19. yüzyılda felsefeyle uğraşmak dinsizlik sayılıyordu.
Eğitim tarihçimiz Osman Nuri Ergin, İstanbul Mektepleri ve İlim, Terbiye ve Sanat Müesseseleri Dolayısı İle Türkiye Maarif Tarihi adlı beş ciltlik muazzam eserinin Beşinci Cildi’ne (İstanbul 1943) eklediği bir dipnotta, bütün bir 19. yüzyıl boyunca “felsefe ile uğraşmanın dinsizlik sayıldığı”nı Sırrı Bey’in hatıralarına dayanarak kanıtlamaktadır.
Sırrı Bey kimdir?
Örikağasızade Hasan Sırrı Bey (1861-1939), II. Abdülhamid Dönemi’nde Mâbeyn-i Hümâyun mütercimliği yapmış ve Dârü’l-Muallimîn ve Mekteb-i Hukuk’ta dersler vermiş bir Osmanlı âlimidir. Meşhur yazarımız Nahid Sırrı Örik’in (1895-1960) babasıdır. William Shakespeare’in Venedik Taciri (1884) ve Yanlışlıklar Komedyası (1887) adlı eserlerinin Türkçeye tercümesi ile tanınmıştır.
Eserleri ise şunlardır: Muhtasar Osmanlı Coğrafyası (1892); Tarih-i Umumî (1892); Yeni Kıraat (1898); Hukuk-ı Hususiyye-i Düvel (1896); Hukuk-ı Düvel Nokta-i Nazarından Osmanlı-İtalya Muharebesi (1914).
“Sırrı Bey diyor ki,
Bakanlıkça hazırlıklara öncelikle Dârü’l-Fünûn’un teşkilatını ve ders programlarını düşünmekle başlandı. Ve bunun için muhtelif Avrupa memleketlerinden dâhilî nizamnameler ile programların matbu nüshaları getirtildi; tercüme ettirilerek teşkil olunan komisyonda tetkik ve tertibine başlandı.
Bakan Zühtü Paşa, beni de bu komisyona memur etmişti. Meydana çıkan projeyi kendisine verdiğim zaman Avrupa’daki benzer kurumlara nazaran bizim Dârü’l-Fünûn’un programlarında eksik bir şey olup olmadığını sordu. Doğal olarak derslerin birçoğu eksikti. Mesela, Hukuk Fakültesi’nde Roma Hukuku, Fen Fakültesi’nde Paleontoloji gibi bazı dersler yoktu. Çünkü o zaman bu derslerin talebeye öğretilmesinde mahzur tasavvur olunuyor, jurnalciler de bunlar aleyhinde kalem kullanmaktan usanmıyorlardı.
Sonra bazı derslere de o zaman muallim bulmakta güçlük vardı. Bu yönleri anlattığım zaman, Fransızca bilmediği için herkesin cahil, mutaassıp ve Eğitim Bakanlığı’na uygun bulmadığı merhum, en ziyade düşünce özgürlüğüne malik çağdaş bir bakana yakışacak surette:
“Öyle düşünmeyiniz. Korktuğunuz bazı ilimlerin ismini değiştiriniz, fakat programa dâhil ediniz. Hocasızlık yüzünden yahut bazı değerlendirmeler ile bugün o ilimler okutulamasa bile, gelecek yıllarda elbette uygun zamanı gelir, o vakit öğretilmesine imkân hâsıl olur. Hiç olmazsa şimdi hazırlanan ders programlarını o vakit ellerine alanların bu gibi noksanlarımızdan dolayı eleştirilerine hedef olmayız.”
diye hem büyük bir cesaret, hem de hakikî bir maarif-perverlik gösterdi.
Paşa’nın bu türlü düşünüşlerinin bir misali de şudur:
Mekteplerde okutulan “Hikmet-i Tabîiyye” (Doğa Felsefesi), güya öğrencilerin dinî akidelerini bozuyor diye öğretilmesi yasaklanmış, fakat Zühtü Paşa bu makul olmayan emri icra etmeyip ismini Fransızca olarak “Fizik” suretinde anmak suretiyle dersin korunmasını tercih etmişti. Burada ona ima ediyordu.
Zühtü Paşa, umumun zannına karşıt olarak pek maarif-perver idi. Jurnalcilerden hoşlanmazdı. Bir gün Başkitabet’ten Şerh-i Mevâkıf adındaki kitabın zararlı olan içeriği yüzünden ortadan kaldırılması hakkındaki Padişah İradesi’ni bildiren hususi bir tezkere gelmişti. O vakit Matbaa-i Âmire (Devlet Matbaası) muhasebeciliğinde bulunan Hamit Bey’i davet edip, resmen gereğinin yapılması emrini verirken, hususi surette zinhar imha edilmemesini ve çünkü Matbaa-i Âmire’de basılan ve binlerce nüsha mevcudu olan bu kitapların daha sonra uygun bir anın gelmesinde külliyetli para ederek matbaaya büyük yararı olacağını tenbihte kusur etmemiş. Allah razı olsun, Hamit Bey de şu mahrem emri kendisinin güven duyduğu bir arkadaşı ile icra ederek ve hiçbir kimseye ipucu vermeyerek matbaanın en gizli bir yerinde saklamış. Meşrutiyet’in ilanında kitaplar korundukları yerden çıkarılıp satılarak bedeli ile matbaanın adeta yenilenmiş denilecek surette tamir edilmiş olduğunu eski arkadaşım Hamit Bey’den sonradan öğrendim.
Ubeydullah Efendi de Tanzimat Devri’nde, meslek ve ihtisas mekteplerinin açıldığı sıralarda felsefe hakkındaki telakkiyi gösterir şu açıklamayı yapmaktadır:
Mekteb-i Mülkiyye programına felsefe dersi koymak işini hazırlamak için evvela o vaktin Tercüman-ı Hakikat gazetesinde Mithat Efendi’ye bir iki makale yayınlattırıldı. Ve bu makaleler, o zaman Fatih (Medresesi) Hocaları ile talebesi arasında hayli heyecan yarattı.
Mekke’de askerler için görevli başhekim bir Mehmet Paşa vardı ki Mekteb-i Tıbbiyye’de tababetin Fransızca okutulduğu bir dönemde yetişmiş tabiplerden idi. Bu Mehmet Paşa’dan işittim. Mekteb-i Tıbbiyye’nin idadî (lise) sınıflarına felsefe dersi koymak istediklerinde, öğrenciler o zaman pederlerinin tahrik ve teşviki ile felsefe okumamak için grev yapmışlar ve gitmişler, bir hafta Ok Meydanı’nda yatarak mektebe gelmemişler. Hatta mehûm Mehmet Paşa derdi ki,
“Benim pederim avamdan bir mahkeme mübaşiri idi. Gayet sofu ve inançlı olmakla beraber benim greve katılmama razı olmaz ve bana ‘Oğlum ilimden zarar gelmez. Sen şu Ok Meydanı’na gidenlere uyma’ derdi; benim de canımı sıkardı. Çünkü ben felsefe ile bizi gavur edeceklerine inanır ve babamın cehlinden dolayı saflığına acırdım.”
Bir haftadan sonra efendiler mektebe döndüler ve bazı pederler çocuklarını mektepten aldılar. Mektepte felsefeye bütün bütün değil, kısmen başlandı…”