“Osmanlı Aristo’dan Mantık’ı almıştır. Bir de ‘Kölesiz olmaz’ lafını… Bu prensibe de sıkıca bağlanmıştır Osmanlı… “
Malum olduğu üzere, “Osmanlı Felsefesi” tamlaması veya bunun ifade ettiği mânâ, uzun bir süre boyunca felsefe tarihi literatüründe kendine yer bulamamıştı. Bunun muhtemelen iki sebebi vardı:
Birincisi [ve Gelenekçi Kesim’in mazereti], felsefenin “itikadî önermeler”i sorgulaması ve onlara şüphe gölgesi düşürmesi nedeniyle Müslümanlar’ın ondan uzak durması gerektiğine dair yaygın toplumsal kabuldü.
İkincisi [ve Yenilikçi Kesim’in mazereti] de, en az onun kadar dışlayıcıydı: Felsefe esasen Antik Yunan Dünyası ile Rönesans sonrası Batı Dünyası’nın bir ürünüydü ve bu tarz düşünce biçiminin Fransa başta olmak üzere Avrupa Uygarlığı’ndan ithali icap ediyordu.
Bu nedenle neredeyse XX. yüzyılın sonlarına kadar bu iki kelime, yani “Osmanlı” ve “Felsefe” sözcükleri bir araya getirilmemiş [veya getirilmesi bile düşünülmemiş] ve tarihsel bir olguyu ifade etmek için kullanılmamıştı; lâkin Süleyman Hayri Bolay’ın Osmanlılarda Düşünce Hayatı ve Felsefe (Ankara 2005) ve Remzi Demir’in Philosophia Ottomanica, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Türk Felsefesi (Ankara 2005-2007) adlı çalışmaları bu cesareti göstermek suretiyle yeni bir araştırma alanının ve dolayısıyla tarihçileri uzun süre meşgul edecek yeni bir tartışma konusunun kapılarını aralamıştı.
Bunlardan sonra, konu gerek ilahiyatçı gerekse felsefeci muhitinde büyük bir yankı uyandırmış ve sorunun daha da somutlaşmasını sağlayacak kitap ve makale boyutundaki araştırmalar birbiri ardı sıra yayımlanarak okuyucuların takdirine sunulmuştu.
Buna karşın şu soru hâlâ güncelliğini ve önemini korumaktadır:
Osmanlı Dönemi’ne has müstakil bir felsefî faaliyetten bahsedilebilir mi?
Bu sorunun yanıtını vermek hususunda acele etmememiz gerekir; çünkü altı asır boyunca Arapça, Farsça ve Türkçe olarak yazılmış felsefî nitelikteki yazma ve basma eserlerin hiç değilse büyük bir kısmının bilimsel yöntemlere uygun bir şekilde incelenmesi ve yayımlanması süreci son bulmamıştır. Bu süreç nihayete erdiğinde, Osmanlı Dönemi’ne özgü felsefî faaliyetin boyutları ve özgünlüğü açık bir biçimde ortaya çıkacaktır; ancak şimdiden özellikle de XIX. yüzyıla ve XX. yüzyılın ilk çeyreğine ilişkin bazı önemli metin çalışmalarının ve antoloji denemelerinin[1] yapılması umut verici bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.
Şimdilik şu hükmü vermek sanırım yanlış olmayacaktır: Bugüne kadar yapılan felsefe tarihi denemeleri açıkça ortaya koymuştur ki Osmanlı Düşüncesi, aşağı yukarı XVIII. yüzyıla kadar Doğu [İslâm] Düşüncesi’nin ve XVIII. yüzyıldan sonra ise Batı [Hıristiyan] Düşüncesi’nin etkisi altında şekillenmiş ve dolayısıyla zaman içindeki siyasî ve toplumsal gelişmelere bağlı olarak iki farklı döneme ayrılmıştır. Bu dönemlerin düşünsel faaliyetlerinin temel kaygıları ve dolayısıyla bu kaygılar tarafından yaratılan ürünlerin doğaları birbirlerinden oldukça farklıdır ve bu farklılık, XIX. yüzyılın ikinci yarısında söz konusu farklı gelenekleri temsil eden muhitlerin birbirleriyle çatışması sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla en azından bu tarihten itibaren düşünce tarihimizi bu çatışma üzerinden okumak gerekir.[2]
Ancak, burada bir hatırlatma yapmanın zarurî olduğuna inanıyorum: Her ne kadar bugün Gelenekçi Çevreler’in felsefeye bakışları kısmen değişmiş ise de, XVIII. yüzyıldan önceki düşünce faaliyetlerinin mümessilleri olarak görünen âlimlerin ve âriflerin felsefeyle olan ilişkilerinin çok da sağlıklı olduğu savlanamaz; şurası artık çok belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır ki bu muhitler, episteme üzerindeki hâkimiyetlerini yitirmemek ve (Sünnî + Hanefî + Matüridî) Paradigmaları’nın yara almasını engellemek için Yunan Felsefesi’nin ve bundan ilham alan İslâm Felsefesi’nin özellikle de metafizik ve fizik sahalarındaki birikimlerinin özgün biçimleriyle tanınmasını ve tartışılmasını engellemişlerdir. Kâtib Çelebi’nin sözünü ettiği “Hikmet-i İslâmiyye” (İslâm Hikmeti), bu bakımdan söz konusu geleneksel paradigmayı şekillendiren İmam Gazzâlî, Fahreddin-i Râzî, Teftâzânî, Adudüddin el-Îcî ve Seyyid Şerif Cürcanî gibi bir takım Osmanlı-öncesi İslâm Teologları’nın süzgecinden geçmiş ve tabiri caizse “İslâmîleştirilmiş” [Büyük Paradigma diyebileceğim geleneksel inançla uzlaştırılmış] bir düşünce türüdür; bu nedenle salt bir felsefe faaliyetinden söz etmek mümkün değildir.
Bu muhitler, episteme üzerindeki hâkimiyetlerini yitirmemek ve (Sünnî + Hanefî + Matüridî) Paradigmaları’nın yara almasını engellemek için Yunan Felsefesi’nin ve bundan ilham alan İslâm Felsefesi’nin özellikle de metafizik ve fizik sahalarındaki birikimlerinin özgün biçimleriyle tanınmasını ve tartışılmasını engellemişlerdir.
Şimdi gelelim Kemal Tahir’e…
Doğu-Batı ayrışmasını Marxist “Tarihsel Materyalizm” üzerinden çok ayrıntılı bir biçimde tartışan Kemal Tahir Notlar-10, Osmanlılık/Bizans adlı derlemede yayımlanan “Osmanlı İle Felsefe” başlıklı kısa notunda şunları söylemişti:
“Osmanlı, Eflatun’dan ‘Devlet adamlarının mülkiyeti ve aile bağları olmamalıdır’ prensibini almış, bu prensibi Bizans’tan yüz kat başarıyla uygulamıştır. Osmanlının bütün devlet adamlarında mülkiyet, devşirmelerinde hem mülkiyet hem aile yoktur.
Osmanlı Aristo’dan Mantık’ı almıştır. Bir de ‘Kölesiz olmaz’ lafını… Bu prensibe de sıkıca bağlanmıştır Osmanlı… O kadar ki, dine vurup Allah’a karşı önce kendisini -Padişah’tan başlayarak- basamak basamak kul-köle ilan etmiştir. Anadolu’da, bir köylü, bir saygıdeğer adamla konuşurken, çocuğundan laf edecek olsa ‘Köleniz’ der. (İslâm’da Peygamber Muhammed de Allah’ın kuludur). Aristo’ya göre insan kişiliğinin özelliklerini coğrafya çevresi belirler.
‘Sadece iyi köle yetiştirir bazı topraklar’ der Aristo, söz gelimi: ‘Anadolu!’. Bu Aristo mantığı, medresenin bilim temelidir binlerce yıldan beri; Eflatun’sa, Neoplatoncuların İskenderiye Okulu aracılığı, Yunus Emre gibi halk şairleri taşıyıcılığı ile Anadolu Türk Halkları arasına, İslâmlıktan daha geniş yayılmış, daha derin yerleşmiştir; işte bu yüzden, beş yüz yıldır Osmanlılık kendisini çöküntüden kurtarmaya çalışmaz; bilir çünkü bunun imkânsızlığını, ancak çöküntüyü geciktirmek için çabalar.”[3]

Daha ziyade Birinci Dönem’i alakadar eden bu şaşırtıcı öndeyisinde veya öngörüsünde Kemal Tahir ne kadar isabet etmiştir?
Burası tartışılır! Ancak İslâm Âlimleri süzgecinden geçmiş biçimleriyle Platon ve Aristoteles Öğretileri’nin ve bunların Yeni Platoncu Yorumları’nın Osmanlı Düşüncesi’nin şekillenmesine yapmış olduğu katkılar konusundaki savı, bana göre de oldukça yerindedir. Bu nedenle başka ortam ve çevrelerde de sık sık dile getirmeye çalıştığım üzere, Osmanlılar’ın “teorik ve pratik epistemesi”ni bu bağlama oturtmadan [yani sadece İslâmî Gelenek doğrultusunda açıklamaya çalışmak suretiyle] anlamak mümkün değildir.
Bu erken tespitlerde bence en ilgi çekici noktalardan birisi de, Osmanlı Epistemesi’nin “Efendi-Köle Diyalektiği” olarak adlandırabileceğimiz bir sosyolojik [ve ideolojik] çerçeveye oturtulmak istenmesidir.[4] Muhtemelen Osmanlı Düşünce Tarihi hakkında yeterli malzemeye sahip olmaması sebebiyle Kemal Tahir, bu yönde etraflı bir denemeye girişememiş görünmektedir, fakat [bir süreden beri ayrıntılandırmaya çalıştığımız Çatışma Kuramı ile de örtüşen] bu diyalektik yaklaşımın, Birinci Dönem düşünce faaliyetlerindeki kısırlığının ve tek-düzeliğinin toplumsal temellerini aydınlatmak bakımından oldukça açıklayıcı olduğunu da kabul etmek gerekir.
Önümüzdeki yıllarda, bu doğrultuda yapılacak sosyolojik denemeler, hiç şüphe yoktur ki günümüz felsefe çalışmalarına da büyük ölçüde ışık tutacaktır.
[1] Meselâ bu yıl yayımlanan şu antolojilere bakılabilir: Remzi Demir ve İnan Kalaycıoğulları, Bilim Ne İmiş?, Devrimler Çağında Bilim Antolojisi (1908-1938), Ankara 2022; Remzi Demir ve İnan Kalaycıoğulları, Felsefe Ne İmiş?, Devrimler Çağında Felsefe Antolojisi (1908-1938), Ankara 2022; Remzi Demir ve İnan Kalaycıoğulları, Osmanlı Düşüncesi, XIX. Yüzyılda Bilim, Felsefe ve İdeoloji Antolojisi, Ankara 2022.
[2] Bu konuda bkz., Remzi Demir, Osmanlı Epistemesini Anlamak, Çatışma Kuramı, İstanbul 2020.
[3] Kemal Tahir, Notlar-10, Osmanlılık/Bizans, Yayına Hazırlayan: Cengiz Yazoğlu, İstanbul 2020, s. 187.
[4] Daha ilerde “Doğu (Asya Tipi Üretim Tarzı) – Doğulu Devlet Tipi” başlığını taşıyan bölümde ise Doğu’daki Kölelik Sistemi’nin Batı’dakinden farklı olduğu vurgulanarak bu hüküm bir nebze de olsa yumuşatılmış görünmektedir. Bu bahiste Kemal Tahir şöyle söylemektedir: “Doğulu toplumlar, Batı’daki köle çalıştırma, toprağa bağlı köylü, gündelikçi iş gücü basamaklarını ayrı ayrı geçmemişlerdir. Dış görüntülerindeki ağır despotluğa rağmen, insanın insanı köleleştirmesinden önceki, insana yaraşır yaşama tarzına daha yakındırlar (Batı toplumları gibi, insanlığın onuruyla göbek bağlarını kesinlikle koparmamışlardır).”; bkz., age, s. 330.