokratik haklarının tümüyle gasp edileceğini düşünerek yollara düştüler, itirazı sokaklara taşıdılar. İkincisi ise; “bu insanlar kimin için sokaklara döküldüklerinin farkında değiller” türündeki eleştirel söylemler gittikçe otoriterleşen gücü itirazdan koruma işlevi dışında bir işleve sahip değil. Çünkü bu insanlar sadece ana muhalefet partisine ya da İmamoğlu’na sahip çıkmak için değil fakat çürümeye itiraz ettikleri için sokaklara döküldüler. Peki itiraz ettikleri çürüme nedir?
İnsanlar sadece ana muhalefet partisine ya da İmamoğlu’na sahip çıkmak için değil fakat çürümeye itiraz ettikleri için sokaklara döküldüler. Peki itiraz ettikleri çürüme nedir?
Bugünkü Türkiye’nin şekillenmesinde “modernliğe meydan okuma” olarak ifade edilmesi gereken bir sürecin oldukça önemli bir rol oynadığını temellendirmek mümkün. Bu rol toplumun bütün alanlarına yayılan bir çürümenin yaşanmasında etkili olan roldür. Örneğin, gücü tek bir kişinin elinde toplayan rejim değişikliği hamlesi, kurumların özerkliğini parçalayarak, irrasyonelliği güçlendirerek toplumsal çürümede başat rol oynamaktadır. Her ne kadar “kültürel hegemonya” kuramamış olsa da modernliğe meydan okuyan bir güç Türkiye’yi epeydir “yönetiyor”. Bu meydan okuma, toplumun neredeyse tam ortadan ikiye ayrılmasına hatta kutuplaşmasına yol açıyor. Modernliğe meydan okumak, modernliğin temellerini aşındırmak anlamına geliyor.
Her ne kadar “kültürel hegemonya” kuramamış olsa da modernliğe meydan okuyan bir güç Türkiye’yi epeydir “yönetiyor”. Bu meydan okuma, toplumun neredeyse tam ortadan ikiye ayrılmasına hatta kutuplaşmasına yol açıyor.
Weber’in yüz yıl önce kavramsallaştırdığı üzere, modernlik gündelik toplumsal işleyişin rasyonelleşmesine bağlıdır. Avrupa’nın tarihteki bütün uygarlıklara karşı üstünlüğünü ilan etmesini sağlayan temel gelişmenin rasyonelleşme olduğunu kuramsallaştıran Weber bu başarının arkasında profesyonelliğin ve gündelik aktivitelerin rutinleşmesi olgusunun yattığını düşünmektedir. Demek ki yaşamın rasyonelleşmesi eğiliminin yükselmesi, modern toplumsal yaşamın temelini oluşturmaktadır. Tahmin edilebilirlik, hesaplanabilirlik, hesap verebilirlik gibi modern dönemin önemli nitelikleri gündelik yaşamın rasyonelleşmesiyle ancak ortaya çıkmakta ve kurumsallaşmaktadır. Epeyi bir zamandır rasyonelleşmenin aksi yönünde oluşumların yaşandığını deneyimlediğimiz ülkemizde, gittikçe yaygınlaşan bir “irrasyonelliğe” tabi hayatlar yaşıyoruz. Gündelik hayat tahmin edilebilir, hesaplanabilir, öngörülebilir olmaktan ziyade her an bir sürprizle karşılaştığımız ve çoğunlukla da olumsuz sürprizlerin yol açtığı sorunları çözecek teçhizattan yoksun olduğumuz bir hayat haline geliyor.

İrrasyonelliğin artışı elbette keyfilikle ilişkilidir ve otoriterleşme ile kol kola yürümektedir. Bütün yetkilerin tek elde merkezileşmesi ve böylece hiçbir bürokratın hatta bakanın bir işlem yapacak yetkiye haiz olmayışı elbette rasyonel değil irrasyonel bir hayata can suyu olmaktadır. Çünkü modern toplumun rasyonel işleyişi kurumsal özerkliği gereksinmektedir. Tek elde toplanmış bir gücün kurumların kendi işleyiş mantıklarını tanıması ve onların özerkliklerine dokunmaması olası görünmemektedir. Bu nedenle, kurumsal özerklikten “yeni Türkiye’de” bahsedilmesinin olanağı kalmamış görünmektedir. Konumuz açısından en önemli kurum olan hukuk kurumunun kendisini siyasal güçten özerk görme şansı kalmamıştır. Hukuk kurumu modern toplumun işleyişinde oldukça önemli olduğundan, bu konuda otorite sahibi olanlar – yani hukukçular – devlet gücünün icrası için siyasi güç sahipleri kadar merkezi bir konuma sahiptirler. Bu konudaki can alıcı mesele şudur: modern toplumun rasyonel işleyişi, bürokrasinin gündelik yaşam üzerindeki nüfuzuna önemli yer açar. Öyle ki, Weber’in ifadesiyle, modern devlet meşru fiziksel güç kullanımını tekelinde toplayan örgütlenme olduğu için toplumda başka bir kurumun sahip olamayacağı bir güce sahiptir. Bu gücün demokrasiye zarar vermemesi için rasyonel olarak kurumsal özerklik ilkesi çerçevesinde tatbik edilmesi şarttır. Halbuki, günümüz Türkiye’sinde modernliğe meydan okunurken özellikle hukuk kurumunun özerkliği parçalanmış ve hukukçular “pasivize” edilmiştir. Demek ki yaşanan irrasyonelleşme aynı zamanda kurumsal özerkliği yıkmaktadır ki kurumsal özerklik modernliğin olmazsa olmaz temellerinden birini oluşturur.
Weber’in ifadesiyle, modern devlet meşru fiziksel güç kullanımını tekelinde toplayan örgütlenme olduğu için toplumda başka bir kurumun sahip olamayacağı bir güce sahiptir. Bu gücün demokrasiye zarar vermemesi için rasyonel olarak kurumsal özerklik ilkesi çerçevesinde tatbik edilmesi şarttır.
Modernliğin temellerinde rasyonelleşmenin yanı sıra demokrasi merkezi yer işgal etmektedir. Şöyle ki; modern toplum ve demokrasi arasındaki ilişki derin bir ilişkidir. Demokratik ilkeler modern toplumun kurumsal çerçevesinin temelini oluşturmaktadır. Geleneksel toplumlardan farklı olarak, modern toplum, toplumsal örgütlenmesinin temel bir özelliği olan bireyin özerkliğiyle ayırt edilir. Aynı şekilde, toplumsal kurumların farklılaşması ve göreceli özerklikleri, modernliğin tanımlayıcı özellikleridir. Bu çerçevede, demokrasi modern toplumun günlük işleyişinde çok önemli bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla, modernliğe meydan okumak aslında demokrasiye de meydan okumaktır. Modern toplumlar sadece kurumsal siyasetinin ya da siyaset kurumunun demokratik olduğu toplumlar değildir, aynı zamanda gündelik işleyişlerinde demokrasiyi yerleşik kılan toplumlardır. Kısacası, tıpkı gündelik hayatın rasyonelleşmesi gibi demokratikleşme de modern toplumun vazgeçilmez temellerinden biridir ve ülkemizde demokrasi modernliğe meydan okuma sürecinin bir sonucu olarak son derece kırılgan hale gelmiş durumundadır. Meclisin etkisizleştiği, yerel yönetimlerin merkezi güç tarafından işlevsiz hale getirildiği, sandık dışında hak aramanın, eleştirinin, itirazın neredeyse kanun dışı görüldüğü bir bağlamda demokrasinin eksiksiz işleyişinden söz etmek olsa olsa zorlama bir yorum olacaktır.
Meclisin etkisizleştiği, yerel yönetimlerin merkezi güç tarafından işlevsiz hale getirildiği, sandık dışında hak aramanın, eleştirinin, itirazın neredeyse kanun dışı görüldüğü bir bağlamda demokrasinin eksiksiz işleyişinden söz etmek olsa olsa zorlama bir yorum olacaktır.
Siyaset kurumunda çoğunlukçu ve araçsal bir demokrasi anlayışının geçerli olduğu günümüz Türkiye’sinde özgürlük ve eşitlik değerleriyle ilgili olarak da modernliğe meydan okuma sürecinin sonuçları yaşanmaktadır. İtaate karşı itirazı ve uyuma karşı eleştiriyi gerektiren modernliğin diğer bir temeli dolayısıyla özgürlüktür. Siyasal güç nasıl ki kurumların iç işleyişlerini tanımıyorsa bireyin özgürlüğünü de tanımamaktadır. Modern toplum aynı zamanda “eşitlikler toplumu” olma yönünde bir tarihsel ilerlemeye işaret etmektedir. Mutlak anlamda eşitlik her ne kadar tartışmalı bir meseleyi oluştursa da, hukuksal, sosyal eşitlik alanlarında modern toplum önemli bir ilerleme kaydetmiş toplumdur. Bu konuda da son dönemlerde ülkemizde ciddi sorunların yaşandığı aşikâr. Eğitimde fırsat eşitsizliğinden, kamuya eleman alımındaki liyakatsizliğe varıncaya değin pek çok durumda eşitlik ilkesinin işlemediği gözlenmektedir.

Kısacası, modernliğe meydan okumanın sonuçlarının yaşandığı ülkemizde artık otoriterleşen gücün neleri yapıp neleri yapamayacağı tartışmasının ötesine geçilmiştir. İnsanlar “güç her şeyi yapabilir” noktasında artık hemfikirler. İşte bu noktada “itiraz” toplumun önemli bir bölümünün gücü olarak devreye girmekte ve sokaklarda örgütlenme niyetinde olduğunu göstermektedir. Gittikçe yoksullaşan ailelerin çocukları, diplomalarını aldıklarında iş güvencesi olmayacağını bilen üniversite öğrencileri, asgari ücretle yaşama savaşı veren işçiler, liyakatin, eşitliğin sadece isimden ibaret ilkeler olduğunu düşünen gençler, iş garantisi olmayan çalışanlar, işsizler İmamoğlu’na yönelik operasyonlar vasıtasıyla kendi seslerini duyurmak için sokaklara düştüler. Şimdi modernliğe meydan okumanın sonuçlarının ne denli ağır, kötü, berbat sonuçlar olduğunu haykırarak büyük dönüşümü talep ediyorlar.
Gittikçe yoksullaşan ailelerin çocukları, diplomalarını aldıklarında iş güvencesi olmayacağını bilen üniversite öğrencileri, asgari ücretle yaşama savaşı veren işçiler, liyakatin, eşitliğin sadece isimden ibaret ilkeler olduğunu düşünen gençler, iş garantisi olmayan çalışanlar, işsizler İmamoğlu’na yönelik operasyonlar vasıtasıyla kendi seslerini duyurmak için sokaklara düştüler.
Bu konuda birkaç önemli meseleye değinerek yazıyı bitirelim: sokak gösterilerine katılanların içinde yoksullaşmaya, güvencesizliğe, asgari ücrete mahkûm edilmişliğe karşı çıkanların çok önemli bir grubu oluşturduğunu gözlemliyorum. Bu nedenle, hareketin ekonomideki çöküşten bağımsız sadece kültürel bir sokak hareketi olarak değerlendirilemeyeceği aşikâr. Ayrıca çok genç yaştaki katılımcıların sayısının ciddi anlamda yüksek olduğu gerçeği dikkat çekiyor. “Şu kuşak şöyle; bu kuşak böyle depolitize olmuş” türündeki anlayışların temelsiz olduğunu gösteren bu gerçeklik, gençlerin siyaset ve toplum konularında ciddiye alınmaları gerektiğini işaret ediyor. Her ne kadar harekete toplumun muhtelif gruplarından, sınıflarından katılımcılar olsa da siyasal gücün koşulladığı kitleler harekete karşıtlıklarını çok şiddetli biçimde sosyal medyada ve TV kanallarında dile getiriyorlar. Toplumun kutuplara ayrıldığı gerçeği ne yazık ki ortada duruyor. Zamanla bu kutuplaşmayı aşacak, demokraside uzlaşıyı sağlayacak ve dönüşümü gerçekleştirecek aktörlerin yaratıcı eylemine ihtiyaç duyulduğu kesin ve bu aktörlerin kurumsal siyasetten ziyade sokaktan geleceğini söylememizi sağlayan önemli nedenler var.