Oscar Wilde’ın dediği gibi giderek her şeyin fiyatını ve hiçbir şeyin değerini bilmeyen bir kültür haline geldik. İnsanlık tarihinde daha önce olmadığı kadar istediğimiz şeyi nasıl yapacağımızı biliyoruz. Bizim sorunumuz neyi istediğimizi bilmiyoruz.
Yazı: Richard Oxenberg
Çeviri: Feryal Şimal Güneş
Bu makaledeki iddiam doğruluk anlayışımızda bizi en yüksek doğruluğun “iyi” ile ilgili olanlar olduğu felsefi iç görüsüne geri döndürecek bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız olduğudur. Buna “etik doğru” (“felsefi doğru”nun bir alt kümesi) diyelim. Etik doğru arayışı bilimlerin sunduğundan farklı yöntem ve yollar kullanır. Etik hakkındaki veriler doğa bilimlerinin verileriyle benzer yolla toplanamayacağından ve kullanılamayacağından, bu yöntem ve yollar, aradıklarının doğası gereği, pozitif bilimlerden daha az titiz ve güvenilir olmalıdır. Yine de bu üst düzey doğrunun arayışının önemini kabul etmek, inanıyorum ki zamanımızın bir zorluğudur. Oscar Wilde’ın dediği gibi giderek her şeyin fiyatını ve hiçbir şeyin değerini bilmeyen bir kültür haline geldik. İnsanlık tarihinde daha önce olmadığı kadar istediğimiz şeyi nasıl yapacağımızı biliyoruz. Bizim sorunumuz neyi istediğimizi bilmiyoruz.
Öyleyse “iyi” ile ilgili doğrular hakkında anlamlı bir şekilde düşünmeye nasıl başlarız? Öncelikle iyi olanın değer alanını kendi deneyimlerimizin içine yerleştirmeye çalışmalıyız. O zaman değer alanının değerlendirmesine dönelim.
Etik doğru
Tarihsel olarak aksiyolojik olanın rasyonel olarak incelenmesi felsefe aracılığıyla olmuştur. “Felsefe” kelimesinin kendisi iki Yunanca kelime olan “philia” ve “sophia”dan türetilmiştir. Philia “sevgi”, sophia “bilgelik” anlamına gelir, bu nedenle felsefe “bilgelik sevgisi” olarak tanımlanır. Ancak “bilgelik” ile ne demek istiyoruz? Sokrates’i takip ederek, bilge kişi, gerçek filozof, yaşamın iyiliğini ve ona nasıl ulaşacağını anlayan kişidir. Ya da bunu geliştirmekte olduğum terimlerle ifade edecek olursam, bilge kişi varlığın aksiyolojik boyutunu anlayan ve doğrunun fiziksel dünya ve birbirimizle ilişkilerimizde en iyi nasıl uygulanacağını bilen kişidir.
Bilimin sağladığı doğruları akıllıca kullanmak için yeteneğimiz tamamen, etik doğruya ulaşmadaki ilerlememize bağlı olacaktır.
Aristoteles, kendisinden önceki Sokrates ve Platon gibi, aklın nihai amacının böyle bir bilgeliğe ulaşma olduğunu kabul etti. Bu açıdan bakıldığında “etik doğru”nun -nasıl yaşanacağı hakkında bilgelik alanı olan doğru- tam anlamıyla doğru olduğu söylenebilir. Doğa bilimleri tarafından sağlanan doğruların türü -fiziksel dünyanın işleyişiyle ilgili doğrular- o zaman sadece tamamlayıcı doğrular anlamına gelirdi: doğrular tam önemlerine yalnızca etik doğrudan bahsederek sahiptir. Bu yüzden, Aristoteles’in terimi kullanılırsa, modern bilimler “yardımcı bilimler”dir. Bilimin sağladığı doğruları akıllıca kullanmak için yeteneğimiz tamamen, etik doğruya ulaşmadaki ilerlememize bağlı olacaktır.
Bu fizik bilimlerinin değerini herhangi bir şekilde aşağı çekmek değildir. Daha ziyade değerlerini uygun bağlama yerleştirmektir. Fiziksel dünya hakkındaki bilgimiz bizim için yalnızca aksiyolojik yani yalnızca ilgi ve değerlerimizle ilgili olarak anlam ve değer taşır. Bu basitçe bir totolojidir. Bunu gözden kaçırmak basitçe neyle ilgili olduğumuzu gözden kaçırmaktır.
Yine etiğin bilgiye olan bu merkeziliği eski bir görüştür. Herhangi bir akademik disiplinde en yüksek seviyeye ulaşmış olanlara hâlâ “felsefe doktoru” dememizde bu gerçeğin bir kalıntısını görüyoruz. Bu ifadenin anlamı herhangi bir disiplindeki en yüksek kazanımın sadece bilgi değil ancak bu belirli alanda bilgelik olduğudur. Maalesef “PhD”nin anlamının böyle anlaşılması tıpkı felsefenin akademide gözden düşürülmesi gibi kaybolmuştur. Yaşadığımız değer ve anlamları ihtiva eden varlığın aksiyolojik boyutunu akıllıca incelemek için, entelektüel arayışlarımızda felsefenin yeri ve rolüne saygı duymalıyız.
Felsefenin merkeziliği
Görünen o ki şimdi felsefe, fikirlerle oyalanarak kendilerini eğlendirmek isteyen, fazladan vakte sahip olanlar için bir tür “butik” çalışma olarak düşünülmeye başlandı. Bu, felsefenin öneminin tehlikeli bir yanlış anlayışıdır. Tam olarak tehlikelidir çünkü felsefe ve özellikle etik yoluyla, yaşadığımız temel değerleri rasyonel olarak kavrar ve eleştirel olarak inceleriz.

Basit bir örnek verelim. Bağımsızlık Bildirgesi’nde Thomas Jefferson şöyle yazar: “Bu doğruların apaçık olduğuna sahibiz; tüm insanlar eşit yaratıldı, yaratıcıları tarafından onlara devredilemez haklar verildi, bunlar arasında yaşam, özgürlük ve mutluluğun arayışı vardır…” Unutulmaması gereken ilk şey öncelikle bu bir etik ifadedir. Jefferson’ın bahsettiği doğrular, varlığın aksiyolojik boyutu ile ilgili doğrulardır ve onun ifadesinin doğruluk statüsü yalnızca felsefi olarak değerlendirilebilir. “Devredilemez haklar”ın var olup olmadığını belirleyebildiğimiz bilimsel test yoktur. Bu yüzden “doğru” anlayışımızı bilimle sınırlandırdığımız ölçüde, bunun bilimsel olarak incelenebilecek hiçbir şey ifade etmemesinden dolayı, bu ifadeyi anlamsız bularak reddetmeliyiz. Bu tür iddiaları anlamamıza ve değerlendirmemize yalnızca felsefi bir inceleme izin verecektir. Kültürümüz felsefi açıdan giderek daha cahil hale geldikçe böyle bir incelemeye girme becerimizi kaybederiz. Böylece yaşadığımız değerlerin çoğuna olan entelektüel erişim git gide kaybolur.
Elbette felsefi araştırmanın doğası öyledir ki, felsefi iddialarla ilgili pozitif bilimlerin sağladığı türde bir kesinliğe ulaşmayı umut edemeyiz.
Elbette felsefi araştırmanın doğası öyledir ki, felsefi iddialarla ilgili pozitif bilimlerin sağladığı türde bir kesinliğe ulaşmayı umut edemeyiz. Ancak bu, felsefi araştırmayı terk etmek için iyi bir neden değildir. Aksine, felsefi iddiaların sınırlamaları, bu sınırlamaların anlamı ve kendimizi onlara karşı nasıl yönlendirmemiz gerektiği, ele alınması gereken önemli felsefi konulardır.

Bunun gibi kısa bir makalede, felsefi araştırmanın nasıl ilerlemesi gerektiğine dair (bu bir başka felsefi soru) ayrıntılı bir incelemeye girmek mümkün değildir. Amacım basitçe ilerlemesi gerektiğini iddia etmektir. Felsefeyi görmezden gelmek bizim için büyük bir tehlikedir. Felsefi sorgulama hem bireyler hem de toplum olarak kendimizi anlamamız için esastır. Bu bakımdan medeniyetin sağlığı için gereklidir.
Yeni bir eski paradigma
En acil şekilde ihtiyaç duyulan şey, “doğru”nun ne olduğunun oldukça eski bir anlayışına bir geri dönüştür. Özellikle varlığın aksiyolojik boyutu için yenilenmiş bir değerlendirmesine ihtiyacımız var. Böyle bir değerlendirme aksiyolojik olanın kendi gerçekliğinin bir özelliği olduğunun kabul edilmesini gerektirir.
Bunu yazarken, bunu yazmam gerektiğinin ne kadar garip olduğuna şaşırdım. Varlığın (veya gerçeğin) -değerlerimizin ve etik kaygılarımızın kaynağı- aksiyolojik boyutunu gözden kaçırmamız kendimizi içinden çıktığımız gerçekliğe ne kadar yabancı görmeye başladığımızın kanıtıdır. Materyalist anlayışın öne sürdüğü evren oraya buraya savrulan büyük bir duyarsız şeyler yığınıdır ve bu görüşe göre duyarlılık duyarsızlığın tesadüfi ve gereksiz bir yan ürünüdür. Önemseme tüm bunların neresinden geldi? Ahlaki değerler nereden geliyor? Materyalizm soruyu cevaplamaktaki başarısızlığından çok soruyu sormada başarısız değil. Örneğin merhum Stephen Hawking parlak kariyerini “her şeyin teorisi” dediği şey üzerinde çalışarak geçirdi. Ancak doğruda, varlığın aksiyolojik boyutunu hesaba katmadan kapsamlı bir “her şeyin teorisi” olamaz. Gerçekliğin değerler yönünü anlayana kadar, oldukça basit bir şekilde, gerçekliği anlamamışızdır.
Şu anda “bilim” olarak adlandırdığımız şeyin orijinal terimi “doğa felsefesi” idi.
Bununla birlikte aksiyolojik boyutu bilimsel olarak keşfedebilir miyiz? Sam Harris ve diğerleri, örneğin Harris’in kitabı Ahlaki Manzara: Bilim İnsanı Değerleri Nasıl Belirleyebilir? (2011) adlı kitabını görebileceğimizi öne sürdüler. Ancak burada pek çoğu “bilim” kelimesiyle ne kastettiğimize bağlıdır? Elbette, çeşitli yollarla ve sınırlı ölçüde aksiyolojik olanı keşfettiği dürüstçe söylenebilecek psikolojik, politik, antropolojik ve sosyal bilimlerdir. Ancak değerlerimize ve önemsediğimiz ve bize anlam veren şeylere tek doğrudan erişimimizin içsel yansıma yoluyla olduğu göz önüne alındığında, değer anlayışımızın kesin ve yalnızca ampirik olamayacağına dikkat edilmelidir -eğer ampirik ile duyularla gözlemlenebilir şeye atıfta bulunuyorsak-. Aslında “beşeri bilimler” katı bir şekilde ampirik olanla felsefi olan arasındaki sınırdadır ve biz bunların bulgularını ancak öznel deneyimlerimizden edindiğimiz insana ilişkin anlayışı önceki “bilimsel olmayan” anlayışa atıfta bulunarak anlayabiliriz. Bu, bilim ile kastettiğimiz şeyi kökten bir şekilde gözden geçirmeden, aksiyolojik olanı “tamamen bilimsel olarak” etkili bir şekilde keşfedemeyeceğimiz anlamına gelir. Bunu yapmaktansa, bilimi felsefenin yalnızca bir dalı olarak gören eski paradigmaya dönsek daha iyi olur. Gerçekten de şu anda “bilim” olarak adlandırdığımız şeyin orijinal terimi “doğa felsefesi” idi, çünkü fiziksel bilimler bizim anlama ve fiziksel dünyada daha iyi yaşama kaygımızdan ortaya çıktıkları ölçüde, kendi yöntemleriyle, insani değerleri yansıtır. O halde ihtiyaç duyulan şey, etik olanı bilimsel olana indirgemek değil (Harris ve diğerlerinin yanlış bir şekilde öne sürdüğü gibi), bilimi felsefi sorgulamanın yalnızca bir modu olarak kabul ederek bilimsel olanı felsefi tabakaya geri getirmektir. Nihai çalışmanın “iyi”yi arayan çalışma olduğuna dair Aristotelesçi iç görünün düzenlenmesine ihtiyacımız vardır. Diğer her çalışma yalnızca buna yardımcı olarak değere sahiptir.
Kaynak
https://philosophynow.org/issues/149/What_Is_Truth (son erişim tarihi: 20.04.2023)