Kapitalizm insanın temel özelliklerini ihlal etmekte, insanları atomlaştırma ve onların öteki insanlar ile olan doğrudan, yüzyüze ilişkilerinin yerine mallar aracılığıyla gerçekleştirilen ilişkilere dayanan bir kurumsal düzenlemeyi koymaktadır.
John Locke, İnsan Anlayışı Üzerine Bir Deneme kitabında, “Tanrı insanı iki ayaklı yaratıklar olarak yaratmak dışında onu gözetmemişti; onu rasyonel kılma işini de Aristoteles’e bırakmıştı” diyor (Locke, 1690: 391). Gerçekten de, Aristoteles’in vurguladığı rasyonellik, çağlar boyu insanın tanımlayıcı özelliklerinden en önemlisi olarak görülmüştür. Yine de, en genel anlamıyla “aklın gereklerine uygun davranma” olarak tanımlanan ve akıl yürütme yetisine ağırlık veren rasyonellik kavramının içinin nasıl doldurulacağı öteden beri önemli bir tartışma konusudur. İktisat da bunun istisnası değildir; iktisat içerisinde de insanların rasyonel oldukları varsayılır, ancak bu rasyonellik, örneğin Aristoteles’in söylediklerine pek uygun bir rasyonellik biçimi değildir. İktisadın gerisindeki, “araçların eldeki amaçlara uygun olması gerektiği” biçiminde anlaşılan araç-amaç rasyonelliği düşüncesi, kapitalizmin işlemesi için insanlardan beklenen bir davranış biçimidir. Yine de, bu rasyonellik anlayışının, ne mümkün olan tek rasyonellik biçimi olduğu ne de piyasa toplumunda geçerli olan tek rasyonellik biçimi olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, araç amaç rasyonelliği ile alternatif rasyonellik biçimlerine bakmak yararlı olabilir.

Araç-amaç rasyonelliği
Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm yapıtında (Polanyi, 1944), kapitalizmin kurumlaşmasının, ekonomik ve politik alanlar arasında keskin bir ayrıma dayandığını söylüyor. Ekonomik alan, yani piyasanın alanı, kendi kurallarına, arz ve talebe göre işleyen, dışarıdan, özellikle politik alandan herhangi bir müdahale kabul etmeyen bir alan. Buradaki davranış biçimi, tümüyle, rasyonel, öz çıkarların gözetildiği bir davranış. Buna karşılık “toplumun geri kalanı” olan Politik alan, sosyal ve siyasal ilişkilerin düzenlendiği, yalnızca devleti değil, insanların sosyalleşmek için kullandıkları, bağlanmışlık duygularını tatmin ettikleri, siyasal parti ve sendikaları da içeren oluşumları içermektedir. Bu alanda insanlar, Aristotelesçi anlamda “politik hayvanlar” olma niteliklerini yaşamaktadırlar. Aynı düşünce, Marx’ın “Yahudi Sorunu Üzerine” adlı makalesinde de kendisini göstermektedir. Marx’a göre “sivil” toplumda, yani piyasanın alanında, insan bencilce bir yaşam süren, “kendi içine dönmüş, yalıtılmış bir monad” (Marx 1975: 229) olarak davranmak zorundadır. Bu “kendine yeterli monad” (Marx 1975: 230), bencilliği ile karakterize edilirken politik alanda soyut bir “vatandaş” kategorisine indirgenmektedir. Yani, kapitalist bir toplumda insanın iki varoluş biçimi vardır: birisi “dünyevi”, insan özgürlüğünün “özel mülkiyet özgürlüğü” olarak görüldüğü ekonomik alandaki varoluş biçimi, öbürü de “göksel”, politik alandaki varoluş biçimi: “dini bütün insan ile vatandaş arasındaki fark, tüccarla vatandaş, ücretli ile vatandaş, toprak sahibi ile vatandaş, yaşayan birey ile vatandaş arasındaki farktır” (Marx 1975: 220-21).
İktisadın gerisindeki, “araçların eldeki amaçlara uygun olması gerektiği” biçiminde anlaşılan araç-amaç rasyonelliği düşüncesi, kapitalizmin işlemesi için insanlardan beklenen bir davranış biçimidir.
Piyasa sisteminde birey, toplumun diğer üyelerinden yalıtılmış ve yaşamı piyasaya bağlı olan bir atom haline gelmektedir. Öz çıkar güdüsü, insanları değiş tokuş ilişkisine götürmekte, bu da piyasaları ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla birey, hem sözü edilen kurumsal yapının bir sonucudur hem de bu yapının kendini yeniden üretebilmesi için vazgeçilmez bir araçtır. Bu bireyde varolan temel özellikler onun akılcı, kendisi için iyinin ne olduğunu bilecek ve kendi seçimlerini yapabilecek kapasitede olması; yalnızca kendi mutluluğu peşinde koşan, “hazcı” bir birey olması; seçme özgürlüğüne sahip olması ve sözleşme tipi ilişkilerin öngördüğü belirli bir ahlak anlayışına sahip olması olarak özetlenebilir.

Bireyi tanımlayan en önemli özelliklerden birisi, “rasyonel iktisadi insan” (homo oeconomicus) varsayımıyla betimlenen akılcı davranıştır. Bu akılcılık biçimi, bireyin ulaşmaya çalıştığı hedeflerle (bunlar her ne olursa olsun), bu hedeflere ulaşmak için kullanabileceği araçlar arasındaki ilişkiyi dikkate alan, araçsal bir akılcılık anlayışını öngörmektedir. Başka deyişle kişi, elindeki araçları kullanarak, kazancını en yükseğe çıkarmaya çalışacaktır. Bireyin tercihleri, öteki insanların tercih ya da davranışlarından etkilenmez. Bu varsayımlara dayanılarak, ekonomi genelinde, bütün piyasalarda dengenin ortaya çıkıp çıkmadığı incelenebilir. Piyasalardaki arz – talep eşitliğinin gerçekleştiği ekonomik “denge”, bireylerin optimal (kazançlarını en çoklaştıracak) kararlarının birbirleriyle uyum içerisinde olduğu bir durumu göstermektedir: Bütün piyasalar aynı anda dengede olduğunda da, “etkin” (“Pareto optimal”) bir kaynak dağılımı gerçekleşecektir; toplumdaki hiç kimsenin durumu, toplumdaki en az bir kişinin (ya da başka kişilerin) durumu kötüleştirilmeden iyileştirilemez. Başka deyişle herkes, tercihleri ve gelirleri veriyken ulaşabileceği en iyi durumda olacaktır; yani bireylerin birer “atom” olarak, öteki bireylerden bağımsız olarak, kendi çıkarlarını gözetecek biçimde davrandıkları, bireyler arasındaki ilişkilerin değiş-tokuş ilişkileri olarak ortaya çıktığı bir piyasa sisteminde ortaya çıkacak sonuç, olası en iyi sonuçtur. Bu “Panglosscu” sonucu sağlayan en önemli varsayımlardan birisi, bir tutarlılık aksiyomu olarak görünen, bireyin ne istediğini bildiğini ve tercihlerinde tutarlı olduğunu ileri süren akılcı davranış varsayımıdır.
Kapitalist bir toplumda insanın iki varoluş biçimi vardır: birisi “dünyevi”, insan özgürlüğünün “özel mülkiyet özgürlüğü” olarak görüldüğü ekonomik alandaki varoluş biçimi, öbürü de “göksel”, politik alandaki varoluş biçimi.
Akılcılık varsayımı iktisatta hemen her zaman bireycilik ve ona eşlik eden faydacılık (utilitarianism) yaklaşımlarıyla birlikte kullanılır. Faydacılığa göre insan, kendi faydasından başka bir şeyi düşünmeyen, çalışmaktan hoşlanmayan, kendisinden başkasını sevmeyen, mutluluğa ulaşmak için hem çevresindeki doğayı, hem de hatta başka insanları yalnızca birer araç olarak gören bencil bir varlıktır.

Bu varlık için önemli olan yalnızca ve yalnızca kendi mutluluğudur. Bu mutluluk da doğrudan onun tükettiği mallardan ya da giriştiği etkinliklerden elde etmeyi düşündüğü hazza bağlıdır. Kişiye neyin acı, neyinse haz vereceği bütünüyle kendisine bağlıdır; bu konuda önceden, kişinin dışında belirlenmiş ilke ya da ölçüler sözkonusu olamaz. Faydacılığın kurucusu olarak bilinen Jeremy Bentham’ın deyişiyle söylenirse, “serserilik etmek de, en az felsefe yapmak kadar iyidir”. Bu yüzden Rahibe Theresa ile Hitler arasında, örneğin hedeflerinin ahlaki üstünlükleri bakımından bir karşılaştırma yapmak olanaklı değildir. Önemli olan her bireyin bütünüyle kendisinin benimsediği ölçülere göre olabildiğince çok fayda sağlayacak biçimde davranmasıdır. “Tatmin olmuş bir domuz ile tatmin olmuş bir insan arasında bir fark yoktur” sloganı ile nitelenen faydacılık, bütün bir toplumun mutluluğunu da bu ilkeye bağlamaktadır. Böyle hazcı (hedonist) bir bakış açısına sahip olan birey, aslında toplumsal refahın da anahtarıdır; çünkü eğer bireylerin mutluluğu erişebilecekleri net haz miktarı ise, toplum tek tek bireylerin toplamı olduğundan toplumun genel mutluluğu da tek tek bireylerin mutluluklarının toplamı olacaktır.
Toplumdaki hiç kimsenin durumu, toplumdaki en az bir kişinin (ya da başka kişilerin) durumu kötüleştirilmeden iyileştirilemez.
Bu bakış açısı, kendisini toplumun üzerinde görme eğilimi bulunan hiçbir seçkinci grup ya da insanın (örneğin, aristokratlar, politikacılar, entelektüeller, vs.) kabul edebileceği bir şey değildir; bu bakımdan da aslında büyük ölçüde demokratik olduğu da ileri sürülebilir: Neyin önemli olduğu, mutluluk verici olduğu, neyin haz verici olduğunu belirlemek toplumda hiçbir yöneticinin, grubun ya da katmanın tekelinde olamaz. Akıl yürütme yetisine sahip olan her birey, kendi seçimlerini yapabilecek ve bunları değerlendirebilecek kapasitededir; bu insana neyin iyi olduğunu söylemeye kalkmak, onu yetersiz görmekle birdir. Bu birey, kendi kararlarını kendisi verebilen, özgür bir bireydir. Bir piyasa ekonomisinin varolabilmesi için gerekli olan özel mülkiyet hakkı ile sözleşme özgürlüğünün tanımlanmış olması, bunları kullanabilme yeterliliğine sahip bireyler olmadan bir işe yaramaz.

Bu bireylerin de kendileri için iyi olanları (yani haz verenleri) tanımlayarak onların peşinden koşmalarından başka bir şey olmayan özel girişim, piyasa ekonomisinin tanımlayıcı özelliğidir. Bu bireyin öteki insanlarla girdiği ilişkiler, tatmin sağlayan, haz, neşe veren malların alınıp satıldığı piyasalarda, ekonomi dışı zor kullanımını gerektirmeyen, insanın doğuştan gelen ilişkiler içerisine sıkışıp kalmaktan kurtaran, etkileşim içindeki bireylerin eşit kabul edildiği değiş-tokuş tipi ilişkilerdir. Bu ilişkiye giren taraflar davranışlarını özgür iradeleriyle, piyasa dışından kaynaklanan herhangi bir kısıt ya da baskıya boyun eğmeden gerçekleştirebilirler ve birbirleriyle eşittirler çünkü, değiş-tokuş ilişkisi, alışverişe konu olan değerlerin birbirine eşit olduğu, herhangi bir artık ya da sömürünün söz konusu olmadığı türden bir ilişkidir. Bir başka deyişle, ne kadar yadırgatıcı görünürse görünsün, faydacılık hem kişinin mutluluğu konusunda hiçbir üst otoriteye yetki vermemesi, hem de herkesin mutluluğunu sağlamak konusunda hazır bir reçete vermesi bakımından son derece çekici bir öğretidir; bu yüzden de hem iktisatçılar için hem de piyasa sistemi için hala vazgeçilmez niteliktedir. Yani, piyasa sisteminin işleyişi ile bireyin kendi mutluluğu peşinde koşması arasında doğrudan bir bağlantı sözkonusudur. Birey mutluluğa piyasa sistemi içinde erişebilir; piyasa sistemi, ya da özel girişim ekonomisi de bireylerin bu çabaları sonucunda işleyişini sürdürerek kendisini yeniden üretir. Bununla birlikte, araç amaç rasyonelliği, piyasa alanında geçerli olduğu halde, toplumun genelindeki başka rasyonellik biçimleriyle de çatışma halindedir.
Tatmin olmuş bir domuz ile tatmin olmuş bir insan arasında bir fark yoktur” sloganı ile nitelenen faydacılık, bütün bir toplumun mutluluğunu da bu ilkeye bağlamaktadır.
Özsel rasyonellik ve kapitalizm
Kuşkusuz, iktisatta kullanılan tek rasyonellik biçimi, amaç-araç rasyonelliği değildir; Max Weber’in ünlü “formel” ve “özsel” (substantive) rasyonellik ayrımı, bu noktada önemlidir. Formel rasyonellik, teknik olarak olanaklı olan niceliksel hesaplama ya da muhasebeye dayanan türden eylemler için geçerliyken, özsel rasyonellik, benimsenen bir değerler kümesinin uyardığı türden eylemler için geçerlidir. Neoklasik iktisadın optimizasyoncu rasyonelliği, formel rasyonellik biçimidir ve esas olarak en fazla yarar ve etkinlik temel amaç olarak ortaya çıkar; buna karşılık toplumsal sistem içindeki paylaşılan değer ve anlamları dikkate alan özsel rasyonellikte bireyin eylemleri, formel rasyonelliğin bakış açısından ne kadar “akıl dışı” görünürse görünsün, bu türden bir toplumsal değerler ve anlamlara uygun olmak zorundadır. Weber’in bu ayrımı, esas olarak kapitalizmin analizinde öne çıksa da, rasyonellik, tarihin de (en azından Batı tarihinin belirli dönemlerinin) de formel ve özsel rasyonelliğe dayanarak ele alınmasının yararlı olacağı düşüncesi, ayrımın tarih yaklaşımı olarak da kullanılmasını sağlamaktadır.
Weber’in rasyonelliğe ilişkin kendi tutumu çok belirgin olmasa da, tarihin formel rasyonelliğin ağırlık kazanması, ya da Shiller’den aldığı deyişle dünyanın “büyüsünün bozulması” (disenchantment) yönünde ilerlediği düşüncesi Weber’e yakın görünmektedir. Formel rasyonellik, dünya görüşlerinin de “kozmik” düzen anlayışından uzaklaşarak “entellektüelleşmesine” yol açacağından, Batı uygarlığının giderek artan biçimde rasyonelleşmesi, üretimin rasyonel sermaye hesabına göre gerçekleşmesi ile rasyonel bir devletin yaratılması ile nitelenmektedir (Mommsen, 1989: 157). Ne var ki bu aynı zamanda, tarihin birbiriyle çatışan iki ilke ve yaşam biçimi, yani gündelik yaşama ilişkin özçıkara dayanan uyarlama ile yaşamı anlamlı kılan, “gündelik yaşamın dışında” etkili olan inançlara dayanan değerler arasındaki çatışmayla nitelenebileceği anlamına da gelmektedir. Kapitalizmde de yukarıda sözü edilen ikili kurumsal ayrımda, formel ve özsel rasyonellik anlayışlarının yanyana yaşayabildiği söylenebilir; piyasa alanında formel rasyonellik geçerliyken politik alanda değer rasyonelliğinin baskın olduğu görülmektedir.
Piyasa alanında formel rasyonellik geçerliyken politik alanda değer rasyonelliğinin baskın olduğu görülmektedir.
Benzer biçimde, Cemaat (Gemeinschaft) ile Cemiyet (Gesellschaft) ayrımını ortaya atan Ferdinand Tönnies de, Cemiyet tipolojisinin, “rasyonel”, kendi çıkarı peşinde koşan bir “rasyonel iradeye” (Kürwille) dayanırken Cemaatın, “doğal iradeyi” (Wesenwille) gerektirdiğini belirtmektedir. Doğal ya da “bütünleştirici” irade, insanların istek ve itkilerinin kendiliğinden dile gelişine göndermede bulunurken rasyonel irade, esas olarak rasyonel hesaplamaya dayanır. Rasyonel irade, amaçlarına, elindeki araçları en iyi şekilde kullanarak ulaşmaya çalışan insanın davranışlarını yönlendirmektedir. Rasyonel iradenin önemli bir boyutu, insanın hem kişisel ilişkilerinde hem de araçlarla amaçları birbirinden ayırması, hatta insanların bile birbirleri için araçlar olarak görünmesidir. Başka deyişle rasyonel irade ya da formel rasyonellik, insanların kendilerinin de öz çıkar nesneleri olarak görünmesine ya da onların “yabancılaşmasını” göndermede bulunmaktadır.
Weber ve Tönnies’in bu ayrımları, Karl Polanyi’nin iktisat anlayışı ile kapitalizm analizine de esin kaynağı olmuştur. Polanyi, “ekonomik” teriminin iki anlamından, yani formel ve özselci (substantive) anlamlarından sözetmektedir. “Ekonomik” teriminin formel tanımı, araç-amaç rasyonelliğine göndermede bulunurken, özselci tanım, “insanların, tıpkı öteki yaşayan şeyler gibi, kendilerini destekleyen fiziksel bir çevreleri olmadan herhangi bir zaman parçasında varlıklarını sürdüremeyecekleri” olgusundan yola çıkmaktadır. Özselci tanım, ekonomik teriminin maddi isteklerin karşılanmasına yönelik etkinliklerini dikkate almakta ve insanların doğa ile giriştikleri bir “kurumlaşmış etkileşim” sürecine göndermede bulunmaktadır; bu sürecin adı da “ekonomi”dir. Buna karşılık formel tanım yalnızca, temelinde bireycilik ve rasyonel seçim kuramının yer aldığı piyasa ekonomisine uygulanabilir niteliktedir. Bu anlamdaki “rasyonellik” ile atomcu anlayışın öngördüğü insan tasarımı, gerçek insanların çarpıtılmış bir betimlemesidir; tıpkı piyasa ekonomisinin gerçek dünyadaki insanların gerçek yaşamlarının çarpıtılmış bir biçim olması gibi. Bu bakımdan özselci yaklaşımın temel çıkış noktası, Polanyi’nin “insan ekonomisi, bir kural olarak onun toplumsal ilişkilerine yerleşmiş durumdadır” önermesidir. Başka deyişle, bu yaklaşım, insanın özünde “politik hayvan” olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla, özselci yaklaşımın temel vurgusu, insan varoluşunun ya da “insanlık durumunun” evrensel özellikleridir. Polanyi her zaman, insanların özünde politik varlıklar olduğunu vurgulamakta ve temel ilkenin “bireyin eşsizliği ile insanlığın birliği” olduğunu belirtmektedir. İnsanlar esas olarak “iyi yaşam” hedefini gerçekleştirmek için uğraşan ve içsel özgürlükle nitelenen moral varlıklardır. Bu yüzden de, toplumsal kurumlar insanın özünün ya da özgürlüğünün dile gelişi olduğundan, insan toplumu, insanın özgürlüğünün sosyal ve iktisadi etkileşim içerisinde yaratılan ahlâki ilişkiler ile nitelenecektir. Ancak kapitalizm insanın temel özelliklerini ihlal etmekte, insanları atomlaştırma ve onların öteki insanlar ile olan doğrudan, yüzyüze ilişkilerinin yerine mallar aracılığıyla gerçekleştirilen ilişkilere dayanan bir kurumsal düzenlemeyi koymaktadır. Bu ise aslında sistemin temelindeki kurumsal istikrarsızlık eğilimlerini artıran bir süreci ortaya çıkaracaktır.

Polanyi’ye göre, piyasa sürekli olarak kendi egemenlik alanını, toplumun bütün alanlarına yaygınlaştıracak denli genişlettiğinde, insanlar kendi insanlıklarını ortaya koymak için, bu genişlemeye karşı sosyal varlık olma özelliklerini öne çıkararak direnirler. Polanyi’ye göre bu başarısızlık, esas olarak, piyasa toplumunda birbirine karşıt işleyen iki önemli eğilimle nitelenen bir “ikili devinim” tarafından yaratılmaktadır. Bu mekanizma, aşağıda daha ayrıntılı olarak anlatılacağı üzere, aslında Weberci terimlerle, “demir kafes”in yarattığı “taşlaşma” sürecine karşı insanların özellikle toplumsal varlıklar olma özelliklerinin dile gelişi diye görülebilecek olan bir karşı etki söz konusudur. Bu iki karşıt eğilim, kapitalist toplumun dayandığı ekonomik-politik kurumsal alanlar arasındaki çatlağı derinleştirmektedir. Dahası, ekonomik alandan kaynaklanan sorunlar (kriz vs. gibi) kendilerini toplumsal alanda hissettirmekte, toplumsal alandaki özellikle toplumsal kesim ve sınıflar arasındaki gerilimler giderek ekonomik alanın işleyişini daha da bozmaktadır. Bu türden gerilimler iki alanda da kendilerini göstereceklerinden, eninde sonunda sistemin dayandığı kurumsal yapının parçalanması sonucunu vermektedir. Bu süreç içindeki farklı kesim ve sınıflar birbiriyle sürekli etkileşim, hatta çatışma halinde olduklarından bütün bir süreç dinamik niteliktedir; bu sürecin sonunda nasıl bir oluşumun ortaya çıkacağını da öngörmek olanaklı değildir. Polanyi’ye göre ikili devinim, “toplumun, insanları ve doğayı piyasa sisteminin yok edici etkilerine karşı koruyabilmek için, kimi zaman devletin yardımıyla, kimi zaman da ona bütünüyle karşı olarak, kendi kendisini organize etmesidir”. Başka deyişle, ikili devinim, insan yaratıcılığının, kendiliğindenliğinin ve özgürlüğünün, piyasanın yarattığı rasyonelleşme, rutinleşme, bürokratikleşme ve demir kafes içinde hapsedilmeye karşı başkaldırısı olarak değerlendirilebilir. Bu bakımdan ikili devinim, kapitalist toplumun yeniden üretim sürecinin içinde yer alan yandan insanın özünün nesneleşmesi ya da dile gelmesi olarak görülürken öte yandan da fetişizm, rasyonelleşme ve taşlaşma yüzünden bu özü yok etme eğilimi taşıyan aynı kapitalist sürecin bir parçası haline gelmektedir. Sonuç olarak, kapitalizmin dayattığı araç-amaç rasyonelliğine karşılık, insani değerlerin ön planda olduğu özsel rasyonellik arasındaki çatışma, kapitalizmin istikrarsızlık eğilimini artıran temel bir etken olarak kendisini göstermektedir.
Göndermeler
Locke, John (1690), An Essay Concerning Human Understanding, vol. II, New York: Dover Publications, 1959.
Marx, K. (1975), Early Writings, çev. R. Livingstone, Londra: Penguin
Mommsen, W. (1989), The Political and Social Theory of Max Weber: Collected Essays, Cambridge: Polity Press.
Özel, Hüseyin (2013), Piyasa Ütopyası, Ankara: BilgeSu Yayınları.
Polanyi, Karl (1944). The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time, New York: Rinehart & Co.