Zaman ve mekân belirtmeksizin “medrese sistemi”ni övmenin ve daha da vahimi bu tür çalışmaların sunduğu yanlış tarihsel manzaradan kalkarak diriltmeye çalışmanın sebebi ne olabilir? Bunun bilimsel veya akılsal bir gerekçesi olamaz! Olsa olsa bu fiilin ardında yatan sebep, dinî fanatizm veya ideolojik körlüktür.
Geçer hikmet makamına bir nice echel[1]
Sorulsa hikmeti, azdır eden bu ‘ukdeyi[2] hall
Gelibolulu Mustafa ‘Âlî[3]
Medrese tarihini anlatan bazı akademik ve popüler kitaplar ve makaleler, söz konusu eğitimi kurumunu bütün zamanlar (çağlar) ve mekânlar (coğrafyalar) ışığında incelemedikleri ve geçmişi “başarılar üzerinden okumak” eğilimini benimsedikleri için yanlış hükümlere ulaşmışlar ve dolayısıyla medreselerin halk arasında yanlış tanınmasına yol açmışlardır.
Elbette siyasî ve dinî duruşları, böyle bir yaklaşımı benimsemelerini zarurî kılmıştır!
Herkesin malumudur ki bütün beşerî bilimlerde olduğu gibi tarihsel çalışmalarda da, araştırmacının konuya veya soruna yaklaşırken, bütün duygularını ve inançlarını tabiri caizse “rafa kaldırması”, yani bunların araştırmaya müdahale ederek tarihçiyi geçmişin “gerçek manzarası”ndan koparmasını engellemesi gerekir; [Bu ne kadar mümkündür? Orası tartışılır; ancak bu yönde geliştirilecek bilinç ve tutum zamanla araştırmacının işini kolaylaştıracağı için tecrübe etmekte fayda vardır]; aksi takdirde ürettiği bilgi veya görüş, tarihsel hakikatlerin çarpık bir görüntüsünü sunmaya mahkûm olacaktır.
Sözünü ettiğimiz birkaç kaynağın vurgulamaktan kaçındıkları en temel husus şudur:
Osmanlı İmparatorluğu’nda XVI. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle “medrese sistemi” bozulmuş ve buna bağlı olarak bu sistemin yetiştirdiği epistemik cemaatin, yani ulemânın kalitesi düşmüştür.

Bu bozulmayı belgelemeden önce bir durum tespiti yapmak gerekiyor.
Malum olduğu üzere, bir eğitim kurumunun üç temel bileşeni vardır:
Öğretenler (Müderrisler), Öğrenenler (Suhteler) ve Öğretilen-Öğrenilen Bilgiler (İlimler).
1550’lerden itibaren bu bileşenler bakımından durum ne idi?
Şimdi kısaca buna bakalım:
1. Müderrisler
Koçi Bey’in tanıklığı açıkça ortaya koyuyor ki medreselerde öğretimden mesul olan müderrisler, birtakım suiistimaller yüzünden ilmî yeterliliklerini yitirmeye başlamışlardı.
Genellikle Koçi Bey Risâlesi adı verilen idarî raporunun “Geçmişteki Bilginler Ne Ahlakta Olup Hâlâ Mevcut Olan Asrın Bilginlerinin Ne Halde Olduğu ve Aralarında Yürürlükte Olan Kanunun Ne İdüğü Beyan Olunur” başlığını taşıyan bölümünde Koçi Bey, 1594 senesinde müderris ve kadı yetiştiren sistemin nasıl bozulduğunu ayrıntılı olarak betimlemişti:
“Bugün ilim yolu dahi fevkalade bozulmuştur. Aralarında yürürlükte olan eski kanun işlemez olmuştur. Evvelce bir ilim öğrenmek isteyen danişment[4] olmak isterse bilginlerden[5] birisi ele alıp, evvelâ ondan mahreç dersi okur, istidadı ve kabiliyeti görüldükten sonra müderrislerden birine gönderirdi. Ondan ötekine böyle böyle hariçte, dahilde ve Sahn’da[6] uzun müddet danişment olur, sonra istediği yerde durup, yolu ve sırası gelince, mülazım[7] olup, ruznemçe-i hümâyûna adı yazılırdı. Sırası gelince Sahn danişmentlerinin eskileri – ki muitlerdir[8] – her birine birer tetimme[9] tayin olunup, orada kalan softalara bilgi anlatırlardı. 1003 (Miladî 1594) tarihine gelinceye kadar Sahn muitlerinin şimdiki müderrisler kadar mevkii ve itibarı vardı. Danişment olup, uzun zaman medreselerde ilim ile meşgul olmayınca mülazım olunmazdı. Ve kimse kimsenin icazetsiz danişmendini alamazdı. İlim yolu gayet temiz ve derli toplu idi. O yüzden içlerinde cahil ve yabancı olmayıp, her biri yolu ile geldiğinden kadı ve müderrislerden hepsi, bilgisi ve dini mükemmel, ırz ve vakar sahibi adamlar olup, müderris olduğu takdirde mübârek ilme, mansıp sahibi olduğu takdirde din ve devlete doğrulukla hizmet edip, halka gayet faydalı olurdu.
Nihayet, 1003 (1594) tarihinden beri düzen bozulup, evvelce şeyhülislâm olan Sunullah Efendi, birkaç defa yersiz olarak azlolundu, kazaskerler dahi sık sık azlolunmakla yerine gelenler azil korkusuna düşüp, devlet büyüklerine karşı dalkavukluk yapmaya mecbur kaldılar. Padişah huzurunda hak sözü söylemez oldular. Herkesin hatırını hoş etmeye ehemmiyet verir oldular. Ama dininde sağlam olan olgun Müslüman, azilden dahi korkmayıp, hak sözü söyler. Sunullah Efendi – Allah rahmet eylesin – birkaç defa azlolunmuş iken, yine doğruyu söyleyip, din ve devlet işinde asla göz yummadılar. Çünkü o makam şeyhülislâmlık makamıdır, göz yumma yeri değildir; riayet yeri değildir.
Giderek her işe hatır karışmakla ve her işe göz yummakla hak sahibi olmayanlara hadden aşırı mevkiler verilip, eski kanun bozuldu. Kazaskerler dahi az zamanda yersiz olarak azlolunmakla, içlerinde tamah sahibi ve haris olanlar, bulunduğu mevkii fırsat ve fırsatı nimet bilip, memuriyetlerin çoğunu rüşvet ile ehliyetsizlere verir oldular. Mülazimlikler dahi yolu ile verilmeyip, satılmaya başlayalı voyvoda ve subaşı kâtipleri ve avam tabakasından birçokları beş-on bin akçe ile mülazim oldu, sonra az zamanda müderris ve kadı olup, ilim sahası cahillerle doldu. İyi ve kötü belirsiz oldu. Çoğunlukla zulüm ve adaletsizlik yapıp, bilginler adını kötüye çıkaran o gibi cahiller ve yabancılardır. Yoksa ilim yoluna hizmet etmiş ve yolu ile yükselegelmiş bilginler, haşa hak yolundan sapalar… Nihayet iyilere, iyilikleri karşılığında riayetler, kötülere kötülükleri için ihanetler olmamakla, bilgin ve cahil ayırt edilmeyip, bilginlerin kadri bilinmemekle yüce bilginlerin halk gözünde itibarı kalmadı. Yücelikleri ve saygıları gitti.”[10]
2. Suhteler
Mustafa Akdağ’ın Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Celâlî İsyanları (Ankara 1975) adlı çalışmasında yayımlamış olduğu belgeler, Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde ve kazalarında bulunan medreselere yerleşmiş suhtelerin kanun ve ahlak dışı fiilleri hakkında göz ardı edilemeyecek bulgular sunmaktadır:
“Manisa-Muğla, Aydın çevrelerinden, daha doğrusu Ege Bölgesinden gelen raporlar (şikâyet mektupları ve kazaya defterleri) durumun bir facia biçimini aldığını anlatıyordu. Bütün öğrenciler ‘ayağ üzere’ idiler. Kalabalık silâhlı suhte bölükleri pazar yerlerini dolaşarak halkın ‘cerr’ adına mallarına el koyuyorlar, zorla oğullarını alıyorlar, koyunlarını sürüyorlardı. Bazı devletlilerin (ünlü zenginlerin) de evlerini basarak kendilerini ya öldürüp ya da yaraladıktan sonra mallarını yağmalamakta idiler. Muğla’da (Menteşe’de) bu şekilde işlere girişen suhteler yüz kadar kişilik bir bölük teşkil etmiş olup, başbuğları Fazlullah ve Tosun İsa adlarındaki arkadaşları idi. Ayasloğ (Selçuk) ve Güzelhisar (Aydın) kadılıklarında da Hacıhızıroğlu’nun baş olduğu başka bir öğrenci bölüğü dolaşmakta idi. Bunlar iki köy basarak üç-dört oğullarını almışlar, mallarını da yağmalamışlardı. Bu yöreler halkının döğünüp, yakınmaları üzerine bütün olanları İstanbul’a bildiren kadıların aldıkları cevap ‘hep birleşip ileri sürmekle mi olur veya başka suretle mi olur, hep beraber suhte üzerine varıp’ fesatçıları ele getirme yolunun aranması isteniyor, ‘Zaim Hamza Bey’ asileri dağıtmaya memur ediliyordu…”[11]
Isparta çevresinde de durum vahimdi:
“1559 yılında Hamit (Isparta) çevresi de Ege’den hiç farklı değildi. 30 Ekim 1559 yılgünü ile kadılara yollanan bir padişah hüküm yazısında belirtildiğine göre, sözü geçen sancağın kazalarında ‘suhteler ve suhte suretine olanlar silâhlı olarak’ bölükler halinde gezip, ev basıp, oğlan çeküp, adam katledip, daha nice fesatlar etmekte idiler. Haklarından gelinmek amacı ile, zaimlerden Mirza Bey yollanıyor, yakalananların asılmaları, kaçanların yataklarından ve akrabalarından ele geçirilmeleri emri veriliyordu. Hamit’teki öğrenci hareketlerinin ne kadar dayanılmaz sertlikte olduğu şuradan da bellidir ki, daha 31 Ekim 1558’de Hamit Sancağı Beyi Mustafa Bey’e yazılan bir emirde (Herhalde Şehzade Bayezid seferinden) hemen görevi başına dönmesi istenmişti.”[12]
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür; ancak bu kadarı bile, öyle tahmin ediyorum ki XVI. yüzyılın ortalarında yaşanan idarî ve iktisadî sıkıntılar yüzünden medrese sisteminin bir hayli bozulmuş olduğunu ve [hiç değilse bir kısım] suhtelerin ilim yolundan ayrıldıklarını kanıtlamaktadır.
3. İlim
Kâtib Çelebi’nin tanıklığı, Aklî İlimler’in [ve hatta burada daha da vahimi kelâm ile terbiye edilmiş (!) felsefenin] kıymetten düşmesini ve medrese sisteminden dışlanmasını belgelemektedir.
Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ahak adlı eleştirel eserinin hemen Giriş’inde bu sürece ilişkin şunları söylemektedir:
“Bundan sonra halk arasında yayılan inkâr konusuna gelelim. İslâmlığın başlangıcında Peygamberin arkadaşları, Hazret-i Peygamber’den – Tanrı’nın salât ve selâmı üzerine olsun – aldıkları ve rivayet eyledikleri kitap ve sünnete yapışıp İslâmlığın kaidelerini gereği gibi yerleştirip berkitmeden başka ilimlerle uğraşmaya cevaz vermediler, belki bunun yasaklamak yolunda çok sert davrandılar. Bu yasağın bir sebebi de şudur: İslâmlık Hicaz toprağında çıktı, Arabistan yarımadasında oturanların her zaman üzerinde durdukları şiir ilmi, atasözleri ile Eyyâm-ı Arab idi. İlim usullerinin bu vadide kullanılmadığını İbn Haldun Mukaddime’de bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır, isteyen onu okusun…
Peygamberden sonra gelen Dört Halife zamanında ve onların ardından gelen ikinci ve üçüncü devirde Peygamberin zamanına yetişmeyip de onun sahabelerine uyanlar ve müctehidler, râvîlerin rivayet ettiklerini kitap halinde toplayıp usûl ve füru‘ kaidesine göre şeriatın ortaya koyduğu delillerden ilâhî ahkâmı bulup çıkararak yazıp çizdiler. İslâm İlimleri işlenip kitap haline konarak herhangi bir yoldan bunların bozulması önlenip yazıya geçirildikten sonra İslâm uluları gördüler ki eskilerin yasaklaması bu amaçla idi, sakınca ortadan kaldırıldı ve iş bitti.
Müslümanlar için varlıkların gerçeğini bilmek önemlidir diye Emeviler ve Abbasoğulları devirlerinde evâil[13] kitaplarını çevirip Arapçaya döndürdüler. Yaratılışları sağlam ve akılları başlarında olan, doğru düşünen kimseler bunları her devirde okuyarak elde edip öğrenmekten geri kalmadılar. Kitap yazmak ve gerçeği araştırmak alanında hikmet[14] ile şeriatın arasını bulup birleştiren ve gerçeği araştıranların eserleri her çağda ün kazandı. İtibar gördü ve geçerli oldu. İslâm bilginlerinden ve hakikati araştıranlardan İmam Gazzâlî ve İmam Fahrüddin Râzî ve büyük bilgin Adudüddin Îcî ve bunların izinden gidenler Kadı Beyzâvî ve ulu bilgin Şirâzî ve Kutbuddin Râzî ve yine büyük bilgin Sadüddin Teftâzânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî – ulu Tanrı hepsine rahmet etsin – ve onların yolundan gidenlerden allâme Celâleddin Devvânî ve öğrencileri gerçeği bulma ve inceleme konağına ulaşıp tek bir konuda kalmadılar. Lâkin nice boş kafalı kimseler İslâmlığın başlangıcında bir maslahat için ortaya konan rivayetleri görüp cansız taş gibi – akıllarını kullanmadan – salt taklit ile donup kaldılar. Aslını sorup düşünmeden red ve inkâr eylediler. Felsefe İlimleri diye kötüleyip yeri göğü bilmez cahil iken bilgin geçindiler. ‘Onlar Allah’ın göklerde ve yerdeki o muazzam mülk ve saltanatına, Allah’ın yarattığı herhangi bir şeye, belki ecellerinin yaklaşmış olduğuna da bakmadılar’ tehdidi kulaklarına girmedi. Yere ve göklere bakmayı öküz gibi göz ile bakmak sandılar.
Ulu Osmanlı Devleti’nin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün almışlardı. Ebülfeth (Fâtih) Sultan Mehmed Han Medâris-i Semâniyye’yi[15] yaptırıp, kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Hâşiye-i Tecrîd[16] ve Şerh-i Mevâkıf[17] derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyâttır diye kaldırıp Hidâye[18] ve Ekmel[19] derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyât kaldı, ne Hidâye kaldı, ne Ekmel. Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip, bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu.”[20]
Bunun yanı sıra medreselerde görev yapan âlimler gibi öğretilen ilimler de, (a) İslam Âlemi’ndeki ilmî hayatı yönlendirecek ve (b) İmparatorluğun “dünyevî bilgi” gereksinimi karşılayacak nitelik ve nicelikte değildi. Fahri Unan’ın ve Hulusi Lekesiz’in çalışmaları, bu konuda sağlam bir fikir edinmemizi sağlamaktadır.
Meselâ Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi (Ankara 2003) adlı kapsamlı araştırmasında, İmparatorluğun en muteber eğitim kurumlarından birisi olan Sahn-ı Semân’daki müderrislerin bilgi üretim hacmine ilişkin şu istatistikî verileri paylaşmıştır:
“Sahn medreselerinin, Fâtih Külliyesi’nin bir parçası olarak 1470 (875)’te faaliyete geçtiğini biliyoruz. Bu tarihten 1603’e, yani Sultan I. Ahmed’in tahta geçtiği tarihe kadar olan süre içerisinde, Sahn’da müderrislik ettikleri tesbit olunan 290 ulemânın, irili ufaklı 520 eser yazdıklarını, bunların 189 (%36.3)’unun telif ve geriye kalanların şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likât, kelimât, tasnif ve tercüme niteliği taşıyan eserler olduğunu görüyoruz. Bu dönemde, zikredilen 290 ulemâ içerisinde ancak 118 (%40.7)’inin kalem kullandığı görülmektedir.”[21]
Diğer taraftan bu 130 yılı aşkın süre içerisinde telif edilmiş olan 189 eserden sadece 20 tanesinin Aklî İlimler ile ilgili olması da, dönemin ilme bakışı hakkında önemli bir şey söylemektedir:
“1470 ilâ 1603 yılları arasında vefat etmiş olmalarına göre Sahn’da ders vermiş olan ulemâ tarafından yazılan telif nitelikli 189 eserden sadece 20 (%10.6)’sini aklî ilimler oluşturmaktadır. Geriye kalan169 (%89.4) eser tefsir, hadis, fıkıh, akâ’id-kelâm, ahlâk ve tasavvuf gibi dinî muhtevalı konularla tarih, edebiyat, sarf, nahiv, belâgat, bedi’, beyân ve maânî gibi din dışı, fakat nakil geleneği bulunan ürünlerden oluşmaktadır.”[22]
Bu durum, aşağı yukarı tercüme, şerh ve hâşiye türünden diğer eserler için de geçerlidir.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz:
Hal böyle iken, zaman ve mekân belirtmeksizin “medrese sistemi”ni övmenin ve daha da vahimi bu tür çalışmaların sunduğu yanlış tarihsel manzaradan kalkarak diriltmeye çalışmanın sebebi ne olabilir?
Bunun bilimsel veya akılsal bir gerekçesi olamaz! Olsa olsa bu fiilin ardında yatan sebep, dinî fanatizm veya ideolojik körlüktür.
Dünya değişti; buna bağlı olarak yeni araştırma yöntemleri ve yeni bilgi türleri ile bunları talim eden yeni eğitim sistemleri ortaya çıktı…
Tarihe düşen rol de, bu aşamada sadece cahilleri değil, kendini âlim sanan “çifte cahiller”i de bu fanatizm ve körlükten kurtarmak ve memleketin önünü açmaktır.
[1] Çok cahil.
[2] Düğümü.
[3] Mehmet Şeker, Gelibolulu Mustafa ‘Âlî ve Mevâ‘ıdü’n-Nefâ’is fî Kavâ‘ıdi’l-Mecâlis, Ankara 1997, s. 316’dan alınmıştır. Burada medrese sistemine yönelik önemli eleştiriler bulunmaktadır.
[4] Medrese talebesi.
[5] “Bilgin” yerine “Âlim” kelimesini kullanmak çok daha uygun olacaktır.
[6] Hariç, Dahil ve Sahn, medrese sisteminde aşağı-yukarı ilk, orta ve yüksek öğretime denk geliyordu.
[7] Müderrislik veya kadılık görevleri için sırasını bekleyen stajyer âlimlere “mülâzım” denilirdi.
[8] Müderris yardımcısı, asistan.
[9] Medreselerin başlangıç kısmı.
[10] Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risâlesi, Ankara 1985, s. 52-53.
[11] Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Celâlî İsyanları, Ankara 1975, s. 165-166.
[12] Akdağ, s. 166-167.
[13] Öncekilerin, Yunanlar’ın.
[14] Hikmet kavramı dönemin felsefesi (kelâmı) ile bilimini içermekteydi.
[15] Semaniye Medreseleri.
[16] Seyid Şerif Cürcaânî’nin kelamla ilgili bir eseri.
[17] Seyid Şerîf Cürcânî’nin kelamla ilgili bir eseri.
[18] Burhaneddin Ali’nin fıkıhla ilgili eseri.
[19] Ekmelüddin el-Bâbertî’nin fıkıhla ilgili eseri.
[20] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ahak, Hazırlayan: Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1993, s. 7-9.
[21] Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, Ankara 2003, s. 359-360.
[22] Unan, s. 361.