Suni deprem görüşlerine, deprem sadece doğal yollarla olur ya da insanlar deprem üretemez gibi genellemeler yaparak karşı çıkmak da gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü insanlar depremlere neden olabiliyor.
Türkiye’nin 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş Pazarcık ve Elbistan dolaylarında meydana gelen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremlerin yarattığı etki, üzerinden yıllar geçse de unutulacak gibi değildir. Binlerce canımızın kaybını açıklayamadığımız gibi sonrasında yaşanan yetersizlik, liyakatsızlık, bilgisizlik, sorumsuzluk gibi bir dizi olayı yaşamak ülkece hepimizi derin bir acı ve isyanla baş başa bıraktı. Büyüklüğü ve yıkıcılığı bu kadar yüksek olan depremlerden sonra sorumlunun gerçekten doğa olup olmadığı düşüncesi birçok kişinin aklından geçiyordur. En yaygın, basit ama açıklayıcı söylem deprem değil bina öldürür oluyor. Az da olsa depremin dışarıdan bir güçle ve özellikle zarar vermek amacıyla yapay olarak yapıldığını düşünenler de olmakta. Bu depremlerden sonra da suni yollarla (HAARP -Yüksek Frekanslı Etkin Kutup Işıkları Araştırma Programı- teknolojisi ile) üretildiğine dair paylaşımlar sosyal medyada yeraldı. Bu varsayımlar herhangi bir gözlemle ve veriyle desteklenemediği halde kabul görebiliyor. Bununla birlikte, suni deprem görüşlerine, deprem sadece doğal yollarla olur ya da insanlar deprem üretemez gibi genellemeler yaparak karşı çıkmak da gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü insanlar depremlere neden olabiliyor.
Depremin nedenlerini anlamak yer kabuğunu anlamakla mümkün
İnsanlığın kendi varoluşsal sorularına cevap ararken dünyanın oluşumunu da açıklama ve kavrama çabalarını Sümer ve Babil yaratılış mitlerinden, Yunan mitlerine ve tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına kadar birçok kaynaktan okuyabilmekteyiz. Bu toplumlar gün içinde bile değişimlerini gözleyebildikleri gökyüzüne dair çok sayıda gözlem ve hesaplama yapıp gökbilimin gelişmesine katkı sunabildiler. Ama bu gelişim yerbilimlerinde yaşanamadı. Çünkü yaşadıkları sınırlı coğrafya genel bir değerlendirme yapmaya yetmiyordu ve yerkabuğundaki değişimlerin çoğu gözle görülebilir değildi. Bunun istisnası olarak depremleri, taşkınları ve volkanik etkinlikleri yaşayıp bunları efsaneleştirerek anlatabilmişlerdi. Günümüze kadar bir çok düşünür, doğa bilimci ve yerbilimci bu mitlerin ve felaketlerin gerçekleşmiş yerbilim olaylarını anlattığını düşünüyordu ve bu nedenle başlangıçta bu mitlere ve inanışlara bir anlam aradılar. Örneğin ondokuzuncu yüzyılın seçkin Avusturyalı yerbilimcisi ve modern yerbilimlerinin kurucusu Eduard Suess bile “The face of the Earth” kitabında Nuh tufanını fiziksel olarak açıklama çabasına girmişti. Geliştirdiği kurama göre bir depremler silsilesi ile bir kasırga üst üste gelmişti. İlk depremlerde ailesi ve hayvanları için gemi yapmayı akıl eden Nuh, Basra körfezinde meydana gelen ana depremdeki dev bir tsunami ile su altında kalan dağların üzerinden kuzeydeki Ağrı dağına kadar sürüklenmiş olmalıydı (Oldroyd, 2003; Suess, 1904).
İnsanlığın kendi varoluşsal sorularına cevap ararken dünyanın oluşumunu da açıklama ve kavrama çabalarını Sümer ve Babil yaratılış mitlerinden, Yunan mitlerine ve tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına kadar birçok kaynaktan okuyabilmekteyiz.
Doğa ve yer bilimcilerin Kutsal Kitaplara dayanarak (dünyanın altı günde yaratılması gibi) jeolojik birimleri ve yapıları tanımlamaya çalışma çabaları işlerini çok zorlaştırmış olsa da ondokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar sürmüştü. Ondokuzuncu yüzyıl yerbilimin gelişmesinde önemli bir dönemdir. Bu döneme kadarki genel görüş yerkabuğunun duraylı olduğu ve yerşekillerinin tek seferlik felaketlerle şekillendiğiydi. Avrupalıların sömürge ülkelerine hammadde aramak amacıyla yerbilimciler görevlendirmesiyle sınırlı coğrafya engeli ortadan kalkmış, farklı coğrafyalarda jeolojik zamanlar ve bu zamana ait kayaç sistemlerini ve fosilleri gözlemleme, eşleştirme ve tanımlama fırsatları gelişmişti. Yüzyılın başlarında yerbilimci Charles Lyell “Jeolojinin Prensipleri” kitabında James Hutton’ın on sekizinci yüzyıldaki kısmen tekdüzecilik kuramını geliştirerek , “bugün geçmişin anahtarıdır” argümanıyla yerkabuğunun sürekli ve yavaş şekilde değiştiğini ileri sürdü ve dünyanın milyonlarca yıl yaşında olduğunu ifade etti (Lyell, 1830). Bugün yaşadığımız depremler, volkanlar, nehir çökelleri aynı şekilde geçmişte de yaşanmıştı ve dünya tekdüze şekillerde değişmekteydi. Bu teorinin en önemli tarafı felaket teorilerine karşı ilk görüş olması ve evrim teorisi fikirlerinin de temellerini atmasıydı. Teorisinden etkilenen Charles Darwin Lyell ile iletişime geçti ve Lyell’in jeolojik zaman teorisi evrim teorisini geliştirmesine katkı sağladı (Şengör, 2004).

Modern yerbilimciler evrim teorisinin etkileriyle yirminci yüzyıl başlarından itibaren inançlarına destek arama anlayışından uzaklaşarak özellikle deprembilimi ile yerkabuğunun kökenine, iç ve dış yapısına odaklanarak çeşitli kuramlar geliştirdi. “Kara bağlantıları” kuramı vardı. Bu kurama göre farklı kara kütlelerinde görülen benzer hayvan ve bitki türlerinin buralara göç etmesi karaların yükselip alçalması sayesinde oluyordu. Dengede yüzme (izostazi) kuramı dağ oluşumlarını açıklamak üzere ortaya atılmıştı. Ondokuzuncu yüzyılın en yaygın kabul gören kuramı ise dünyanın iç ısısını kaybederek soğuyup küçüldüğü (büzüldüğü) ve bunun yerşekillerini ve depremleri oluşturduğuydu. Yirminci yüzyılda da büzülen dünya taraftarı yerbilimciler mevcuttu. Yirminci yüzyıl ortalarından itibaren bu kuramlardan bazıları artan gözlemler ve gelişen teknoloji ışığında aletsel ölçümlerle de kontrol edilerek inandırıcılığını yitirdi. Günümüzde en yaygın kabul gören kuram yerkürenin yapısını ve davranış biçimini, depremler, dağ ve volkan oluşumlarını da açıklayan levha tektoniği kuramı oldu.
Doğa ve yer bilimcilerin Kutsal Kitaplara dayanarak (dünyanın altı günde yaratılması gibi) jeolojik birimleri ve yapıları tanımlamaya çalışma çabaları işlerini çok zorlaştırmış olsa da ondokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar sürmüştü.
Levha tektoniği kuramı Wegener’in 1912’de kıtaların kayması teorisi üzerine geliştirilmiştir ki bu o zamana kadar ortaya atılmış ilk dinamik modeldi. Kıtalar Pangea denen tek ve büyük bir kıtayken bu kıtayı çevreleyen de Panthalassa adında bir okyanus vardı. Bunlar zaman içinde hareket ederek iki kıtaya ayrılmıştı. Kuzeydeki Lavrasya, güneydeki Gondvana kıtasıydı ve iki kıtanın arasında Tetis isimli okyanus vardı. Bu kuramın kabul görmesi yaklaşık 50 yıl sürmüştü. 2. Dünya Savaşı sonrasında deniz bilimlerinin gelişmesi ile okyanus taban araştırmaları yapılmaya başlanmıştı. Amerika Birleşik Devletlerinin parasal desteği vardı ve her ne kadar esas amaç askeri nedenler ve petrol aramaları olsa da okyanus tabanında yerçekimi, manyetik, sismik, batimetrik ve ısı akımı ölçümleri yapılarak yerkabuğuna dair önemli bulgular elde edilmişti. Bu bulgular hareket eden levhalar kuramını destekliyordu.
Yirminci yüzyıl başlarında radyometrik ölçümlerin yapılabilmesiyle de önceki yüzyılların da en merak edilen konularından olan dünyanın yaşı hesaplanmaya başlamıştı. 1913’te Arthur Holmes bir kayanın içindeki uranyumun ne kadarının kurşuna dönüştüğünü ölçerek yaptığı hesapla dünyanın 1.6 milyar yaşında olduğunu söylediğinde yerbilimcilerin çoğuna bu çok fazla gelmişti. Dünyanın en eski kayasını bulmak zor olsa da dünyayla aynı yaşta olan ve dünyaya düşen göktaşlarının radyometrik tarihlendirmesiyle dünyanın yaşı 4.54 milyar yıl olarak açıklandı ve kabul edildi.
Günümüzde artık biliyoruz ki iç çekirdekten dıştaki kabuğa farklı yoğunlukta ve sıcaklıkta katmanları olan dinamik bir yerkürede yaşıyoruz. Kabuk ve mantonun üst kısmını içeren katman litosferdir. Litosfer kıtasal ve okyanusal kabuktan oluşmaktadır ve (bir yapbozun parçaları gibi) tektonik levhalara ayrılmıştır. Bu tektonik levhalar, hemen altında yeralan ve kendinden daha sıcak, yoğun ve viskoz olan astenosfer üzerinde hareket etmektedir. Bu hareketi sağlayan ana etmen astenosferdeki yoğunluk ve sıcaklık farkı nedeniyle oluşan konveksiyon akımlarıdır.

Konveksiyon akımlarının sürekliliği levhaların hareketlerinin de sürekliliğini sağlar. Levhalar birbirlerine yaklaşarak, uzaklaşarak ve yan yana kayarak hareket ederler (Şekil 1). Yaklaşan levhalarda dalma- batma olayı olur. Ağır olan levha diğerinin altına batarak mantoya kadar iner ve erir. Akışkan haline geçince yüzeye yükselerek volkanik dağları oluşturur. İki levha da aynı ağırlıktaysa bu yakınlaşma çarpışma ve yükselmeyle sonuçlanarak Alp-Himalayalar gibi dağ sıralarını oluşturur. Uzaklaşan levhaların arasında mantonun yükselip soğuması ile de okyanus ortası sırtları oluşur. Bu uzaklaşma okyanusal kabuğun sürekli genişlemesi sonucu diğer levhaların da birbirine yaklaşıp sıkışmasıyla devam eder.
Kıtalar Pangea denen tek ve büyük bir kıtayken bu kıtayı çevreleyen de Panthalassa adında bir okyanus vardı. Bunlar zaman içinde hareket ederek iki kıtaya ayrılmıştı.
Levhaların diğer hareket şekli yanal hareketlerdir. Bu yanal kaymada yön ve hız farklılıkları özellikle levha birleşim yerlerinde (levha sınırlarında) zamanla elastik enerji birikimine neden olur. Bu biriken enerjinin salınımı ile depremler meydana gelir. Yer içinden salınan bu elastik enerji, sismik dalgalar yoluyla yüzeye iletilir. Bazı durumlarda fay hatlarına yakın bölgelerdeki endüstriyel uygulamalar da bu sismik hareketleri tetikleyebilmektedir.

İnsan kaynaklı depremler
20. yüzyılın yaşam anlayışı enerjiyi en önemli ihtiyaç yaptı ve buna sahip olmak, gücü de beraberinde getirdi. Gelişen bilim ve teknolojinin yerbilimlerine katkısıyla özellikle yüzyılın ikinci yarısında enerji ihtiyacının giderilmesinde yerkabuğunun derinliklerinden enerji hammaddesi ve ısı çıkarımı çalışmaları da artmıştı. Artan enerji ihtiyacı yerbilimdeki mühendislik uygulamalarını geliştirirken yerkabuğunun aşırı sömürülmesine de neden oldu. Kömür ve petrol-doğalgaz üretimi arttı. Yüzeye yakın kömür katmanları dünya çapında tükenirken derin kömür madenciliğine geçildi ve hızla bu sahalarda arttı. Geleneksel petrol ve doğal gaz üretimi yetersiz gelince özellikle hidrolik çatlatma yöntemi ile bitümlü şeyllerden gaz üretimi yapılması sağlandı. Hidrolik çatlatmaya benzer bir yöntemin kullanıldığı geliştirilmiş jeotermal sistem uygulamaları ile yerin kilometrelerce derinindeki yüksek ısıdan enerji elde etme çalışmaları denenmeye başlandı.
Artan enerji ihtiyacı yerbilimdeki mühendislik uygulamalarını geliştirirken yerkabuğunun aşırı sömürülmesine de neden oldu.
Bu uygulamalar sonucunda yerkabuğunda bazı sismik hareketler tetiklendi ve depremler oluşmaya başladı. İnsan kaynaklı depremler derken, insanların bu ve benzeri faaliyetleri sonucunda fay hatlarının uyarılması ile meydana gelen depremlerden bahsediyoruz. Günümüzde depreme sebep olan başlıca insan kaynaklı faaliyetler madencilik, hidrolik çatlatmalar, barajlar, jeotermal ve petrol-doğalgaz etkinlikleridir (Şekil 2).

Petrol-doğal gaz çıkarılmasında, jeotermal enerji eldesinde, madencilik faaliyetlerinde ve kaya gazı için yeraltındaki hidrolik çatlatmalarda yeraltına bir su enjeksiyonu veya su (veya gaz) çıkarımı söz konusudur. Sıvıların yeraltına enjeksiyonu veya yeraltından çıkarılması, kayanın çatlak hacminde değişikliklere neden olmaktadır. Hacim değişikliği gerilimi arttırarak yeni çatlak ve kırıkların oluşumuna yol açabilirken kayanın gözenek basıncının artması da kırılma yüzeyleri boyunca ani kaymalara neden olmaktadır. Madencilik faaliyetlerinde çıkarılan kütle ile baraj su kütleleri de yeraltındaki kayaların gerilme yükünde büyük değişikliklere neden olarak deprem üretebilmektedir.
İnsan kaynaklı depremlerle ilgili en geniş veri HiQuake ekibi tarafından biraraya getirilmiş ve inducedearthquakes.org adresinden yayınlanmaktadır. Bu kuruluş bilimsel gerekçelerle depremlere neden olduğu iddia edilen tüm endüstriyel projeleri listelemektedir. Bu liste 1907-2020 yılları arasındaki verileri kapsamaktadır. Listeye göre uyarılmış depreme neden olan uygulamalar ve depreme sebep olma oranları Şekil 3’te verilmiştir.

En fazla depreme sebep olan uygulamaların başında %34 ile hidrolik çatlatmalar vardır. Bu uygulama genellikle kaya gazı çıkarılması amacıyla yeraltına su enjeksiyonunun yapılmasıdır. Bunu madencilik (%25) ve baraj (%19) uygulamaları takip etmektedir.
Uyarılmış depremlerin büyüklük dağılımları incelendiğinde en çok (%69.4 oranında) 1,8 < M <4,4 aralığında yoğunlaştığı görülmektedir. Şekil 4’teki grafikte 1907-2020 yılları arasında mevcut olan 868 adet maksimum magnitüd değerini kullandım. Bu durumda insan kaynaklı olup 1.8’den küçük deprem uyarma olasılığı %10.6 iken 4.4’den büyük deprem üretme olasılığı %20’dir.

İnsan kaynaklı depremlerin ve dolayısıyla uygulamaların ülkelere göre dağımına bakıldığında ilk üç sırada %48.9 ile ABD, %16.9 ile Çin ve %9.35 ile Kanada yeralmaktadır (Şekil 5). ABD’nin en fazla depremin tetiklendiği ülke olması başlıca hidrolik çatlatma ve petrol doğal gaz çıkarılması uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Çin’de ise başlıca madencilik faaliyetleri ve barajlar nedeniyle uyarılmış depremler gözlenmiştir.

Türkiye’de insan kaynaklı depremler
Türkiye’nin içinde yer aldığı başlıca levhalar Afrika, Arap ve Avrasya levhaları ile Anadolu levhasıdır (Şekil 6). Kuzey Anadolu Fay (KAF) sistemi ile Doğu Anadolu Fay (DAF) Sistemi bu levha sınırları boyunca gelişmişlerdir. Buralarda doğrultu atımlı faylar gelişir. Afrika levhası 18 mm/yıl hızıyla kuzeybatıya doğru hareket ederken Arap levhası da kuzeye doğru hareket ederek Anadolu levhacığının saat yönünün ters bir rotasyonda ve 25 mm/yıl hızıyla batıya doğru hareket etmesine sebep olur. Batı Anadolu da bu hareketlerinden dolayı sismik olarak oldukça aktiftir. Buralarda normal faylar oluşarak horst-graben sistemlerini meydana getirmişlerdir. Bu jeolojik konumlanma ülkemizin doğusu, batısı kuzeyi ve güneyiyle bir deprem ülkesi olmasına neden olmaktadır.

Maraş depremlerinin, ön incelemelere göre Arap ve Anadolu Levhaları sınırında yeralan ve 700 km boyunca uzanan sol yönlü doğrultu atımlı bir fay olan Doğu Anadolu Fay (DAF) zonu üzerinde olduğu gözlenmiştir. Yerbilimciler deprem öncesinde Doğu Anadolu Fay zonunda levha hareketleri nedeniyle stres birikimleri olduğu ve buralara dikkat edilmesi gerektiğini birçok mecrada yazılı ve sözlü olarak dile getirmişlerdi. Bu konuda yetişmiş çok sayıda hocamız, mühendisimiz, kurumumuz mevcuttur ve gerekli incelemeleri, yayınları ve açıklamaları depremler öncesinde yaptıkları gibi sonrasında da yapmaya devam edeceklerdir. Bunları dikkate alarak çözümler üretmek yapılacak en önemli işlerden biridir.
Türkiye’nin deprem riski yüksek bir bölgede yeralması çok fazla diri fayın da olması demek. Bu durum fayların insan kaynaklı faaliyetler nedeniyle uyarılmasını da mümkün kılmaktadır.
Türkiye’nin deprem riski yüksek bir bölgede yeralması çok fazla diri fayın da olması demek. Bu durum fayların insan kaynaklı faaliyetler nedeniyle uyarılmasını da mümkün kılmaktadır. Ülkemizde insan kaynaklı depremler olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmalara göre uyarılmış depremlerin sebepleri jeotermal sahalardaki reenjeksiyon uygulamaları ile baraj su yükleridir.
Türkiye’deki jeotermal kaynaklar su ve buhar içeren sistemlerdir. Batı Anadolu bölgesindeki horst graben sistemlerinin bir sonucu olarak gelişmişlerdir. Bu sahalarda 250 °C’lere varan sıcak su bulunması bölgeyi jeotermal elektrik üretimine oldukça uygun hale getirmektedir. Bölgede sayıları gittikçe artan, enerji atlasına göre 63 adet, jeotermal elektrik santralimiz mevcuttur. Bu santrallerde kuyularla yeraltından çekilen suyun ısısı kullanıldıktan sonra reenjeksiyon kuyuları yoluyla yeraltındaki rezervuara geri basılarak rezervuarın basıncının düşmemesi sağlanır. Böylece sürdürülebilir kullanım mümkün olabilmektedir. Hiquake verilerine göre jeotermal sahalarımızda meydan gelen uyarılmış depremler bu reenjeksiyon uygulamaları nedeniyle oluşmuştur. Hiquake bu veriyi Uytun vd, 2020’nin çalışmasından almıştır. Bu çalışmada, Gediz Grabenindeki üretim, reenjeksiyon ve sismik veriler coğrafi bilgi sistemi tabanlı bir program kullanılarak bölgenin tektoniği ve jeolojisi ile birlikte değerlendirilmiş ve özellikle reenjeksiyon için açılan jeotermal kuyuların çevresinde 1 ila 3 büyüklüğündeki depremlerin gözlemlendiği belirtilmiştir (Uytun vd., 2020).

ABD-Kuzey Kaliforniya’daki dünyanın en büyük jeotermal sahası Geysers’de 1975’ten beri sismik gözlem ve izleme çalışması yapan USGS, büyüklüğü 1 ile 4.5 arasında olan depremlerin buhar çekme veya enjeksiyondan kaynaklandığını belirtiyor.
Ülkemizde henüz yaygın olmasa da dünyada geliştirilmiş jeotermal sistemler (EGS) bir diğer adıyla sıcak kuru kaya (HDR) uygulamaları oldukça yaygınlaşmaktadır. EGS için yerin kilometrelerce altında hidrolik çatlatma yapılıyor. Ardından sıcak kayanın ısısından faydalanmak için yüksek basınçla su enjekte ediliyor. Basınçlı su işlemlerinin depreme neden olduğuna dair oldukça veri mevcut. İsviçre Basel’de yapılan EGS projeleri sırasında da uyarılmış fay hatları olmuş ve 2006 yılında 3.4 büyüklüğünde deprem oluşturmuştu (Deichmann ve Ernst, 2009). 15 Kasım 2017’de Güney Kore Pohang’da 5.5 büyüklüğündeki deprem yakın zamanda ülkede görülen ikinci büyük depremdi, beklenmiyordu ve yıkıma sebep olmuştu. 2018’de yayınlanan iki araştırma makalesi depremin geliştirilmiş jeotermal santral projesi nedeniyle açılan 4 km derinlikteki su enjeksiyon kuyusunun hemen altında başladığını ortaya koydu (Kim, K.-H. vd., 2018; Grigoli, F. vd, 2018).
Türkiye’de kayda geçen uyarılmış depremlerden bazıları da en büyük su tutma kapasitesi olan Atatürk Barajı yakınlarındaki depremlerdir.
Burada belirtmeden geçemeyeceğim bir konu da sıcak su ve buhar içeren jeotermal sistemlerden ısı üretiminin büyük deprem risklerini azalttığına dair yayınlanan araştırmalardır. Örneğin Im vd., 2021’e göre jeotermal sahalarda üretim ve reenjeksiyon nedeniyle rezervuardaki stres birikimi mikrodepremlerle tüketilerek büyük deprem oluşma riskini azaltmaktadır.
Türkiye’de kayda geçen uyarılmış depremlerden bazıları da en büyük su tutma kapasitesi olan Atatürk Barajı yakınlarındaki depremlerdir. Su tutma ve mevsimsel su seviye değişimleri nedeniyle bölgede büyüklüğü 3.0’den büyük çok sayıda deprem tetiklediği gözlenmiştir (Eyidoğan vd.,2010). Bölgede 2017 ve 2018’de meydana gelen 5.5 ve 5.1 büyüklüğündeki iki depremin uyarılmış/tetiklenmiş olup olmadığıyla ilgili yapılan bilimsel araştırma sonucuna göre; depremsellik, kaynak mekanizması ve ilk defa kullanılan uzun vadeli su seviyesi bilgilerinden (2002–2020) oluşan verilere dayanarak, gözlenen depremselliğin kısmen Atatürk Rezervuarı’nın su tutmasıyla tetiklendiğine dair güçlü göstergeler sunduğu belirtilmiştir (Büyükakpınar vd., 2021).
Sonuçlar
Yerbilimleri ilkçağdan günümüze kadar birçok teoriyle birlikte, fiziksel modelleriyle, kavramsallaştırma çalışmalarıyla binlerce yıl boyunca gelişerek ve aletsel ölçüm gücünü doğru analizlerle birleştirerek tarihinin en sağlam konumuna oturdu. Bu sebepledir ki yerbilimciler görünmeyen bir yeraltıyla uğraşmak hiç kolay olmasa da bugünkü deprem yorumlarında ve tahminlerinde oldukça tutarlıdırlar.
Yaşadığımız son depremlerin önceki depremler gibi levha tektoniği kuramı ile açıklanabildiği ortadayken yine de yapay olma ihtimalini düşünmek isteyenler bunu yaparken son yüzyılın insan kaynaklı depremlerini inceleyebilirler. Bu incelemeler onların, denizlerimizde olmadığı teyit edilen HAARP gemisinin deprem üretmesi safsatası yanında en azından daha akılcı eleştirel yaklaşımlar geliştirmelerini sağlayacaktır.
Gelişen yeraltı mühendislik uygulamaları sayesinde hammaddeye ulaşma konusunda da başarılar elde edilmiştir. Bununla birlikte yirminci yüzyılın ortalarından itibaren enerji ihtiyacının sürekli artması yerkabuğunun aşırı sömürülmesine neden olmaktadır. Bu aşırı yüklenme deprem gibi bazı olayları tetiklemiştir. İnsan kaynaklı depremlerin oluşmasına neden olan uygulamaların gözlenmesi ve izlenmesi ile önlemler alınarak iyileştirmeler yapılabilecektir. Fakat bu bilimsel iyileştirmelerle birlikte doğayı sadece bilimsel olarak çalışmanın insanın doğayı tüketmesine engel olmadığını anlamamız ve bilimin etikle birleşmesi ile bu sorunların aşılması gerektiğini de düşünmemiz gerekiyor.
Kaynaklar
Büyükakpınar, P., Cesca, S., Hainzl, S., Jamalreyhani, M.,Heimann, S., Dahm,T., 2021. Reservoir-Triggered Earthquakes Around the Atatürk Dam (Southeastern Turkey).Frontiers in Earth Science. Vol.9.
Deichmann, N., Ernst, J. Earthquake focal mechanisms of the induced seismicity in 2006 and 2007 below Basel (Switzerland). Swiss J. Geosci. 102, 457 (2009). https://doi.org/10.1007/s00015-009-1336-y
Eyidoğan, H, Geçgel, V. and Pabuçcu, Z., 2010, Correlation Between Water Level Decrease In Atatürk Dam, Turkey and Mw5.0 Earthquake On September 3, 2008, In Proceedings ESC 2010, 6-10 September 2010, Montpellier, France., sayfa 61.
Grigoli, F. et al. 2018. The November 2017 Mw 5.5 Pohang earthquake: A possible case of induced seismicity in South Korea. Science 360, 1003–1006.
Im, K., Avouac, JP., Heimisson, E.R. et al. Ridgecrest aftershocks at Coso suppressed by thermal destressing. Nature 595, 70–74 (2021). https://doi.org/10.1038/s41586-021-03601-4
Kim, K.-H. et al. 2018. Assessing whether the 2017 Mw 5.4 Pohang earthquake in South Korea was an induced event. Science 360, 1007–1009.
Lyell, C., 1830. Principles of Geology: Being an Attempt to Explain the Former Changes of the Earth’s Surface, by Reference to Causes Now in Operation
Oldroyd, D., 2003. İnsan Düşüncesinde Yerküre. Tübitak yayınları
Suess, E.,1904. The face of the Earth. Clarendon Press.
Şengör, A.M.C., 2004. Yaşamın Evrimi Fikrinin Darwin Döneminin Sonuna Kadarki Kısa Tarihi. İTÜ yayınevi.
Uytun, H., Sözbilir, H., Baba, A., Yıldızdağ, K., & Karaş, M., 2020. Relation between Induced Seismicity and Geothermal Systems: A Case Study from The Gediz Graben, Western Anatolia, Turkey. Proceedings World Geothermal Congress 2020+1 Reykjavik, Iceland.