Para bir servet biçimi ya da aynı anlama gelmek üzere, finansal bir varlık. Bu da paranın yalnızca değiş-tokuşlarda kolaylık sağlamanın ötesinde, özellikle krediler ile menkul değerlerin önemini artırmasıyla, kapitalizmin kaderini büyük ölçüde belirliyor. Bu yüzden paranın işlevlerindeki değişmenin, kapitalizmin ve iktisadi düşüncenin tarihinde ne tür değişmeler yarattığına bakmakta yarar var.
Marx’ın Kapital’in ilk cildinde, paradan sözederken Shakespeare’in Atinalı Timon eserini zikretmesinden hatırlayacağımız “orta malı” terimi,[1] paraya ilişkin neden bu kadar çok kafa karışıklığı olduğunun da göstergesi bir bakıma. Para özellikle kapitalizmin işleyişi bakımından gerekli, ancak tanımındaki ve analizindeki güçlüğün kafa karıştırmaması da olanaksız. Bu durumun bir nedeni bugünlerde para kavramı altına neredeyse her şeyi sokmanın mümkün olması ise bir başka, daha derin bir nedeni, paranın psikanalitik hatta “metafizik” diyebileceğimiz boyutu. Özellikle para (altın) biriktirme biçimindeki davranış, bir anlamda insanın kendi gücünü paraya atfetme biçimindeki Oedipal (ya da anal) aşamanın bir tezahürü; bu yüzden de “homo oeconomicus” aslında anal bir kişilik. Bu da işleri epey karıştırıyor tabii.
Aslında ilk bakışta parayı anlamak çok da zor olmamalı; para, bir değiş-tokuş (mübadele) aracı, ilkçağdan bu yana da kullanılıyor. İster ilk zamanlardaki gibi değerli metallerden oluşan sikkeler, ister altın karşılığı olan ya da olmayan kâğıt para, isterse de bugünlerdeki gibi dijital ya da kripto para biçiminde olsun, paranın temel işlevi değiş-tokuş işlemlerini kolaylaştırmak. Bu bakımdan paranın sadece bir araç olduğu, kendi başına bir artık yaratma gücüne sahip olmayan, eskilerin deyimiyle “kısır” bir faktör olduğu düşüncesi, en azından kapitalizmin gelişimine kadar genel kabul gören bir düşünceydi. Eskiçağ felsefelerinde, temel olarak Aristoteles’de, giderek de tektanrılı dinlerde kendisini gösteren bu bakış açısının temelinde “metafizik” bir yaklaşımın yattığı söylenebilir. Buradaki temel sorun, para sermayenin “kısır” olup olmadığı, yani kendi başına bir değer yaratıp yaratmayacağı sorunudur; bu sorun da, birçok eski inanç ve felsefi bakış açıları ile dinlerin önemli kabullerinden olan, faizin yasaklanması ya da en azından hor görülmesi biçimindeki yaklaşımların temelinde yer almaktadır. Aşağı yukarı orta çağların sonlarına kadar, hemen hemen bütün dünyada, faizin (daha çok tefeci faizi olarak görülse de para ticareti ya da günümüz jargonuyla finansal varlıklar üzerinden elde edilen getirilerin) hoşgörülmediği, hatta giderek yasaklandığı gözlenmektedir. Özellikle ilahiyatçılar arasında yapılan “normal” ya da “adil” diyebileceğimiz bir kazanç ile İslami düşüncede “riba” olarak geçen tefeci faizi arasındaki fark üzerine yapılan ve hangi kazancın helal ve meşru olarak görülmesi gerektiği tartışmalarını bir yana bırakırsak, esas olarak para (ya da finans) sermayesinin temel işlevinin, ister ticaret isterse de üretim yoluyla, bir fazla değer (yani üretim maliyetlerinin üzerindeki bir değer) yaratma etkinliğine kaynak sağlaması gerektiği olduğu söylenebilir. Daha çok maddi mal (ve ticareti de dahil edersek hizmet) üretimini esas alan bu bakış açısından, paranın üretim ve ticaret için bir araç olduğu, onun ötesinde bir değer yaratma kapasitesine sahip olmadığı söylemek yanlış olmaz. Bu da ilginç bir biçimde, eski Yunan felsefesi ile günümüz arasındaki temel bağlantı noktasını oluşturmaktadır. Başka deyişle, Keynes’in temel vurgusu olan paranın bir servet biçimi olduğu gerçeği, genel olarak düşünce tarihinde kendisine çok yer bulamamış görünüyor. Ancak, bu özellik, Merkantilistlerin dikkat çektiği, sonraları Keynes’in öne çıkardığı, bugünlerde de finansallaşma sürecinin derinleşmesiyle birlikte gözardı edemeyeceğimiz çok önemli bir özellik. Para bir servet biçimi ya da aynı anlama gelmek üzere, finansal bir varlık. Bu da paranın yalnızca değiş-tokuşlarda kolaylık sağlamanın ötesinde, özellikle krediler ile menkul değerlerin önemini artırmasıyla, kapitalizmin kaderini büyük ölçüde belirliyor. Bu yüzden paranın işlevlerindeki değişmenin, kapitalizmin ve iktisadi düşüncenin tarihinde ne tür değişmeler yarattığına bakmakta yarar var.

Para nedir?
Çok kabaca, tarih boyunca birkaç para sisteminin uygulandığını görmek mümkün. 20. yüzyıl sonlarına doğru Bretton Woods sisteminin çöküşüne kadar, “primitif” uygarlıklar dışarıda tutulmak üzere, tarihin neredeyse bütününde, farklı biçimlerde olsa da “meta-para” sistemleri geçerli. Bu sistemlerde para ya doğrudan altın ve gümüş gibi değerli madenlerden dökülen sikkeler biçiminde ya da belirli ve sabit bir miktardaki değerli maden karşılığı bulunan kâğıt paralar biçiminde ortaya çıkıyor. Bu sisteme örnek olarak, sikke sisteminin, altın ve gümüş gibi yasal olarak kabul edilen (“legal tender”) iki paranın kullanıldığı biçimi olan “bimetalizm” ve ilk kez 1661’de İsveç Merkez Bankasının atası olan bankanın dolaşıma soktuğu, altın karşılığı olan kâğıt paranın kullanıldığı durumlar, daha sonraları, 19. yüzyılda sistemleşerek Avrupa çapında uygulanan, altın (ve gümüş) karşılığı olan kâğıt paraların kullanıldığı Altın Standardı ile 1944’te uygulanmaya başlanan, Amerikan dolarının altına bağlandığı, diğer Avrupa paralarının da dolara bağlandığı Bretton Woods sistemi verilebilir. 1970’lerde Bretton Woods’un çöküşünün ardından günümüzde artık, kâğıt paranın herhangi bir meta karşılığının olmadığı “itibari para” (fiat money) sistemi içerisinde yaşıyoruz. Bu da 2008 krizinin de gösterdiği gibi, potansiyel olarak finansal istikrarsızlık yaratan bir durum tabii.
İktisada Giriş derslerinde, bir şeyin (herhangi bir mal ya da kâğıt parçasının) para olarak kabul edilebilmesi için, üç temel işlevi yerine getirmek zorunda olduğu söylenir: para öncelikle bir değiş-tokuş aracıdır; ikincisi, bir hesap birimidir; üçüncüsü de bir servet ya da varlık biçimidir. Tarihsel olarak, paranın takas sistemlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı düşünülür. Zaman içerisinde değiş tokuşa konu olan mallardan bir tanesi, ortak bir ölçü birimi, dolayısıyla da değiş-tokuş aracı olarak kabul görmeye başlar. Genellikle bu malın dayanıklılık, bölünebilirlik ve düşük taşıma maliyeti gibi özellikleri olan ve arzı sınırlı olan altın ve gümüş gibi değerli madenler olduğunu söylemek mümkündür. İlk altın sikkenin, yaklaşık olarak M.Ö. 700’lerde, bu topraklarda, Lidyalılar tarafından kullanılmaya başlandığı söylenir.[2] Altın, gümüş, elektrum (doğal altın ve gümüş alaşımı) hatta bakır gibi metallerden dökülen sikkelerin temel değiş-tokuş aracı olduğu metalizm, daha sonra biçim değiştirerek, sistemin temelindeki değerli madene dayanılarak çıkarılan kâğıt parayı da içerir hale gelmiştir. Kâğıt paranın, genellikle orta çağlarda ticaretin gelişmesiyle birlikte, sarraflara emanet edilen altın karşılığında alınan borç senetlerinin, tüccarlar tarafından bilfiil dolaşıma sokulmasıyla birlikte “icat edildiği” söylense de, ilk kâğıt parayı, Çin’de Tang Hanedanının (618-907), sikke kıtlığına bir çözüm olarak bulduğu da söylenir. Gerçek anlamdaki kâğıt para, matbaanın gelişmesiyle (bir başka Çin icadı) birlikte 11. Yüzyılda Song Hanedanı sırasında gelişmişti; ancak bu icat, bekleneceği gibi, enflasyon yaratacaktı. Kâğıt paranın üretim maliyetinin neredeyse sıfır olması, arzının sonsuz derecede artırılmasına olanak verdiğinden, para arzının sınırlanması, dolayısıyla paranın değerinin korunabilmesi, neredeyse olanaksız. Arzın kısıtlanmasının tarih boyunca tek yolu, kâğıt paranın değerli maden miktarına (ki en iyi aday doğal olarak altın) bağlanması olduğu söylenebilir. Bu bakımdan, para basmanın, hükümranlık göstergesi olduğu için, kâğıt para-altın dengesini en iyi koruyacağı düşünülen merkez bankalarının kontrolüne verilmesi doğal. Ancak, paranın değerinin bir mala (değerli madene) bağlandığı meta-para sistemlerinin sonuncusu olan Bretton Woods sisteminin 1970’lerdeki çöküşünde de görüldüğü gibi, para arzını kontrol eden otoritenin (genel olarak Merkez Bankası, ya da bu örnekte Amerikan Federal Reserve), bu çekici olanağı kullanmaması düşünülemez. Ancak belki de merkez bankalarının da pek fazla seçeneği yok, çünkü sermaye birikim sürecinin devamı için, gelişmiş bir bankacılık ve kredi sisteminin varlığı şart (bu bakımdan, ilk merkez bankalarından birisinin, kapitalizmin beşiği olarak görülebilecek olan İngiltere’de 1694’da kurulan Bank of England olması da bir tesadüf değil). Sadece altın arzına bağlı olarak artırılacak para arzının, sermaye birikiminin kesintisiz sürebilmesi için gerekli olan yatırımların finansmanı için yetersiz olacağı ortada. Ancak bir kurala bağlı olmadan sınırsız derecede artırılacak para arzının da sonuçta iktisadi krize yol açacağı da bir o kadar ortada. İşte size iktisat derslerinde sürekli anlattığımız Klasik-Keynesyen karşıtlığının temeli.

Ünlü eseri Genel Teori’nin[3] 17. Bölümünde parayı, “taze peynire” (İngilizcedeki karşılığı “green cheese”) benzeten Keynes’e göre taze peynir fabrikasının (merkez bankasının) kamu otoritesinin kontrolü altına alınmasından ve ekonominin durumuna göre müdahale etmesinden başka bir seçenek yok. Buna karşılık Klasik iktisatçılar paranın özellikle fiyat istikrarını bozucu etkisi yüzünden, arzının sıkıca izlenen belirli bir kurala bağlanmasından yanalar; merkez bankalarının da istihdam ve gelir düzeyi yerine fiyat istikrarı (ve bugünlerde finansal sistemin istikrarı) ile ilgilenmesi gerektiğini vurguluyorlar (geçerken, bugünlerde ülkemizde süregelen tartışmanın temelinde de bunun yattığını belirtmekte yarar var).
Yine de buradaki sorun şu: değiş tokuş aracı ve servet biçimi olan her şeyi para içine almak ilke olarak mümkün olduğundan, paranın ekonomi üzerindeki etkisinin ne olduğu konusundaki tartışmaların sona ermesi pek mümkün görünmüyor. Örneğin Monetarist Friedman, parayı, nominal milli gelirle en yüksek korelasyona sahip varlıkların toplamı olarak görme eğiliminde ki, bu da aslında kendi savunduğu tezlere son derece uygun. Yine Friedman, paranın bir servet biçimi olduğunu kabul edermiş gibi görünse de, mucizevi bir şekilde analizinin sonunda paranın faize duyarlılığının sıfır olduğu (pratikte sadece değiş tokuş için kullanılacağını) sonucuna varıyor. Yine de genel olarak “para-benzeri” (quasi money ya da near Money) kategorisi, dolaşımdaki para ve vadeli ve vadesiz mevduattan menkul değerlere kadar bir dizi varlığı içerir.[4]
Farklı tanımlar, özellikle para politikasının yürütülmesi bakımından önemli. Bunlara başka varlıklar da sokulabilir ve bunlar ille de yanlış olmak zorunda değil, çünkü buradaki temel bir sorun, paranın bir “uzlaşım” (convention) olmasıdır. Üzerinde uzlaşıldığı sürece, her şey para olabilir (hatta kabul edenler olduğu sürece kendi paranızı bile basabilirsiniz). Bu konuda eğlenceli bir örnek, Güney Pasifikte 19. yüzyıla kadar Yap kültürünün kullandığı paradır.[5] Bu “para”, aslında ortasında bir delik olan yuvarlak taş bloklardan oluşuyor. Bunların boyutları farklılaşıyor; çapı birkaç santimetreden üç buçuk metreye kadar değişiyor; ortasındaki delik de büyük blokların taşınmasında yararlı oluyor. Yap şefleri de para arzını düzenleyerek, merkez bankası rolü oynuyorlar. Tabii ki, büyük blokların taşınmaları pek pratik olmadığı için yerlerinden pek oynatılmıyor. Hatta bir keresinde bu büyük bloklardan birisi kayıkla taşınırken denize düşmüş ve çıkarılamamış. Ancak bu blok, denizin altında duruyor olsa da hala para işlevini yerine getiriyor (yani “referans” para işlevini yerine getiriyor). Nerede olduğu bilindiği sürece, o blok da fiziksel olarak olmasa da simgesel olarak dolaşımda yerini almış; servetin bir parçası olarak da genel kabul görüyor. Bu parayla kâğıt para ya da hatta menkul değerler arasında hiçbir fark yok aslında. Kâğıt parçalarından, hatta artık bilgisayar kayıtlarından başka bir şey olmayan finansal varlıklar, sermaye birikim sürecinin temelinde yer alıyor; hatta neredeyse bütün yaşamımızı kontrol ediyor. Başka deyişle, para tümüyle, sanal bir varlık. Ya da bir “hayalet”, ancak gerçek olan bir hayalet. Hatta Marx’a sorarsanız, insan kapitalist bir toplumda öteki insanlarla olan bağını bile “cebinde taşıyor”.
Ancak genel olarak değerli madenler, özellikle de altının tarih boyunca genel kabul görmesi, altın sikkelerin tarih boyunca yaygınlığını açıklıyor. Altına olan düşkünlüğün, az bulunur olması, taşıma maliyetinin düşük olması, değerini yitirmeden kolayca bölünebilmesi, zaman içerisinde oksitlenmemesi gibi nedenlerinin yanı sıra daha derinlerde, Freud’un işaret ettiği, altının sarı rengiyle de ilişkilendirilebilecek bir nedeni daha var. Freud’a göre para, aslında çocuğun tuvalet eğitimini tamamladığı “Oedipal” aşamadaki gelişimi ile ilgili. Çocuk, kendi vücudunun bir parçası olduğunu ve kendi gücünü içerdiğini düşündüğü “atık” ürüne “sihirli” bir güç atfetmekte, bu yüzden onu bırakmama davranışını göstermektedir. Tuvalet eğitimi aşamasında ortaya çıkan sorunlar, yetişkinlikte de “tutma” davranışının yerleşmesine ve bu arada para ve maddi varlıkların biriktirilmesi tutkusuna dönüşüyor. Aslında bu durum tarih boyunca geçerli olsa da[6] kapitalizmin doğuşuyla birlikte gerçeklik kazanan “rasyonel iktisadi insanı” (homo oeconomicus) özellikle tanımlayan bir nitelik, sahip olduğu biriktirme tutkusu.
Kâğıt parçalarından, hatta artık bilgisayar kayıtlarından başka bir şey olmayan finansal varlıklar, sermaye birikim sürecinin temelinde yer alıyor; hatta neredeyse bütün yaşamımızı kontrol ediyor. Başka deyişle, para tümüyle, sanal bir varlık.
Psikanalitik bir bakış açısından, Norman O. Brown’un[7] (1959: 237) gözlediği gibi, maddi nesnelere sahip olmak ve onlar üzerinde egemenlik kurmaya çalışan “homo economicus”, ekonomik etkinlikleri yoluyla yaratılan artık, servet ve paranın peşine düşer. Bunun nedeni, biriktirilen servet yoluyla güç sahibi olmaktır, çünkü Brown’a göre “gücün bütün biçimleri özünde kutsaldır”.[8] Bunun nedenini Ernst Becker’a göre şöyle: güç, “ölümsüzlüğe olan açlıktan başlar; ölümsüzlük, gücü temsil eden insanlar ya da şeylere mutlak boyun eğmeyle de biter”.[9] Örneğin eski toplumlardaki yiyecek biçimindeki artık biriktirme eğilimi, yiyeceğin “yaşamın gücüne sahip olduğu”[10] için kutsal olduğu düşüncesine dayanır. Kapitalizm, tam da insanın bu biriktirme arzusunu öne çıkaran bir sistem; Marx da bu konuda, “Biriktirin, biriktirin! Bu Musa ve peygamberler [öğüdüdür]”[11] (Marx, 1976: 742) diyor. Modern toplumun temel unsuru olan bu kişiliğin “hastalıklı” doğası, onu sahip olmaya, nesneler üzerinde egemenlik kurmaya ve dolayısıyla araç-amaç türü bir rasyonelliği benimsemeye yöneltmektedir. Bu iki unsura dayanan, “bütün bir bedenin gerçekliğinden uzaklaşarak gerçekliğin yerine soyutlanmış itkilerin konulması, Homo economicus’un esaslı bir özelliğidir”.[12] Yani bu kişilik de aslında kendi gücünü nesnelere aktarmakta, çevresiyle olan ilişkisi de araçsal bir ilişkiye dönüşmektedir. Bu da doğrudan Marx’ın meta fetişizmi yaklaşımıyla ilişkilendirilebilir; insanın dönüştürücü gücünü temsil eden metalar insandan kopartılıp onun yerini alır, dolayısıyla da insanlar arasındaki ilişkiler, metalar arasındaki ilişkilere dönüşür.
Bu yaklaşım, bu kadar rahatsız edici olmasa da, aslında Keynes’te de kendisini gösteriyor. Joan Robinson’un ünlü sözleriyle, bir “zaman makinası” olan para, bir servet biçimi olarak, bugünden yarına değer transferini sağlayan, hatta özellikle öteki servet biçimleri olan menkul değerlerle birlikte düşünüldüğünde, yarın ortaya çıkacak maddi değerlerin bugünden kullanılmasına [2008 krizinin temelindeki ipotek (mortgage) kredilerine dayanılarak türetilen menkul değerleri hatırlatmaya gerek var mı?] olanak vermektedir. Keynes’e göre bu durum, insan doğasının temel bir özelliğinden, biriktirme tutkusundan kaynaklanıyor. Keynes’in “Torunlarımız için İktisadi Olanaklar” başlıklı ünlü yazısında,[13] paradan söz ederken şöyle diyor: insan, “kendi kedisiyle değil, onun yavrularıyla, hatta, gerçekte, onun da yavruları, giderek sonsuzda gerçekleşecek olan kediliğin sonuyla ilgilenir. Onun için reçel, bugünkü değil yalnızca yarınki bir reçele göndermede bulunmuyorsa hiçbir zaman reçel olmaz”.[14] Biriktirme arzusu, bir servet biçimi olarak paranın yaşamımızda ne kadar önemli bir rol oynadığının temelinde yer alan “metafizik” ya da psikolojik bir kabul. Bu da paranın, “sanal” ya da simgesel niteliğinin hem bizim yaşamlarımız hem de iktisat teorisinin kendisi bakımından ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Yine de paranın deyim yerindeyse “teknik” boyutu, iktisatçıların en çok ilgilendiği konu. Bu konu da özünde, paranın iktisadi etkinlikleri etkileme gücü üzerinde yoğunlaşıyor; bu özellikle önemli, çünkü bu soruya vereceğiniz yanıt, para (hatta maliye) politikalarının nasıl tasarlanması ve uygulanması gerektiği sorununun da temelinde yer alır.

Para iktisadi etkinlikleri nasıl etkiler?
Görüldüğü gibi, paraya ilişkin bütün tartışmalar, bir biçimde kapitalizmin gelişimiyle doğrudan ilişkili. Bu da doğal, çünkü kapitalizm tarihi boyunca ticaret ve üretim hacmini artırmış; özellikle ticari evreden sanayi evresine geçtikçe üretim ve işlem hacminin artması yüzünden daha fazla paraya ihtiyaç doğmuş, bu da kâğıt paranın dolaşımını hızlandırmış, ancak bu da para arzının nasıl kontrol edileceği sorununu doğurmuştu. Ricardo’nun da çözmeye çalıştığı bu sorun sonuçta Merkez Bankası fikrini ortaya çıkarmış, böylelikle altın standardı sistemine giden yol da açılmıştı. O günden beri de paraya ilişkin sorunlar daha çok para arzının nasıl kontrol edilebileceği sorunu etrafında yoğunlaşıyor.
Yalnız burası tam olarak işlerin karıştığı yer, çünkü Merkantilistler ve Klasikler (ya da bugün Keynesciler ile Monetarist/Yeni Klasikler) arasındaki temel tartışma bu noktada düğümleniyor. Bu da meşhur paranın “yansız” (nötr) olma özelliği. Çok genel olarak paranın istihdam ve reel milli geliri etkileme gücünün olup olmadığına ilişkin bu tartışma, bugün bile bir çözüme kavuşturulmuş değil; dünya üzerinde uygulanan para politikalarının büyük çoğunluğu paranın böyle bir etkisi olmadığı varsayımına dayanıyor olsa da bu politikaların pek başarılı olmaması bir yana, çoğunlukla toplumsal sınıf ve kesimler arasındaki gelir ve servet transferlerinin bir aracı olarak kullanılma eğilimindeler. Bu da sorunun büyük ölçüde ideolojik olan yönünün de bir göstergesi.
Hesap birimi olma işlevi bir yana bırakılırsa, paranın değiş-tokuş aracı olma ve bir servet biçimi (ya da bir finansal varlık) olma özellikleri, paranın yansızlığı argümanına verilen iki farklı yanıta yol açan iki temel kabul. Para yalnızca bir değiş tokuş aracı ise doğal olarak istihdam ve gelir gibi reel değişkenleri etkileyemez. Klasik “dikotomi” (ikilik) diye de bilinen bu yaklaşımda, ekonominin parasal kesimi ile reel kesimi arasında bir ayrılık vardır; birinde olan, ötekini etkilemez. Bu görüş, daha önce değindiğimiz, paranın “kısır” olduğu, herhangi bir artık hatta değer yaratmadığı biçimindeki antik ve orta çağ düşüncelerinin de temelinde yer alan görüşün bir uzantısı. Öte yandan para eğer bir servet biçimi, hatta Keynes’in dediği gibi en “likit” servet biçimi ise, para ile öteki servet biçimleri arasında var olan ikame olanakları, ekonominin reel performansını da yakından etkileyecektir. Bu yüzden hem para politikası tartışmalarının hem de iktisadi krizlere ilişkin tartışmaların bu aynı soru, yani paranın yansızlığı sorunu etrafında dönmesi şaşırtıcı değil. Bu soru, insanlık tarihinin her döneminde, farklı biçimlerde kendini göstermiş olsa da özellikle 16. ve 17. yüzyıllardan itibaren öne çıkmaya başlayan ve günümüze kadar da önemini yitirmeyen bir sorun. Amerika’nın keşfinden sonra 16. yüzyılda, özellikle İspanyollar tarafından yağmalanan büyük miktarda altın ve gümüş Avrupa’ya girmiş, bu da hem ticaret hacminde bir canlanmaya yol açmış, hem de fiyatların genel olarak artmasına yol açmıştı. O günden bu yana, iktisatçıların hâlâ tartıştığı temel soru tam da budur: Para arzındaki artış, ne ölçüde ticaret ve üretimin canlanmasına, ne ölçüde de fiyat artışlarına yol açacaktır?
Paranın istihdam ve reel milli geliri etkileme gücünün olup olmadığına ilişkin bu tartışma, bugün bile bir çözüme kavuşturulmuş değil;
Bu soruna verilen değişik yanıtlar arasındaki en ilginçlerinden birisi, 18. yüzyılda, aslen İrlandalı bir iktisatçı olan, ancak Fransa’da yaşayan (ve rivayete göre hizmetçisi tarafından öldürülen) Richard Cantillon’un verdiği yanıt. Cantillon’a göre ülkeye yeni giren, değerli maden biçimindeki para, bu paranın kimin eline geçtiğine bağlı olarak farklı etkiler yaratabilir. Eğer yeni gelen para toprak sahiplerinin, aristokrasinin eline geçerse, bu “aylak” sınıfın varlık nedeninin tüketim ve israf olduğu düşünülürse, talep artışı yüzünden tüketim malları fiyatları artacak ve genel bir enflasyonist süreç ortaya çıkacaktır. Ancak para eğer, tüccar ve zanaatkârların (kapitalistlerin) eline geçerse, bu sefer yatırım mallarına olan talep artacak, yatırım malları fiyatları artacak, ama aynı zamanda da toplam üretim ve ticaret hacmi de artacaktır. Aslında tüketim ve yatırım malları arasındaki nisbi fiyat yapısının bozulmasına dayanan bu “Cantillon etkisinin”, daha sonraları, özellikle Friedrich von Hayek’in devrevi dalgalanmalar kuramının temeline yerleştirilmesi de ilginç. Ama Hayek, bütün liberaller gibi, eninde sonunda dengenin kurulacağını, başlangıçtaki duruma, daha yüksek bir fiyat düzeyinden tabii, dönüleceği sonucuna varmaktan da geri kalmıyor.
Dolayısıyla yansızlık sorunu, iktisadi krizlerin açıklanmasında da temel bir yer tutmaktadır, çünkü pek çok iktisadi düşünce okulu, birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, krizlerin kaynağını, para arzındaki artışlarda arama eğilimindedir. Ancak bütün bu tartışmaların temelinde çok daha derin, neredeyse “metafizik” diyebileceğimiz bir sorun da var: Paranın (ya da genel olarak para-sermaye ya da finans sermayesinin) kendi başına bir “değer” yaratıp yaratamayacağı. Bu konudaki en açık seçik yaklaşım, ticaret kapitalizminin ideolojisi olan Merkantilist düşünce tarafından verilmektedir. Bir ülkenin zenginliği, biriktirdiği (ya da savaş ve ticaret yoluyla elde ettiği) altın ve gümüş miktarına bağlıdır. Bu düşünce, 18. yüzyıl sonlarında paranın kendi başına bir değer yaratmadığını ileri süren Fizyokratik ve Klasik politik iktisat yaklaşımının ortaya çıkışına kadar genel kabul görüyordu. Fizyokratlar artık yaratma gücünün yalnızca doğaya, yani tarıma ait olduğunu düşünürken Klasikler sanayinin de artık yaratma gücü olduğunu düşünüyorlardı. Klasiklerin paranın yansızlığına ilişkin görüşü, bir anlamda Merkantilist düşünceyi yeniden canlandıran Keynes’e kadar egemen bakış açısıydı.
Keynes, Genel Teori’nin son bölümünde, kendi esin kaynaklarından birisinin Merkantilistler olduğunu söyler. 16. ve 18. yüzyıllar arasında, Avrupa’da ticaret kapitalizminin gelişmesi ile ulus-devlet sisteminin yerleşmesiyle el ele giden bir düşünce ve politikalar biçimi olan Merkantilizm, ulus-devletin güçlenebilmesi için, büyük bir nüfusa sahip olmanın yanında olabildiğince çok değerli madene, özellikle altına sahip olması gerektiğini savunmaktaydı (hem iktisadi faaliyetin canlanması hem de güçlü bir ordu ve donanmayı finanse edebilmek için). Zenginliği altın ve gümüşe dayandıran Merkantilistlere göre bir ülke, ister ticaret isterse de savaş (hatta savaş zamanlarında izin verilen korsanlık) ve sömürgeleştirme (bu dönemin simgesi olan Akdeniz ticaretine yönelik İngiliz Levant Company ile sonraki, doğu ticaretini tekeline alacak olan, 1874’de lağvedilene kadar “devlet içinde devlet” hâline gelen, hatta kendi ordusu ve donanması bulunan East India Company’nin başlıca uğraş alanı) yoluyla değerli maden biriktirmelidir. Bu konuda Keynes’in anlattığına göre, aslında bir korsan olan Francis Drake’ın 1580’de İspanyol donanmasından çaldığı hazinenin İngiltere’nin sonraki gelişiminde önemli bir rol oynamış olduğu:
Drake, elde ettiği ganimeti Golden Hind gemisiyle İngiltere’ye getirdi. Kraliçe Elizabeth, bu yolculuğu finanse eden grubun en büyük pay sahiplerindendi. Kendi payına düşen miktarla, İngiltere’nin bütün dış borcunu ödeyip bütçeyi denkleştirdikten sonra elinde 40.000 Pound gibi bir para kaldı. Bu parayla, Levant Company kuruldu ve büyüdü. Levant Company’nin kârları ile, East India Company kuruldu; bu şirketin kârları da İngiltere’nin sonraki yabancı yatırımlarının temelini oluşturdu. Şimdi, 40.000 Poundun yüzde 3¼ bileşik faizle ulaştığı değer aşağı yukarı, İngiltere’nin değişik zamanlardaki yabancı yatırımlarının değerine eşit. Dolayısıyla, Drake’in 1580’de eve getirdiği her 1 Pound, bugün 100.000 Pounda ulaştı. İşte bu da bileşik faizin gücü![15]

Keynes, tipik bir İngiliz beyefendisi olarak bu yağmayı “yatırım” diye görmekte ve meseleyi “bileşik faiz” sorununa indirgemekteyse de Merkantilizmde barışçıl ticaret ile savaş arasındaki çizgi hep belli belirsiz olmuştur. Temel hedef değerli maden biriktirmek olduğundan, kullanılacak yöntem o kadar da önemli değildi. Ancak 18. yüzyıl sonlarında artık sermaye birikiminin iyiden iyiye ilerlediği ve sanayi devrimini yapmaya hazır hâle gelen İngiltere’de Merkantilist görüş giderek daha fazla eleştirilmeye başlanmış ve zenginliğin kaynağının sahip olunan değerli maden olmayıp emek ve genel olarak üretim olduğu görüşleri Klasik diye bilinen yazarlarca daha çok vurgulanır olmuştur. Ünlü düşünür David Hume (ki Adam Smih’in yakın arkadaşıdır), “miktar teorisi” düşüncesi ile, para olarak kullanılan altın ve gümüşün arzının artmasının herhangi bir fazla değer (ya da günümüz jargonuyla katma değer) yaratmayacağını, yalnızca fiyatları artıracağını ileri sürmüştü. Paranın yansızlığı tartışması da o günden itibaren iktisadi düşünce tarihi içerisindeki “seçkin” yerini aldı.
Merkantilistlere dönersek, Keynes’e göre sorun değerli maden birikiminin ötesinde, para ile istihdam ve gelir arasındaki ilişkinin ilk kez fark edilmesiydi. Keynes, Genel Teori’nin 23. Bölümünde, Merkantilist düşüncenin iktisadi düşünceye katkılarını şöyle özetliyor: İlk olarak Merkantilist düşünce, faizin para talebi ile para arzına bağlı olduğunun farkındaydı; bu yüzden de aşırı yüksek faizin, zenginliğin önünde büyük bir engel olduğunu düşünüyorlardı. Başka deyişle, para arzı artışının faiz düşüşü yaratması, zenginliğin artırılması için gerekliydi. İkinci olarak, enflasyon konusunda, aşırı ucuzluk ve rekabetin, ülke için iyi olmayabileceğini, çünkü ticaret hadlerinin ülke aleyhine çevrilmesine yol açacağı için değerli maden girişini azaltacağını düşünüyorlardı. Para arzı artışı, ticaret hacminin de artışı anlamına gelecekti. Üçüncü olarak da işsizliğin nedeninin daha çok para kıtlığı olduğunu da farkındaydılar. Dış ticaret hem içerideki mal fazlasını eritecek hem de para arzını artıracak, bu da faiz düşüşü yoluyla istihdam ve geliri artıracaktı.
Keynes’in düşünce tarihini biraz da istediği gibi büküp yorumlama çabasına rağmen, Merkantilistlerin Keynes’in kendi “likidite tercih” teorisinin gelişiminde bir esin kaynağı oldukları kuşkusuzdur. Ayrıca, Merkantilist düşünce, özellikle kapitalizmin gelişerek sanayi devriminin koşullarını yaratması bakımından gerçekten de önemli bir rol oynamıştı.
Keynes’in kendi para talep (ya da kendi deyimiyle likidite tercih) teorisini, Genel Teori’nin bir parçası olarak geliştirdiğinde, tartışma yeni bir boyut kazandı. Keynes, Klasiklerden farklı olarak, paranın yansız olmadığını, çünkü paranın yalnızca bir değiş-tokuş aracı olmayıp aynı zamanda bir servet biçimi, yani bir finansal varlık olduğunu ileri sürmekte, bu yüzden de paraya olan talebin alternatif finansal varlıkların getirileriyle ters yönlü ilişkili olduğunu söylemekteydi. Keynes’e göre para, en likit servet biçimi, yani herhangi bir ek maliyet gerektirmeden istenen başka bir servet biçimine ya da tüketim malına dönüştürülebilen bir varlıktır. Bu yüzden de para talebi, aslında likiditeye olan taleptir. Keynes, servetin iki alternatif biçimde, yani likit olan para ve faiz getirisi sağlayan tahvil biçiminde, tutulabileceğini bir basitleştirici varsayım olarak benimsemişti. Bu yüzden de para tutmanın alternatif maliyeti, faiz gelirinden yoksun kalmaktır. Bu da yatırımın temel belirleyicisi olarak faiz oranının para piyasası ile mal piyasası arasındaki temel bağlantı değişkeni olmasına yol açarak, merkez bankalarına para politikası yoluyla istihdam ve faizi belirleme olanağı verecektir. Klasikler, paranın yalnızca değiş-tokuş amacıyla talep edileceğini, bu yüzden para talebinin gelire bağlı olacağını düşündüklerinden, para arzındaki artışın, tam istihdam varsayımı altında, herhangi bir üretim artışı yaratmayıp yalnızca fiyat artışı yaratacağını öngören miktar teorisinin geçerli olduğunu, yani paranın nötr olduğunu ve para ve mal piyasaları arasında herhangi bir ilişki olmadığını savunurlarken Keynes, bu Klasik “dikotomiyi” reddediyordu. Keynes’in ardından günümüze kadar farklı biçimlerde süren bu tartışma, özellikle 2008 krizinin ardından Amerikan Federal Reserve’in (ve şimdilerde Avrupa Merkez Bankasının) benimsediği tahvil alım politikası (quantitative easing) bağlamında varlığını sürdürüyor. Keynes’in yeminli düşmanı Milton Friedman’ın da bir zamanlar dediği gibi, krizden beri “artık hepimiz Keynesciyiz”. Ama kriz bitince yeniden Keynes’i unutabiliriz, çünkü sonuçta, Keynes’in teorisi Neoliberalizme pek uygun değil.

Klasik bakış: Ricardo ve altın standardı
Sanayi devrimi döneminde gerçekten de devasa bir üretim artışı ile buna karşılık gelen bir ticari işlem hacmi gelişiyordu; bu da bir para kıtlığını ortaya çıkarıyordu, öyle ki, kanal jetonları hatta demir çiviler para olarak kullanılıyordu. Bu kıtlığı aşmak için para arzının artırılması gerekiyor idiyse de bu artışın yaratacağı enflasyon gibi sorunların nasıl engelleneceği de önemli bir tartışma konu haline geliyordu. 1820’lerdeki ünlü “Bankacılık Ekolü” (Banking School) ile “Nakit Ekolü” (Currency School) tartışması da para arzına ilişkin düzenleme sorununa yönelikti.[16] Bu tartışma, 19. yüzyılın ikinci yarısında daha hızlanmış olsa da 1819’da çıkarılan yasayla İngiliz Merkez Bankasının çıkardığı banknotların altına konvertibilitesini (dönüştürülebilir olmasını) kabul etmesinin ardından başlamıştı. Bankacılık Ekolü, bankalar tarafından çıkarılacak banknotların değerinin yabancı dövizler (altın cinsinden) değil, ticaretin gerekleri tarafından düzenlenmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Bu görüşe göre, bankalar arasındaki rekabet yoluyla, banknot arzının miktarı otomatik olarak düzenlenebilecek, herhangi bir müdahaleye gerek kalmayacaktı. Sistemdeki bankalar, kendi kâr maksimizasyon kararları yoluyla, para arzını kısıtlayarak (ya da gereğinde artırarak) dolaşımdaki paranın aşırı biçimde artmasını (azalmasını) engelleyeceklerdir. Bir anlamda, Bretton Woods’un çöktüğü 1970’lerde, bugünlerde de 2008 krizinin ardından yine hararetlenen “içsel para” (endojen para) tartışmaları bakımından da önemli olan bir tartışmaydı bu. Para arzının banka sistemi tarafından düzenlendiği, bu yüzden de sisteme içsel olduğu düşüncesinin ilk biçimi olan Bankacılık Ekolü, herhangi bir Merkez Bankası gerekmeden, otomatik olarak para arzının belirleneceğini öngörüyordu.
Buna karşılık, Ricardo’nun da taraftar olduğu Nakit Ekolü, rekabetçi banknot emisyonunun para arzını sonsuz düzeye taşıyacağından paranın değerini sıfıra indireceğini, bu yüzden de yasaklanarak banknot basma yetkisinin Merkez Bankasına (Bank of England) verilmesini, Bankanın da her banknotun altın içeriğini garanti etmesi (konvertibiliteyi) gerektiğini ileri sürüyordu. Böyle bir sistem, para arzının Merkez Bankası tarafından kontrol edilmesini ve spekülasyonların önlenerek ekonomik istikrarın kendiliğinden sağlanabileceğini ileri sürüyordu.
Görüldüğü gibi, Nakit Ekolü, her ikisi de David Hume tarafından geliştirilen, iki önemli teorik temele dayanıyordu. Bunlardan birisi, paranın bir değiş tokuş aracı olduğundan yansız olduğu biçimindeki dikotomi anlayışıdır. Hume’un miktar teorisi, para arzındaki artışın, paranın dolaşım hızı ve üretim miktarı sabitken (zaten Say Yasası gereği üretim her zaman tam istihdamda olduğundan daha fazla artırılamaz) yalnızca fiyatlar genel düzeyini artıracağını ileri sürer. İkinci teori, Hume’un ünlü “otomatik denkleştirme mekanizması” (specie-flow mechanism) da altın standardını benimseyen ülkeler arasındaki ödemeler dengesi açıklarının kendiliğinden, ülkeler arasındaki ticaret yoluyla ortadan kalkacağını, böylece her zaman uluslararası düzeyde de denge ve istikrar olacağını öngörüyordu. Buradaki mekanizmaya şöyle işliyor: Ülke paraları arasındaki kurların sabit olmasına (her ülkenin parasının altın içeriği sabit olduğundan) dayanan bu sistemde, bir ülke dış ticarette fazla verdiğinde içeriye altın girişi olacak, bu da miktar teorisi gereğince fiyatları artıracak, bu da ülkenin ihraç mallarını daha pahalı hâle getirirken ithal mallarını ucuzlatacak, bu yüzden de ticaret dengesi fazlalığı ortadan kalkacaktı. Dış ticaret açığı durumunda da ülkeden altın çıkışı olacağından iç fiyatlar düşecek ve ülkenin rekabet gücü ve ihracat artacak, bu da ülkeye altın girişini sağlayarak açığı ortadan kaldıracaktır. Böyle bir argüman, Ricardo’nun Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi ile desteklendiğinde, sisteme dâhil olan bütün ülkeler denge ve istikrar içerisinde, her birisine kazanç sağlayan bir dış ticaret yapısını da koruyacaklardır. Dolayısıyla, böyle bir sistem, Avrupa çapında da ekonomik istikrarı ve sermaye birikimini sağlayacaktır.

Anlaşılacağı üzere, Ricardo’nun da taraftarı olduğu Nakit Okulu bu tartışmadan galip çıkacak, bu da 1844’de kabul edilen “Peel’in Bankacılık Yasası”na götüren yolu, yani Altın Standardı sisteminin yolunu açacaktı. Bu sistem İngiltere’de, 1. Dünya Savaşı sırasında askıya alındığı kısa bir dönem dışında, Altın Standardı sisteminin terkedildiği 1931 yılına kadar sürdürülecekti. Karl Polanyi, bu yasanın kapitalizmin kurumlaşması bakımından son derece önemli olduğunu ileri sürüyor. Öteki iki yasa, yani 1834’deki Yoksulluk Yasası Reformu ve 1846’da Tahıl Yasasının lağvedilmesi ile birlikte 1844 Bankacılık Yasası, kapitalizmin üç temelini oluşturmaktadır:
1846’da hububat yasasına karşı çıkarılan tasarı 1844 Peel Banka yasasının bir bölümüydü; ikisi de 1834 Yoksullar Yasası değişikliğinden beri açlık tehdidi altında gücünün sonuna kadar çalışmak durumunda kalan bir işçi sınıfının varlığına, dolayısıyla ücretlerin tahıl fiyatlarınca belirlenmesine bağlıydı.[17]
Altın Standardı sisteminin, kendinden beklenen bir biçimde, en azından Dünya Savaşına kadar, finansal ve ekonomik istikrarın sağlanması bakımından önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Yine de, Polanyi’nin vurguladığı gibi, sistemin temel kurumsal gerilimi, döviz kurları üzerindeki baskılarda aranmalıdır. Merkez bankalarının para arzını kontrol etmekte zorlanması, özellikle ekonomik istikrarsızlık dönemlerinde sabit kur sisteminin sürdürülmesindeki ısrar, sistemin istikrarını tehlikeye sokmuştu. Örneğin İngiltere savaş sonrasında Altın Standardına geri dönerken, Keynes’in karşı çıkmasına rağmen, 19. yüzyıldaki sabit kurdan dönmüş, bu da ekonomik istikrarsızlığı daha da artırmış, sistemin krize girmesine yol açmıştır. Bu yüzden de 1931 yılında terk edilmişti; ancak geç kalınmış bir karardı bu. Avrupa’da zaten var olan kriz ile ABD’de 1929’da patlak veren kriz Altın Standardının sonunu getirmişti. Ancak bu gerçeklik, pek çok düşünür ve politikacı tarafından kabul edilmemişti, çünkü Polanyi’ye göre, Altın Standardı sistemine inanç, bir “iman” sorunu hâline gelmişti:[18]
Altın standardına duyulan inanç çağın imanını oluşturuyordu. Bazılarında saf, bazılarında eleştirel, bazılarında ise şeytani bir itikattı bu, ruhu yadsıyıp teni kabullenen bir itikat. İnanç ise her zaman aynıydı: Kâğıt para, altın karşılığı olduğu için değerlidir. Altının değerini, sosyalistler içerdiği emek miktarıyla, ortodoks teori ise yararlı ve kıt oluşuyla açıklıyordu, ama burada bu farkların önemi yoktu. Para konusu, cennetle cehennem arasındaki savaşın dışında kalıyor ve Ricardo’yla Marx’ın birleştiği noktada ondokuzuncu yüzyıl kuşku tanımıyordu. Biscmarck ve Lasalle, John Stuart Mill ve Henry George, Philip Snowden ve Calvin Coolidge, Mises ve Troçki, hepsi aynı inancı paylaşıyorlardı. Karl Marx, Proudhon’un ütopik yaklaşımında paranın yerini alacak olan emek-para fikrinin bir yanılgı olduğunu göstermek için kendini az sıkıntıya sokmadı; Das Kapital, Ricardo’daki gibi bir meta para teorisi içeriyordu. Rusya’da Bolşevik Sokolnikoff, ülke parasının değerini altına bağlı olarak düzenleyen ilk savaş sonrası devlet adamı olarak ortaya çıktı; Almanya’da sosyal demokrat Hilferding, sağlam para ilkelerine bağlılığı yüzünden partisini tehlikeye attı; Avusturya’da sosyal demokrat Otto Bauer, büyük hasmı Seipel’in kronun değerini yeniden tesbit etme çabalarını yönlendiren ilkeleri savundu; İngiliz sosyalisti Philip Snowden, sterlinin İşçi Partisi’nin elinde güvencede olamayacağını inandığı için Partiye sırt çevirdi; Duce, liretin altın değerini ‘90’ olarak taşa kazıtıp bu değeri korumak için öleceğine ant içti. Bu konuda Hoover’la Lenin’in, Churchill’le Mussoli’nin söyledikleri arasında bir fark bulmak çok zor. Gerçekten de, altın standardının uluslararası ekonomik sistemin işleyişi için gerekli olduğu fikri, bütün ülkelerin ve sınıfların, dini mezhepler ve sosyal felsefelerin tek uzlaşma noktasını oluşturuyordu. İnsanlık dağılıp giden varlığını toparlamaya giriştiğinde, yaşam arzusunun dört elle sarıldığı görünmez gerçeklik bu oldu.[19]

Altın standardı sisteminin çözülmesi, gerçekten de yalnızca kapitalizmin krize girmesi bakımından değil, en sonunda faşizme kadar giden zincirleme tepkimeler dizisi içinde kritik bir yer tutması bakımından da önemlidir. Polanyi’nin iddiasına göre, kapitalizmin kuruluşundan bu yana varlığını sürdüren “ikili hareket”, yani piyasanın kendi alanını genişleterek yaşamın her alanını içerme, metalaştırma sürecine karşı toplumun farklı sınıf ve kesimlerinin bu genişlemeye direnerek sosyal varlıklar, “politik hayvanlar” olduklarını ortaya koymaları, bir korumacı “karşı devinim” içine girmeleri,[20] para sistemi üzerinde de etkiliydi; paranın tümüyle piyasa insafına bırakılmayıp korunma altına alınması, altın standardı sisteminin de çözülüşünün nedenlerinden birisidir. Altın uluslararası ticaretin gerçekleşmesi bakımından kritik olduğundan, sistemde döviz kurları üzerindeki baskılar, içeride fiyatların değişmesini gerektirecektir; ancak bu durum, içeride yatırımlar için gerekli olan kredi sistemini de etkileyecektir. Döviz kurları üzerindeki baskılardan kaynaklanan fiyat değişmeleri ve kredilerdeki dalgalanmalar, içerideki firmalar için tehditler yaratacaktı. Bu durumda içerideki iş aleminin, istikrar sağlanması için bir biçimde korunması gerekecekti.[21] Bu korumayı sağlayacak kurum da Merkez Bankası olmalıydı. Merkez Bankası, yurtiçi para arzını kontrol ederek, döviz kurlarındaki gerçekleşecek değişmeler sonucunda ortaya çıkan fiyat dalgalanmalarının üretken etkinlik üzerinde yıkıcı etki göstermesini engellemek zorundaydı. Merkez Bankaları, başlangıçta hâkim sınıfların, altın standardının korunması ve istikrarın sağlanması için destekledikleri bir kurumdu, ancak fiyat dalgalanmaları belirli sınırlar içinde tutulamadığı zaman, küçük işletmeler için yıkıcı etkilere sahip olacak, ancak Merkez Bankasının fiyat istikrarını sağlamak için girişeceği müdahaleler, altın standardının işleyişine doğrudan müdahaleler biçimini alacaktı.[22] Bu durumda da, Merkez Bankası politik bir mesele hâlini aldı; 1920’ler 1930’larda, “para birimi, ulusal politikanın merkezi bir sorununa dönüştü”.[23] Fiyat dalgalanmaları insanların gelirini doğrudan etkilediği halde altın standardı ülkenin kontrolü dışındaydı; bu yüzden içeride milliyetçilik ve koruma istemlerinde bir artış kendini göstermişti. Altın standardının işleyişi uluslararası iş birliğine bağlı olduğu hâlde üye ülkelerdeki politik istemler, bu iş birliğini engelliyor ve sistemi bütün olarak tehlikeye atıyordu. Bu yüzden Polanyi, “politik olarak, ulusun kimliğini belirleyen hükümetti; politik olarak da Merkez Bankası”[24] diyordu.
Ülke içindeki korumacı eğilimler ile ülkeler arasındaki iş birliği zorunluluğu, altın standardı sisteminin altını oyan bir eğilimi ortaya çıkardı; sonuçta Wall Street’teki çöküşün ardından önce 1931’de İngiltere ardından da ABD altın standardını terk etmişlerdi; daha sonra Almanya, İtalya ve Japonya “statükoya başkaldırdılar ve barışın çözülen kurumlarını sabote ettiler. Aynı zamanda dünya ekonomisinin yürürlükteki örgütlenmesi de işlemeyi reddediyordu”. Altın standardı, en azından geçici olarak, İngiltere ve ABD tarafından yeniden uygulamaya kondu; dış borçlar kabul edilmemeye başlandı, sermaye piyasaları ve dünya ticareti küçülüyordu. Kısaca, “gezegenin politik ve ekonomik sistemi birlikte çözüldü”.[25]
Bu ders, aslında Bretton Woods’un çöküşü için de geçerliydi. Altın Standardının sorunlarının bilinmesine rağmen, sisteme olan “iman”ın da etkisiyle, bir tür “reforme edilmiş” Altın Standardı diyebileceğimiz bir sistemin, yani Bretton Woods sisteminin 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulması, geçmişten ders alınmadığının da göstergesi bir bakıma. ABD’nin savaş sonrasında hem ekonomik hem de politik lider olarak ortaya çıkması, Bretton Woods’un Amerikan çıkarlarına göre biçimlenmek zorunda olacağı anlamına gelse de, Keynesci unsurları da barındırdığı için yeni bir dönemin, Refah Devleti döneminin, dünya çapında uygulanan bir sistem olmasına da olanak vermişti. Sanayileşmiş Batı’daki Keynesçi talep yönetim politikalarına dayanan “refah devleti” uygulamaları ve nihayet savaşın ardından uygulamaya geçen Bretton Woods ile birlikte yeni bir kurumsal dünya sistemi ortaya çıkmıştı. Kimi zaman, montaj hattı teknolojisini kapitalizme getiren Henry Ford’dan mülhem “Fordist” birikim rejimi de denen refah devletinde, Keynesçi talep yönetim politikalarıyla sürdürülen tam istihdam ve kapsamlı sosyal güvenlik şemsiyesine dayanan bir “sosyal sözleşme” (Kapstein, 1996: 16-17) söz konusu idi. Devlet, iş alemi ve işçi sendikaları arasındaki bu “sosyal sözleşme”, toplumsal sınıf ya da kesimler arasındaki gerilimin ve sisteme olan muhalefetin daha “barışçıl” yöntemlerle ya da “rüşvetlerle” önlenebildiği bir “iktisadi” çözümdü.
Sistemin işleyebilmesi, içeride devletin kendi ekonomi politikalarını uygulama gücüne sahip olmasını, ülkeler arasında da yakın iş birliğini (tabii ABD’nin “gözetiminde”) gerektiriyordu. Ülkeler arasındaki sermaye hareketlerinin kısıtlanması hem sabit kurun hem de ekonomik istikrarın korunması bakımından gerekliydi.
Altın Standardının sorunlarının bilinmesine rağmen, sisteme olan “iman”ın da etkisiyle, bir tür “reforme edilmiş” Altın Standardı diyebileceğimiz bir sistemin, yani Bretton Woods sisteminin 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulması, geçmişten ders alınmadığının da göstergesi bir bakıma.
Bretton Woods sistemi,[26] tıpkı Altın Standardı gibi, bir meta-para sistemidir, yalnızca sistemde, bütün ülke paraları A.B.D. dolarına, doların kendisi de altına bağlanmıştır. Bunun anlamı, doların tam konvertibiliteye sahip olması, yani Federal Reserve’ın doların altın içeriğini garanti etmesiydi; [27] bu durumda üye ülkeler ellerindeki dolarları istedikleri an altına çevirebileceklerdi. Ancak pratikte buna gerek yoktu, çünkü doların altın içeriği garanti altında olduğu ve üye ülke paralarının dolar cinsinden değeri sabit olduğu için, her paranın dolaylı olarak altın karşılığı garantilenmişti. Bu sabit kura dayanan sistem, altın standardının 19. yüzyılda oynadığı istikrar kazandırıcı rolü sürdürebilirdi. Tabii bunu sağlayabilmek için, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve özellikle savaşın yıkımını tedavi etmek için kurulan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası ya da kısaca Dünya Bankası gözetim ve yardım görevini yüklenecekti.
Ne var ki, tıpkı Altın Standardı sistemi gibi Bretton Woods da, 1960’ların sonunda sermaye birikim olanakları daraldığında çökecekti. Bunun en önemli nedenlerinden birisinin, ABD’nin elindeki devasa gücü “sorumsuzca” kullanarak dolar basması olduğu söylenir. Doların altın karşılığı değişmediği sürece, ABD’nin kendi harcamalarını, özellikle askeri harcamalarını (Vietnam savaşı ekonomi üzerinde gerçek bir yük haline gelmişti 1960’larda) finanse edebilmek için sürekli dolar basmasının bir sakıncası yoktu; tam tersine bu A.B.D. için, “beleşe yolculuk” demekti, çünkü A.B.D. “senyoraj” geliri de elde ediyordu. [28] Ancak bu durum, dünya üzerindeki dolar arzının da artması demektir. A.B.D. dışında açılan dolar hesaplarına (ki Bretton Woods bunu yasaklıyordu) verilen adla “Eurodolar” hacmindeki şişme ve bunun sonucundaki enflasyon, Avrupa ülkelerini ellerindeki dolarları altınla değiştirmeye zorlayacaktı. Bu baskı sonucunda Başkan Nixon, 1971’de altın “penceresini” kapattı, yani doların altınla konvertibilitesini kaldırdı. Bu da Bretton Woods’un ve Refah Devletinin sonunu simgeliyordu.[29]
Bu dönemde de aslında Polanyi’nin altın standardı hakkında anlattıklarına benzer gelişmeler yaşandı. Sistemin işleyişi için uluslararası anlaşmalara uymak ve iş birliğine açık olmak gerekir. Bu ise ülkelerin sistemin kurallarına, kurumlarına, uzlaşımlarına ve eğer varsa sistemi oluşturan uluslararası anlaşmalara uygun davranmaları anlamına gelir. Ancak bu koşul, ülkelerin iç ve dış ekonomik hedefleri arasında ortaya çıkan çelişkiler nedeniyle çoğu kez mümkün olmaz. İç ve dış ekonomik hedefler birbirleriyle çeliştiğinde genellikle gözden çıkarılan dış dengeler olur.
1950’li yıllarda gelişmiş ülkeler arasındaki iş birliği aynı zamanda sistemin temel zaafını da ortaya çıkardı (“Triffin İkilemi”): 1961 yılında ABD’nin dolar yükümlülükleri altın stokunun üzerine çıktı. Kronik ödemeler dengesi açıkları ABD’nin istendiğinde resmi pariteden altın satma taahhüdü üzerindeki belirsizliği artırarak spekülatif hareketlerin başlamasına neden oldu.
Sistemin güvenilirliği, ABD’nin, istendiği zaman diğer ülkelerin sahip oldukları dolar rezervleri karşılığında belirlenen pariteden altın verme taahhüdüne, bu taahhüdün yerine getirilmesi de fiyat istikrarının korunmasına bağlıydı. Bretton Woods sisteminde ABD, uluslararası piyasalara ihtiyaç duydukları rezervleri ödemeler dengesi açıkları vererek sağladı. ABD, uluslararası sisteme sağladığı dolar miktarını, faiz oranlarını kullanarak etkileyebiliyordu. Likidite talebi ABD’nin istediği düzeyi aşarsa faiz oranlarını yükselterek doların maliyetini yükseltebiliyor, ya da faizleri düşürerek bu talebin önünü açabiliyordu. ABD’nin küresel piyasalardaki bu rolü büyüdükçe doların uluslararası rezerv para konumu da giderek pekişti.
Ülkelerin ellerinde biriken dolarlar arttıkça ABD’nin yükümlülükleri de arttı. Bu yükümlülüklerin miktarı ABD’nin altın rezervlerini aşmadıkça bir sorun yoktu ancak bu sınır kısa sürede aşıldı. Ülkeler ellerindeki dolarları altınla değiştirmek istemedikleri sürece bir sorun yoktu ama bu olasılık sistemin sürdürülebilirliği üzerindeki endişeleri arttırdı. Eğer ülkeler birlikte ve ani olarak dolarları altınla değiştirmek isterlerse, bu durum doların devalüasyonuna ve uluslararası para sisteminin çöküşüne yol açabilirdi. Bu risklere rağmen ABD Merkez Bankası, parasal politikaları ekonomik büyüme ve tam istihdam gibi iç ekonomik hedeflere yönlendirerek bu politikaların uluslararası etkilerini pek dikkate almadı. Bu durum, Merkez Bankasının enflasyonist politikalar uygulamasını kolaylaştırdı.
Sistemdeki iş birliği, tarafların sistemin verdiği rolleri yerine getirmelerine bağlıydı. Bu ise ancak, ödemeler dengesi açığı veren ülkelerin fazla, ödemeler dengesi fazlasına sahip ülkelerin de açık vererek dış dengesizlikleri gidermeleriyle sağlanabilirdi. Ancak, ihracatları ya da ekonomik büyümeleri aksar endişesiyle cari işlemler fazlası veren ülkeler, ekonomik olarak gerekli olsa da paralarının dolar karşısındaki değerini yükseltmekten kaçınıyorlardı. Sistemdeki bu yapısal asimetrinin sürdürülebilmesi de tarafların iç ve dış ekonomik amaçlarının tutarlı olması koşuluna bağlıydı ve simetri kaybolduğunda sistem de çöktü.[30]

Paranın işlevlerine dönecek olursak hem altın standardı hem de Bretton Woods Sistemi, paranın yalnızca bir değiş tokuş aracı olma özelliğine ağırlık vermekte, paranın finansal bir varlık olmasını büyük ölçüde göz ardı etmekteydi. Merkez Bankaları da özellikle 1970’lerde kendini gösteren enflasyon sorunu karşısında, Milton Friedman’ın (“enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir sorundur”) öncülüğündeki Monetarist politikaların benimsenmesi, bu görüşün egemen konumuna bağlanabilir. 1960’lar ve 70’ler iktisatta ünlü Monetarist-Keynesci kavgasına tanıklık etmekteydi; temel sorun da Merkez Bankasının rolüne ilişkin tartışmalardı. Monetaristler Merkez Bankasının yalnızca fiyat istikrarına yönelik olarak para arzını kontrol etmesi gerektiğini savunurlarken Keynesciler aynı zamanda para politikasının istihdam ve gelir yaratma rolüne ağırlık veriyorlardı. Bir kez daha, paranın yansızlığı ve Klasik dikotomi, temel tartışma konusu olarak kendini gösteriyordu. Bugün de hâlâ aynı tartışma, ne yazık ki yine Monetarizmin değişik varyasyonları tarafından domine ediliyor ve Merkez Bankalarının temel görevinin fiyat istikrarını (bugünlerde eklenen “finansal sistemin istikrarıyla” birlikte) sağlamak olduğu genel kabul görüyor. Aslında bu durum, artık var olmayan, arkaik bir kurumsal yapının yeniden kendini gösterme biçimi; meta-para sistemleri ortadan kalktığı halde, Ricardo’dan bu yana hâlâ aynı tartışmaların yapılıyor olması, makroiktisat disiplini için de bir şanssızlık. Muhtemelen bunun nedeni, Keynes’in neredeyse 90 yıl önce vurguladığı, paranın servet unsuru olduğu ve kaydi para ile kredinin önemi görüşünün yeterince kavranmaması; hala Klasik yansızlık ve dikotomi görüşlerinin, dolayısıyla miktar teorisinin geçerliliği konusunda ısrar edilmesi, bütünüyle ideolojik bir tercih. Bugün bile Klasik, Monetarist, Yeni Klasik, Avusturya iktisadı, hatta, tuhaf biçimde, kimi Marksist kriz açıklamalarının temelindeki bakışın da Keynes’in vurguladığı kaydi paranın finansal sistem içinde oynadığı rolün göz ardı edildiği aynı çerçeveyi benimsediklerini görmek aslında rahatsız edici. Bu yaklaşımlara göre krizin nedeni daha çok merkez bankalarının “sorumsuz” davranışları, para arzının altın miktarıyla olan ilişkisinin dikkate alınmaması ve arzının sınırsızca artırılmasıdır. Bu tür bakış açılarının Klasik dikotomiye ve gerisindeki altın standardı sistemine olan “imana” dayandığını söylemek yanlış görünmüyor.
Bu “iman” kimi zaman tuhaf sonuçlara da yol açmıyor değil. Örneğin 2008 krizine yönelik “Marksist” kriz açıklamalarından birisi, bir değer yaratan reel sermaye yerine herhangi bir değer yaratmayan “hayali” sermayenin, yani finans sermayesinin devasa boyutlarda gelişmesinin ve “türev” ürünlerin çeşitliğinin artmasının, spekülasyon ve istikrarsızlık eğilimini artırdığını, bunun da eninde sonunda krize yol açacağı. Bu bakış açısına göre, para ya da finans sermayesi, bir katma (artık) değer yaratmaz (yani aslında para ya da para benzeri finansal varlıklar tümüyle yansızdır); yalnızca yaratılan değerin bölüşümünü değiştirir. Bu yüzden de finansal sermayenin ağırlığının artması, istikrarsızlığı ve kriz olasılığını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Bir kez daha Klasik dikotomi anlayışının kendisini göstermesi biçiminde görebileceğimiz bu açıklama biçimi, paranın servet biçimi olma özelliği ile kredi mekanizmasının istikrarsızlık yaratma kapasitesinin öneminin göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Marx’ın kendi yaklaşımının, özellikle kriz teorilerinin de “reel” nitelikte olduğu, yani paranın bir değiş tokuş aracı olduğundan yansız olduğu görüşünü benimsediği söylenebilir genel olarak. Ancak Marx’ın paranın, özellikle kredi mekanizmasının yarattığı sorunların farkında olmadığını söylemek haksızlık olacaktır.
Marx’da kredi sisteminin rolü[31]
Marx, Kapital’in 3. Cildinde, “para ticaretiyle uğraşan sermaye” üzerine yazdığı bölümünde bu sermaye türünün de sermaye arasındaki bir iş bölümünden doğduğunu belirtir. Sanayi sermayesi ve ticaret sermayesinin yanı sıra para ticaretiyle uğraşan sermaye de kapitalist sistemin temel özelliklerinden biridir. Bu sermaye, öncelikle ödemeler ve satın almalar için bir rezerv fonu olarak görev yapar. Ayrıca bu yönüyle kapitalist sınıfın birbirine olan ödemelerinin hesaplarının kapatıldığı basit bir kasiyer görevini üstlenir.[32] Para sermayesi, esas olarak kapitalistlere üretimi başlatmak için kredi biçiminde avans açabilir. Bu anlamda krediler, gelecekte üretilebilecek değer için bugün verilen bir avans olması nedeniyle bu değişimin bir değer karşılığı verilmeden yapılabilmesini sağlar. Bu yönüyle kredi satın alma ve satma hareketlerinin uzun bir süre birbirinden ayrılmasına yol açar.[33] Bu sayede de diğer bütün değişim biçimlerinden ayrılır. Bu da üretici güçlerin gelişmesini sağlayacaktır.
Marx’a göre kredi sisteminin yeniden üretim süreci bakımından önemli olan dört temel özelliği bulunur: Öncelikle, kâr oranlarının eşitlenmesini kredi sistemi sağlar. İkinci olarak, dolaşım maliyetlerini düşürerek, metaların dolaşımını ve dolayısıyla sermaye birikim sürecini hızlandırır. Marx’a göre dolaşım maliyetleri içinde en büyük pay, paranın maliyetidir. Ancak kredi sistemi bu maliyetleri, (1) birçok işlemde para kullanılmamasını sağlayarak, (2) ödeme aracının dolaşım hızını artırarak ve (3) altını para ile ikame ederek, düşürmeyi başarır.[34] Üçüncü olarak, kredi, genel olarak dolaşımı hızlandırarak, sermayenin meta başkalaşım hızını artırmasıdır; bu sayede “yeniden üretim sürecinin genel olarak hızlanmasına” yol açar.[35] Marx’ın son olarak bahsettiği özellik ise kredi sisteminin anonim şirketlerin doğmasına yol açmasıdır. Anonim şirketlerin doğuşu, sermayenin daha önce hiç görülmemiş bir biçimde yoğunlaşmasını sağladığından üretim ölçeğini inanılmaz boyutlara taşımıştır. Bu şirketler, ayrıca kapitalist sınıfın kendisini de dönüştürmüşlerdir. Kapitalist yönetici başka insanlara ait sermayeyi yöneten maaşlı bir profesyonel yönetici olarak ortaya çıkmış, sermaye sahipleri ise üretim ile bütün ilişkileri koparak sadece mülk sahibi konumuna indirgenmiştir. Bu gelişmenin sonucunda “yeni bir finansal aristokrasi” doğmuş, “şirket kurucusu,” “yöneticisi” gibi “yeni bir tür parazit” de ortaya çıkmıştır.[36] Her ne kadar bu durum birçok dolandırıcılık ve üçkağıtçılığı beraberinde getirmişse de Marx’a göre bu durum kapitalist üretim biçiminin yine kapitalist üretim biçimi içinde yok olması demektir. Bu yeni durumda, özel üretim sistemi özel mülkiyet tarafından kontrol edilemez bir hâle dönüşmüştür.[37]
Kredi sistemin diğer bir özelliği bir kapitalistin sermaye ve mülkiyetinin başka kapitalistlerin –belirli sınırlar içinde– idaresine geçmesini sağlamasıdır.[38]Bu da kapitalistlerin kendisinin olmayan toplumsal sermayeyi de yönetebilmelerine olanak verir. Bu sayede, “başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekârlık sistemi hâlini alıncaya kadar geliştirmek ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak” mümkün olmuştur.[39] Dolayısıyla kredi sistemi ve faiz getiren sermaye bir parazit ve tortu değil, spekülasyon, hatta dolandırıcılık içerse de kapitalizmin yaşaması için üretim sürecini en uç boyutlarına kadar geliştiren bir araç niteliğindedir. Bu süreç hem sermayenin yoğunlaşması hem de kullanılması bakımından gereklidir.
Kredi sistemin diğer bir özelliği bir kapitalistin sermaye ve mülkiyetinin başka kapitalistlerin –belirli sınırlar içinde– idaresine geçmesini sağlamasıdır.[38]Bu da kapitalistlerin kendisinin olmayan toplumsal sermayeyi de yönetebilmelerine olanak verir.
Yeniden üretim süreci ile faiz getiren sermaye arasındaki bu içsel etkileşim, finansal sistemin bir taraftan “gerçekleşme” (realization)[40] sorunlarını ertelerken bir taraftan da sermaye yoğunlaşmasını sağlayarak üretim sürecinin görülmemiş biçimlerde büyümesine yol açmaktadır. Yine de bu durum sistemin kriz eğilimini tetikleyecektir, çünkü en küçük bir olumsuzluk sistemin işleyişini bozabilir. Başka deyişle, kapitalist üretim sürecini geliştiren ve sermaye birikimini hızlandıran bu aynı süreç, spekülasyonlar yoluyla ilerlediğinden, kapitalizmin kriz üretme potansiyelini de artıracaktır. Bu nedenle, her iki süreç, faiz getiren sermayenin yeniden üretim sürecini destekleyişi ve spekülatif faaliyetlerin artışı, bir arada incelenmelidir. Bu konuda Marx, şunları söyler:
Kapitalist üretimin çelişkili niteliğine dayanan sermayenin kendi kendisini genişletmesi, ancak belli bir noktaya kadar gerçek serbest bir gelişmeye izin verir ve böylece, aslında, sürekli olarak kredi sistemi ile yıkılması ve kopartılması gereken kaçınılmaz engeller ve bağlar yaratır. Dolayısıyla, kredi sistemi, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya-piyasası kurulmasını hızlandırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Aynı zamanda, kredi, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını -krizleri- hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak öğeleri oluşturur.[41]
Marx, sermayenin farklı biçimleri arasındaki ayrımın ve iş bölümünün neden ve nasıl ortaya çıktığını Kapital’in III. cildinin dördüncü kısmında açıklar, bu türler arasındaki etkileşimi ise beşinci kısımda anlatır. Marx, bu iki sermaye türü arasındaki ilişkinin yaşamsal ve zorunlu olduğunu ortaya koyduktan sonra bu ilişkiyi devrevi dalgalanmalar üzerinden açıklar. Ancak bu ilişki zorunlu olmakla birlikte faiz getiren sermaye, sanayi sermayesinin sadece bir yardımcısı, onun dış finansmanını sağlayan bir yan sermaye değildir. Faiz getiren sermaye her ne kadar sanayi sermayesini finanse etse de kendi bağımsız işleyişi bulunur. Hatta meta üretiminden bağımsız bir biçimde piyasada değer kazanıp kaybedebilir. Aslında Marx’ın devrevi dalgalanmalar ile anlatmaya çalıştığı şey, bu yarı bağımlı ilişkidir.
Marx, bu ilişkileri devrevi dalgalanmalar içinde açıklarken krizin hemen ardından gelen dönemi, dalgalanmanın ilk evresi (phase) olarak kabul eder. Bu dönemde üretim daralmış ve sanayi sermayesi satışların durması ile felç olmuştur. Talebin geri çekilmesi nedeniyle fiyatlar, üretimin azalması nedeniyle de ücretler düşmektedir. Bu nedenle dolaşım aracı olarak paraya da ihtiyaç azalmıştır. Gittikçe artan miktarda sanayi sermayesinin âtıl duruma geçmesiyle, “ödünç verilebilir parasal sermayeye olan talep” düşük seyreder. Bu durum, “ödünç verilebilir parasal sermaye arzının” artışı ile birleşince faizler en düşük seviyelerine iner.[42]
Bu durum, yeniden üretim süreci büyüme evresine girinceye dek sürer; büyüme evresinin başlaması ile ticari kredilerde önemli artışlar olur. Yapılan yatırımların ya da verilen kredilerin getirileri bu dönemde “sağlıklı” bir yapı oluşturur ve üretim, üretimin sonucunda sanayi sermayesi genişler. Faizler ilk evreye göre biraz yükselmiş olmakla birlikte yine de (tüm devrenin ortalamasına göre) hâlen düşüktür. Aslında bu ikinci evre, düşük faiz, kredi verilebilir sermaye bolluğu ve sanayi sermayesinin genişlemesinin eşzamanlı olduğu tek dönemdir. Yatırım getirilerinin düzenliliği ve kolay akışı, kredilerin geri dönüşünü sağlayacağından, kredi verilebilir sermaye arzını artırır ve artan talebe rağmen faizlerin yükselmesini engeller.[43] Kredinin bollaşması ve yatırımların kârlı olarak geri dönmesi borsa simsarlarının ve spekülatörlerin önünü açsa da, sabit sermaye yatırımları artar, faizler genel olarak yükselir. Bu da spekülatörlerin ortaya çıkmasına yol açar. Artan finansal varlık fiyatları üretimi de etkileyecek hem tüketim hem de sermaye mallarının fiyatları da artacaktır.[44] Bu da hem tarımsal üretimi artıracak hem de talep artışı ithalat ve lüks tüketimi artıracaktır. Bu genel canlanma, ilerideki bir fiyat çöküşüne zemin hazırlanmasına yardımcı olur. Üretimin daha hızlı artırılabildiği imalat sanayiinde ise genişleme, aşırı arz ve fiyatların çöküşü ile genel çöküş daha hızlı gerçekleşir. Benzer bir durum emek piyasalarında ortaya çıkar; büyük ölçekli yatırımlar ve yeni işletmeler emeğe olan talebi artırır. Ücretlerin yükselmemesi için tarımdan ve göçmen işçilerden faydalanılır. Fiyatların ve üretimin gerilemesiyle ücretler düşerken işsizlik yeniden yükselir.[45] Sonuçta devrevi dalgalanma sadece bir finansman meselesi değildir, birçok metanın üretim seviyesi, arzı ve fiyatı da devrenin evresine göre artıp azalmaktadır.
Yeni bir krizin ortaya çıkması ile son evreye girilir. Bu dönemde faizler yükselir, kredi kaynakları kurur, ödemeler durur ve yeniden üretim süreci felç olur. Âtıl durumdaki sanayi sermayesinin fazlalığıyla birlikte borç verilebilir sermaye ortada görünmez.[46] İşşizliğin artmasıyla ücretler düşer, azalan taleple birlikte meta fiyatları düşme eğilimine girer. Kriz dönemlerinde, ödeme yapabilmek için insanların borçlanmak zorunda kalması faizlerin en yüksek seviyelere çıkmasına neden olur. Maliyet ne olursa olsun borçlanmak gerekmektedir. Bu noktada spekülasyon, sermayenin yoğunlaşması için bir kez daha devreye girer. Yüksek faizler finans varlık fiyatlarını düşüreceğinden, düşük fiyatlar para sermayesi olan kişiler için önemli fırsatlar yaratır.[47]
Marx’a göre yeniden üretim sürecinin krediye dayanması nedeniyle şu ya da bu sebepten dolayı kredinin aniden kesilmesi bir krizin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Burada krizi ortaya çıkaran ya da hızlandıran olgu kredinin spekülasyona ya da dolandırıcılığa kayması değil “yeniden üretim sürecinin tamamen yapay bir sistem tarafından zorla genişletilmesi”dir.[48] Yeniden üretim sürecinin sınırlarını geliştiren ve gerçekleşme sorunlarını erteleyen süreç, yıkımı da hazırlamaktadır. Yıkımı getiren sadece spekülasyon değil, sürecin kendisidir. Sonuçta “ticaret ile spekülasyon bazı hâllerde öylesine sıkı fıkıdırlar ki, hangi noktada ticaretin bitip hangi noktada spekülasyonun başladığını anlamak olanaksızdır”.[49]

Görüldüğü gibi, Marx kredi sisteminin gerekliliğinin ve yaratabileceği spekülatif eğilimlerle kriz üretme potansiyelinin farkındadır. Bu tartışma, Marx’ın paranın bir değiş tokuş aracı olmanın ötesinde, aynı zamanda bir servet unsuru olduğunun da farkında olduğunu gösterir. Marx’ın işaret ettiği gibi, sermaye kendi ihtiyaçları doğrultusunda farklı sermaye türlerini yaratabilir; bu durum sermaye arasındaki rekabetten çok iş bölümüne dayanmaktadır. Faiz getiren sermaye, sanayi sermayesinden çalan bir parazit değil, her iki türün de parçası olduğu “sermayenin” bir parçasıdır. Sermayenin bu farklı bileşenleri arasındaki iş bölümü sayesinde faiz getiren sermaye yeniden üretim sürecinin sınırlarının genişletilmesine ve üretken güçlerin gelişiminin hızlanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla faiz getiren sermaye bu sayede kapitalizmin dinamik yapısı içinde, çelişkili de olsa, önemli bir rol oynamaktadır.
Ancak her durumda Marx’ın genel kapitalizm analizinin reel nitelikte olduğu da doğrudur; yine de özellikle Keynes’in vurguladığı bir servet biçimi olarak para ve kaydi paranın iktisadi etkinliklerdeki rolü, Marx’ın analiziyle bütünleştirilebilir. Aslında 1970’lerde Bretton Woods sisteminin çöküşü, kapitalizmin yaşadığı derin bir krizi nitelemektedir; zaten “Neoliberalizm” de bu krize verilen bir yanıt olarak görülebilir. Yine de krizin yayılmasında önemli rol oynayan para ve özellikle de kısa vadeli uluslararası fon akımlarının gelişmesi, spekülatif eğilimleri artırarak bugünün dünyasındaki belirsizliklerin her an krize dönüşme olasılıklarını artırmıştır. Bu durumu anlayabilmek için 1970’lere, paranın “içselliği” tartışmasına geri dönmek yararlı olacak, çünkü bu tartışma bugün için de geçerli.
Paranın içselliği ve finansal sistemin çöküşü[50]
Bretton Woods sisteminin çöküşü, meta para sisteminin ortadan kalkması, dolayısıyla da paranın artık bir altın karşılığının (doğrudan ya da dolaylı) kalmadığı, başka deyişle bütün dünyadaki paraların herhangi bir değerli maden ya da mal karşılığı olmayan kâğıt paralardan oluştuğu bir dünya ekonomisini ortaya çıkardı. Aslında itibari para uygulaması, kapitalizmin tarihinde daha önce de, kısa bir dönem içinde olsa da uygulanmıştı. 1716’da aslen İskoçyalı bir kumarbaz ve spekülatör olan John Law, Fransa’da düşüncelerini uygulama olanağı bulmuştu. Bu plana göre Fransa’nın, vergi toplama, para basma, borç alma, tekel hakları satma gibi bütün finansal işlemleri tek bir şirketin, Law’ın kendi şirketinin (Mississipi Şirketi) yönetimine verilmiş, şirket de ülkenin itibari para niteliğinde olan kâğıt parasını basmıştı. Ancak 1720’de hızla artan enflasyon ve bu yüzden ortaya çıkan güven eksikliği yüzünden Şirket hisselerinin aşırı değer kaybetmesi, bu planı sona erdirecek, ama bu deney de Fransa’ya pahalıya patlayacaktı. İtibari para sistemleri genellikle para arzını kısıtlamakta başarılı olamadığından, bu tür sorunların ortaya çıkması kaçınılmaz görünüyor.
Bretton Woods sonrasında da aynı durumun yaşanması beklenirdi; ancak Merkez Bankalarının para arzını kontrol çabaları, en azından belirli bir zaman sonra, bunu önleme konusunda başarılı olmuştu. Kâğıt paraların değerli madenlerle ilişkisinin koptuğu bu dönem, lider konumda olan ABD’nin parasının rezerv para olma niteliğini bozmadı aslında. ABD ekonomisi, 80’ler ve 90’lar boyunca, siyasal ve ekonomik çalkantılara rağmen, gücünü koruyabildi. Tabii bunda 1990’lardan itibaren dünyanın çehresini değiştiren “küreselleşme” süreci de rol oynadı. ABD’nin en büyük kazancı, cari açıklara rağmen, bütün dünyadan gelen sermaye akımlarının cazibe merkezi olmasıydı. Bu da doların değerinin az ya da çok istikrarlı bir biçimde sürmesine katkıda bulunan bir gelişmeydi.
2000’lere gelindiğinde ise kimi zaman Bretton Woods II de denen bir “sistemin” ortaya çıktığından sözedilir. Yasal bir çerçeveye oturmayan bu “sistemde”, Bretton Woods’da olduğu gibi dolar rezerv para olma konumunu korumakta ve ABD, cari işlemler açıkları vererek sisteme likidite sağlamaktadır. Doğu Asya ülkeleri, sabit ya da yönetilen kur rejimleri uygulayarak paralarının değerini denge değerinin altında tutmakta ve gereğinde döviz kurlarına müdahale etmekte, ayrıca sermaye kontrolleri uygulamaktadırlar. Yerli paralarının değerini denge değerinin altında tutarak ihracata dayalı büyümekte ve ödemeler dengesi fazlalarını rezerv biriktirmekte kullanmaktadırlar. ABD’nin cari işlemlerdeki açıkları bu ülkelerin ihracata dayalı büyüme stratejisini uygulamalarını mümkün kılıyordu. Bir bütün olarak düşünüldüğünde Doğu Asya ülkeleri, dünya ticareti, net sermaye hareketleri, uluslararası rezervleri ile dünya para sisteminde önemli bir ağırlığa sahiptir. Örneğin Çin, kendi parası Yuan’ın değerini, elindeki dolar rezervlerine bağlı olarak 1997 ile 2005 arasında sabit tutmuş, bu tarihten sonra da dolar yerine bir döviz sepetine (Dolar, Euro, Japon Yeni, Güney Kore Won’u ve az bir miktar öteki paralardan oluşan) bağlı olarak %2 civarında değişmesine izin vermeye başlamıştı. Bu uygulama, Yuan’ın değerinin düşük olmasına, dolayısıyla da ihracatının yüksek olmasına katkı sağlamaktaydı. 2025’te Çin Merkez Bankasının elindeki rezervlerin değeri, 3,3 trilyon ABD dolarına ulaştı. Bu kendiliğinden gelişen “sistemde” her Merkez bankası altın ve rezerv paralardan (dolar ve Euro) oluşan rezervlerine bağlı olarak paralarının değerini belirliyor; döviz kurlarının belirlenmesinde de bu rezervler önemli rol oynuyor. Yine de bu sistemin uzun süre sürdürülemeyeceği, Çin’in gelişmişlik düzeyi arttıkça istikrarsızlığın ortaya çıkacağı zaman zaman ileri sürülüyor. Bu durumda Çin’in, Yuan’ın değerini dalgalanmaya bırakmak zorunda kalacağı beklentisi olsa da bugünlerde Çin, parasındaki dalgalanmayı sıkı bir biçimde kontrol etmeyi sürdürüyor.
2025’te Çin Merkez Bankasının elindeki rezervlerin değeri, 3,3 trilyon ABD dolarına ulaştı. Bu kendiliğinden gelişen “sistemde” her Merkez bankası altın ve rezerv paralardan (dolar ve Euro) oluşan rezervlerine bağlı olarak paralarının değerini belirliyor; döviz kurlarının belirlenmesinde de bu rezervler önemli rol oynuyor.
Her durumda, şu anda genel olarak dünyada para konusunda bir sistemsizlik olduğu, bunun da aslında istikrarsızlık yaratabilecek bir büyük bir potansiyeli ortaya çıkardığı söylenebilir. Bu gelişmenin temel nedeni de giderek kapsamını genişleten, hatta bugünlerde reel kesimi bile “rehin alacak” potansiyele ulaşan finans kesimindeki büyüme ve enstrüman çeşitliliğinin artmasıydı. Bretton Woods’un yıkımına yol açan, zaten 1970’lere kadar Eurodolar, 1973 Petrol krizinden sonra da ünlü “Petrodolar” hesaplarındaki şişme, dolayısıyla dolar hacminin küresel olarak aşırı büyümesiydi. Doların altına konvertibilitesi bittiğinde değerinin düşmesi de kaçınılmazdı (altının onsunun 35 dolardan 850 dolara çıkması). Ancak bundan daha da önemlisi ya da bununla ilişkili olarak, 1970’lerden başlayarak küresel bir finansal liberalleşmenin egemen olmasıdır.[51]
1929 krizinin ardından ABD bankacılık sistemi çok sıkı kontrol altına alınmış, bankaların yalnızca mevduat toplayıp kredi vermeleri karara bağlanmış, mevduat ve yatırım bankaları birbirinden ayrılarak ikisi de sıkı denetim altına alınmıştı. Ancak bu kuralların 1970’lerden itibaren, özellikle de 1980 ve 1990’larda aşınması, bugünkü finansal liberalleşmeyi ortaya çıkarmıştır. Bunun temel nedeni, finansal kesim içinde artan rekabet ve kâr arayışıdır. Bu rekabet sürecinde, bankacılık sektörünün finansal kesim içindeki ağırlığının azalması ile bankacılık etkinliklerinin kendisinin büyük bir değişikliğe uğraması, iki önemli gelişmeydi. 1970’lerde bankalar aleyhine etkinliğini artıran başka finans grubu da “para piyasası yatırım fonları” (money market mutual funds) idi. Bu fonlar kendi hisselerini piyasaya sürerek topladıkları parayı kısa dönemli borç senetlerine yatırmakta, böylelikle de banka mevduatlarına alternatif oluşturmaktaydı. Bankaların aksine, bu fonların müşterilerine ödeyeceği faizin herhangi bir üst sınırı da bulunmamaktaydı. Bu durumda bankaların finans kesimi içindeki payının düşmesi, onları 1980’lerden itibaren üzerlerindeki denetimin kaldırılmasını talep etmeye yöneltmiş, zaman içerisinde de bu gerçekleşmiştir. Faiz oranları üzerindeki denetimlerin kaldırılması ve zorunlu rezerv yükümlülüklerinin azaltılması, bankaların yatırım bankacılığı, sigortacılık ve diğer finansal aracılık işlemlerine başlamasıyla finansal kurumlar arasındaki sınırların ortadan kalktığı, finansal sistemin tümüyle serbestliğe kavuştuğu görülüyor.
Finansal piyasalarda otuz yıldır devam eden liberalleşme süreci, bu piyasalar üzerindeki denetim mekanizmalarını da zayıflatmıştır. Finansal piyasalarda çılgın bir büyümenin sürdüğü dönemde olası sorunlar için önlem almak düşüncesi göz ardı edilmiş; hatta finansal yenilik ve serbestleştirme süreci, var olan önlemlerin de ortadan kalkmasına yol açmıştır. Bankalar üzerindeki denetimlerin zayıflaması nedeniyle ekonomiyi etkileme gücü giderek azalan merkez bankaları da sermaye piyasalarının çalkantıları karşısında etkisiz kalmaya başlıyordu. Bu durum, finansal kesimin bütün dünya üzerindeki spekülasyonlarını artırmış, kısa ve orta vadeli fon akımlarındaki hızlanma, 1990’lardan itibaren “küreselleşme” adı verilen süreci ortaya çıkarmıştı. Bu sürecin ilerlemesi, ülke devletlerinin yurt içinde iktisat politikaları uygulamalarını kısıtlayan, Merkez Bankalarının da etkilerini azaltan sonuçlar vermişti. Böyle bir yapı içerisinde artık para politikasının etkinliği tartışmalarının tarihte kalmış olmasına rağmen, neoliberal ideoloji, hâlâ aynı tartışmaların sürdürülmesine yol açıyor.
Merkez Bankalarının etkinliğindeki azalma, daha 1970’lerde para arzının Merkez Bankası tarafından belirlenemeyeceği, çünkü gerçekte para arzının banka sisteminin bütünü tarafından yaratıldığı, bunun da temel yolunun krediler olduğunu ileri süren “içsel para” yaklaşımı tarafından fark edilmişti. O günden bu yana finans kesimindeki gelişmeler ve yeni enstrümanlarla içsel para olgusu çok daha fazla önem kazanmış ve bir anlamda eski Monetarist-Keynesci tartışmasının anlamsızlığını da ortaya koymuştur. 1970’lerde “Post Keynesci” iktisadın temsilcileri olan Nicholas Kaldor, Joan Robinson ve Basil Moore tarafından vurgulanan, 2008 krizinin ardından da yeniden popüler olan içsel para yaklaşımı, Bretton Woods sisteminin çöküş dönemiyle eşleşen, kökeni yukarıda anlattığımız, İngiltere’de Altın Standardı’nın kuruluş dönemindeki “Nakit Okulu” ile “Bankacılık Okulu” arasındaki tartışmaya kadar uzanan bir yaklaşıma dayanıyor. Bu yaklaşım, standart “ana akım Keynesciliğinin” para arzının Merkez Bankası tarafından kontrol edildiği, yani dışsal olduğu varsayımını reddederek, para arzının bankacılık ve finans kesimi tarafından belirlendiği, dolayısıyla da Merkez Bankasının para arzını kontrol edemeyeceğini ileri sürüyor. Buna göre, önemli olan kredi talebidir; bankaların verdiği krediler mevduat yaratır, çünkü krediler eninde sonunda mevduat olarak sisteme geri döner. Bunun anlamı, bankaların, kredi verebilmek için mevduatlarını artırmak zorunda olmadıklarıdır. Finansal sistem, özellikle 2000’lerdeki finansal inovasyonlar özellikle de menkul kıymetleştirme yoluyla her zaman yeni para yaratabilir; bu da eninde sonunda finansal istikrarsızlığa, hatta krize yol açacaktır. Bu yaklaşım, Monetarist ve ana akım Keynesci argümanın güçlü bir eleştirisidir; genel olarak paranın değil, kredi talebinin önemli olduğunu vurgular. Kredi talebi, bankaların kredi vermelerini ve kimi finansal inovasyonları (60’lar ve 70’lerdeki Eurodolar hesapları ya da sonraki “türev ürünler” gibi) geliştirmeye yöneltir. Yaklaşım, mevduatların kredi yaratmadığını, tersine kredilerin mevduat yarattığını, çünkü alınan kredilerin her durumda banka sistemine geri dönerek yeni kredileri ortaya çıkaracağını söyler. Bunun yanında finansal sistemin yeni parayı, büyük ölçüde menkul kıymet yaratma yoluyla yaratacağını, bunun da finansal dalgalanmalara ve krizlere yol açacağını ileri sürüyor; tıpkı 2008 krizinde olduğu gibi.
Bu yeni, “Post Keynesci” yaklaşımlar içinde, özellikle 2008 krizinin ardından popüler hâle gelen bir tanesi, Hyman Minsky’nin ünlü “Finansal İstikrarsızlık Hipotezi”dir.[52]Bu hipotez, piyasanın kendi işleyişinin istikrarsızlığa yol açtığını vurgulamaktadır. Bu istikrarsızlıkta, büyüme ve çöküş dönemlerindeki kredi genişlemesi temel bir rol oynamaktadır. Profesyonel spekülatörlerin veya “kurumsal yatırımcılar”ın kredi ile borçlanarak spekülasyon yapabilmeleri, menkul kıymet fiyatlarının artışına neden olmaktadır. Başka deyişle, kredi spekülatif çılgınlıkların “yakıtıdır”.
Kredinin oynadığı bir başka temel rol de şirketlerin kendilerinin de kolaylıkla borçlanabilmesi olmuştur. Bu borçlar ile şirketler kendi hisse senetlerini piyasadan satın alarak hisse fiyatlarını yükseltebilir. Şirketler hisse senedi değerlerini bir kez artırmayı başardıklarında, şirketin değerini de artırmış olduklarından daha fazla krediyi bünyelerine çekebilmekte, yeni borçlar ile elde ettikleri fonları da yine kendi hisse senetlerini satın almakta kullanmaktadırlar. Bu da hisse senedi fiyatlarını artırmaktadır. Ancak bu balon eninde sonunda, şu ya da bu biçimde patlayacaktır.
Minsky, bu sürecin üç aşamada gerçekleştiğini söylüyor. İlk aşama, ekonomik canlanmanın ilk dönemlerindeki “rahatlık (comfort) aşaması”dır; burada firmalar güvenli ve makul getiriler elde edebilecekleri finansal yatırımlara yönelmekte, borçlarını da yatırımlarının getirileri ve hisse senedi değerlerindeki artışın altında tutmaya özen göstererek “Hedge finans” (korunmaya dayalı finans) yolunu tutmaktadır. Dolayısıyla, firmanın nakit akımları, sözleşmelerinden kaynaklanan yükümlülükleri karşılayabilir. İkinci aşama, “spekülatif aşama” artan bir risk iştahı ile nitelenir; firmanın nakit akımları, borçlarının faizlerini ödemek için yeterli, ancak anapara için yeterli değildir. Üçüncü, “Ponzi aşamasında”[53] ise firmanın nakit akımı, faizleri bile ödeyemeyecek durumdadır, ancak balon devam ettiği sürece borç alma da sürdürülür, çünkü firma açısından bu, kârlı bir harekettir. Ancak, “Minsky Anı” denen belirli bir aşamada, balon patlayacak, finansal sistem bütün olarak çökecektir. Bu devre, bir sonraki rahatlık aşamasına, işlerin düzelmeye başladığı aşamaya kadar sürecektir.
2008 krizinin Minsky’nin hipotezine uygun olduğu söylenmektedir. 2000’lerde özellikle ipotekli konut kredilerinin kârlı olduğu fark edildiğinde, bankalar kredi genişlemesinin heyecanı içinde normalde kredi alamayacak durumda olan kişilere de ipotekli konut kredileri (“eşik altı” krediler) vermeye başladı. Bu insanları ipotekli konut kredilerine çekebilmek için özel kredi türleri tasarlanmış, ilk yıllarda çok düşük faiz oranları ile başlayıp zaman içinde artacak faiz oranlarına sahip olan krediler icat edilmiştir. Bir kez krediler verildikten sonra, söz konusu kredi alacakları yatırım şirketleri tarafından borç tahvillerine dönüştürülerek piyasalarda satışa sunulmuştur. Ancak, eşik altı, yani yüksek riskli olan bu alacakların satılabilmesi için de söz konusu tahviller, sigorta şirketleri tarafından sigortalanarak (yani kefil olunarak) piyasaya sürülmüştür. Sonuçta düşük gelirli insanlar konut sahibi olurken, bankalar da yirmi ya da otuz yıl içinde alabilecekleri kârı hemen elde etmiş, oldukça yüksek riskli bir varlığı da bilançolarından çıkarmışlardır. Bu menkul kıymetlendirme süreci, her yeni menkul değerlerin oluşturduğu havuzlara dayanarak yeni menkul değer çıkarma biçiminde devam etmiş, öyle ki, bu kıymetlerin toplam değeri, konutların değerleriyle tümden ilişkisini koparır hâle gelmiştir. Bu, konut sahiplerinin de işine gelmektedir, çünkü konutlarının değeri artmaktadır. Bunun yanında, yatırım bankaları ve sigorta şirketleri de halka arz ve prim üzerinden yeni kârlar elde etmektedir. Ancak kredi vadeleri geldiğinde, ödenmesi mümkün olmayan kredilerin hacminin büyüklüğü, bir noktada çöküşün başlamasına yol açmıştı. Bu noktada, tahviller batacak, konut fiyatları düşecek, insanlar konutlarından çıkarılacak ve genel olarak finans sistemi çökecekti. Minsky’nin “istikrar istikrarsızlaştırır” sözünde dile getirildiği gibi, kredi genişlemesinin iyi gitmesi, çöküşü de beraberinde getirmiştir. Bu çöküşün daha fazla derinleşmesini engellemek için Federal Reserve, ünlü tahvil alım (quantitative easing) programını başlattı; bankaların ellerindeki çoğu “toksik” olan tahviller satın alınarak sisteme para pompalandı. Bu program, 2022 yılına kadar sürdürülecekti. Bunun anlamı ise, finans kesiminin bütün istikrarsızlık potansiyelinin sürmesine rağmen, ekonomiyi ve özellikle üretim sistemini “rehin almasıdır”. Şimdilerde “miktar kısıtlaması” programı uygulanır görünse de Trump’ın baskılarıyla yeni bir gevşeme başlamış görünüyor. Başka deyişle, bir sonraki çöküşe kadar finansallaşma sürecinin tam gaz süreceği de açık.
Sonuç
Görüldüğü gibi, özellikle Keynes’in vurguladığı, ancak Marx’ın da farkında olduğu, paranın bir servet biçimi, yani bir finansal varlık olma işlevi, kapitalizmin işleyişi ve sermaye birikiminin sürmesi için vazgeçilmez nitelikte. Ne var ki bu özellik, bütün kriz tartışmalarında, şu ya da bu biçimde kendini göstermekte, özellikle de finansallaşmanın hacmi ve etkisinin devasa boyutlara ulaştığı günümüzde, istikrarsızlık, hatta krizlerin en temel nedenlerinden birisi hâline gelmiş görünmektedir. Bu istikrarsızlık eğiliminin, günümüzde ağırlığı giderek artan “kripto” paralar ile birlikte hızlandığı da bir gerçek. Kripto paraların spekülatif eğilimleri artırması, hatta kimi zaman kendilerinin yeni “Ponzi şemaları” olarak görülmesi, temelsiz bir iddia da değil. Üstelik bu paralar, Merkez Bankası kontrolünün de (artık ne kadar kaldıysa) dışında yer aldığı için bu istikrarsızlık potansiyelinin daha da artmasına yol açmaktadır. Ne var ki her durumda, paranın istikrarsızlık yaratma potansiyeli, kapitalizm sürdükçe varolmaya devam edecek; bu da kapitalizmin finansal ve iktisadi krizlerinin, en azından periyodik olarak süreceği anlamına geliyor. Kapitalizmin kriz yaratma potansiyelini görmek için, Marx’ı da ele almak gerekiyor kuşkusuz; bu yüzden bir sonraki yazı Marx’ın kapitalist sermaye birikimi konusundaki analizi üzerine olacak.
[1] Karl Marx, Capital, çev. Ben Fowkes, Penguin Books, s. 230.
[2] Lidyalıların, Sardis kentindeki sikke basma pratikleri hakkında bir yazı için bkz. https://sardisexpedition.org/tr/essays/latw-kroll-coins-of-sardis.
[3] J. M. Keynes, İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi, çev. Baver Yeşilyurt, Ankara: Efil Yayınları, 2025.
[4] Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının para tanımları şöyle: M1 = Dolaşımdaki Para + Vadesiz Mevduat (TL, YP); M2 = M1 + Vadeli Mevduat (TL, YP); M3 = M2 + Repo + Para Piyasası Fonları + İhraç Edilen Menkul Kıymetler biçiminde tanımlanıyor. 2024’teki karara göre, “Elektronik para kuruluşları tarafından ihraç edilen elektronik para fonunun, TCMB nezdinde bloke edilerek saklanan, kullanılmayan gün sonu bakiyesi Temmuz 2024 ayından başlamak üzere para arzı tanımında vadesiz mevduat kapsamına dahil edilmiştir” (https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/349e7c47-be96-4a98-b755-7cbf51d7ca24/paraarzı.pdf?MOD=AJPERES&CACHEID=ROOTWORKSPACE-349e7c47-be96-4a98-b755-7cbf51d7ca24-m3fznZd) . Bu durumda para arzının nasıl kontrol edileceği ayrı bir sorun, aşağıda göreceğimiz gibi.
[5] https://en.wikipedia.org/wiki/Yap; https://www.bbc.com/travel/article/20180502-the-tiny-island-with-human-sized-money.
[6] Metin Sarfati, Uygarlığın Bunalımı: Psikanalizin ve İktisadın Kavşağında Bir Analiz Denemesi, İstanbul: Arvana, 2014. Yine de, Sarfati de bu eğilimlerin günümüz dünyasında yoğunlaştığını vurguluyor.
[7] Norman O. Brown, Life Against Death:The Psychoanalytical Meaning of History, Hanover (NH): Vesleyan University Press, 1959, s. 230. Bu konuda ayrıca bkz. H. Özel, “Ölümün Politik İktisadı”,
[8] Brown, a.g.e., s. 251.
[9] E. Becker, (1973), The Denial of Death, New York: Free Press, s. 49.
[10] Becker, a.g.e., s. 29.
[11] Marx, Capital, cilt 1, a.g.e., s. 742.
[12] Brown, a.g.e., s. 236.
[13] J. M. Keynes, ‘Economic Possibilities for Our Grandchildren,’ Essays in Persuasion, London: Macmillan, 1931 içinde, s. 370.
[14] İngilizce’de jam sözcüğünün “tıka basa doldurmak” gibi bir anlamı da var (bağlama daha uygun gibi), ancak buradaki deyim (“jam tomorrow but never today”) Alice Harikalar Diyarında kitabının yazarı Lewis Carroll’un, Aynanın İçinden kitabından alınma. Deyim, Latince gramerden kaynaklanıyor: iam (“zaten” anlamında) sözcüğü yalnızca gelecek ya da geçmiş zamanda kullanılan, hiçbir zaman şimdiki zamanda kullanılmayan bir sözcükmüş meğer (https://en.wikipedia.org/wiki/Jam_tomorrow).
[15] Keynes, ‘Economic Possibilities for Our Grandchildren,’ Essays in Persuasion, London: Macmillan, 1931içinde, s. 362.
[16] Nakit ekolü ile Bankacılık ekolü arasındaki tartışmaya ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Marion R. Daugherty, “The Currency-Banking Controversy: Part 1,” Southern Economic Journal, Oct., 1942, Vol. 9, No. 2, s. 140-155 ve Marion R. Daugherty, “The Currency-Banking Controversy: II, Southern Economic Journal, Jan., 1943, Vol. 9, No. 3, s. 241-251.
[17] Polanyi, Büyük Dönüşüm, Ayşe Buğra (çev.), İstanbul: Alan Yayıncılık, 1986, s. 148.
[18] Bir iddiaya göre, Oz Büyücüsü romanı da aslında, Altın Standardının bir alegorisi olarak yazılmıştı: https://en.wikipedia.org/wiki/Political_interpretations_of_The_Wonderful_Wizard_of_Oz.
[19] Polanyi, Great Transformation, a.g.e., s 26-27 (bu paragraf, Ayşe Buğra’nın çevirisi Büyük Dönüşüm, a.g.e., s. 48-49’dan alınmıştır).
[20] Polanyi, a.g.e., s. 132-33.
[21] Polanyi, a.g.e., s. 194.
[22] Polanyi, tam da bu yüzden, Mises gibi liberallerin, Merkez Bankasının altın standard ile uyumsuzluğunu yüzünden Merkez Bankalarının lağvedilmesini savunmaya yöneldiklerini söyler; böylelikle altın standard müdahalesiz işleyebilecekti (Polanyi, a.g.e., s. 195).
[23] Polanyi, a.g.e., s. 24.
[24] Polanyi, a.g.e., s. 205.
[25] Polanyi, a.g.e., s. 244.
[26] Bretton Woods sistemi ve yaşadığı sorunlar için bkz. Naci Canpolat, Küreselleşme Oyunları ve Kriz, Hüseyin Özel ve Zeynep Yener Gök (ed.), Ankara: Efil Yayınevi, 2018, s. 81-91.
[27] Bu düzenlemede 1 ons altın 35 dolara karşılık gelmekteydi. Bu yazı yazılırken 1 ons altının 4000 dolar sınırını zorladığı düşünülürse, o günden bu yana ortaya çıkan enflasyonu tahayyül etmek zor gerçekten de.
[28] Ortaçağlarda, Malikanelerin (manor) lordu ya da senyörü, sahip olduğu darphanede basılan sikkelerden belirli bir komisyon almaktaydı. Senyoraj terimi bu duruma gönderme yaparken, Merkez Bankalarının para arzını artırarak devlet harcamalarının finanse edilmesini tanımlıyor; yani hükümetin para basma yetkisini kullanarak elde ettiği gelir anlamına geliyor. Fiyatlar artmadığı sürece (her zaman artar) hükümet bakımından kazançlı bir yol.
[29] Altının fiyatı 1970’lerden 1980’e kadar 850 dolar/ons civarına yükselmişti.
[30] Canpolat, a.g.e., 81-92. Bu konuda ayrıca bkz. Gökçer Özgür ve Hüseyin Özel, “Küreselleşme, Finansal Genişleme ve Bunalım”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 43, sayı 1, Mart 2010, s. 33-56 ve Gökçer Özgür and Hüseyin Özel, “Double Movement, Globalization, and the Crisis,” American Journal of Economics and Sociology, Volume 72, Issue 4, October 2013, pp. 892–916.
[31] Bu bölüm, şu yazıya dayanıyor: Gökçer Özgür ve Hüseyin Özel, “Marx’ın Para Teorisi: ‘Hayali’ ve “Gerçek” Sermaye Farkı?”, Praksis, Cilt 26, Sayı 2, 2011, s. 199-219.
[32] Marx, Capital, Vol. 3, London: Penguin Books, 1981, s. 432-35.
[33] Marx, Capital, Vol. 3, a.g.e. , s.
[34] Marx, Capital 3, a.g.e., s. 566-67.
[35] Marx, a.g.e, s. 567.
[36] Marx, a.g.e, s. 569.
[37] Marx, a.g.e, s. 569.
[38] Marx, a.g.e., s. 570.
[39] Marx, Kapital, 3. Cilt, 2. Baskı, çev. A. Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 1990, s. 390.
[40] Realizasyon, üretim kesiminde üretilen artık değerin, üretilen malın satışı yoluyla gerçekleşmesi anlamındadır. Mal satılamadığı sürece, yaratılan artık değerin bir anlamı yoktur.
[41] Marx, Kapital, 3, a.g.e, s. 390.
[42] Marx, Capital, vol. 3, a.g.e., s. 616-17.
[43] Capital, 3, a.g.e., s. 482, 619.
[44] Marx, Capital, Vol. 2, London: Penguin Books, 1992, s. 390.
[45] Capital, 2, a.g.e., s. 391.
[46] Capital, 3, a.g.e., s. 482, 620.
[47] Capital, 3, a.g.e., s. 483.
[48] Capital, 3, a.g.e., s. 621.
[49] Marx, Kapital, 3, s. 357.
[50] Bu bölüm, büyük ölçüde şu yazıya dayanıyor: Gökçer Özgür ve Hüseyin Özel, “Küreselleşme, Finansal Genişleme ve Bunalım”, a.g.e.
[51] Bu süreç için bkz. Gökçer Özgür ve Hüseyin Özel, “Küreselleşme, Finansal Genişleme ve Bunalım”, a.g.e.
[52] Hyman Minsky, “Financial Instability Hypothesis”, Levy Economic Institute, Working Paper no. 74. 1992.
[53] “Ponzi şeması”, 1920’lerde “mutluluk zincirini” kullanmış olan dolandırıcı Charles Ponzi’nin adından geliyor. Bu şemada, önceki yatırımcılara ödenen faiz, sonradan gelen yeni yatırımcılardan alınan borçlarla ödenmekte, bu akım kesildiğinde ise şema çökmektedir. Bu durumda bütün yatırımcılar zarar görecektir. Ponzi bunu kendi icat etmemiş ise de 20 milyon dolarlık bir hacme ulaşan bir sistem kurduğundan bu tür şemalar, onun adıyla anılmaktadır.