Anadolu, biyocoğrafik açıdan benzersiz bir konuma sahip olmasındaki en temel etmenlerin başında üç farklı fitocoğrafik bölgenin (Akdeniz, İran-Turan ve Avrupa-Sibirya) kesişim noktasında yer almasıdır. Bu eşsiz konum, bölgenin floristik zenginliğinin temel belirleyicilerinden biridir.
Prof. Dr. Hasan Yıldırım
Ege Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Botanik Anabilim Dalı
Anadolu coğrafyası, tarihsel süreçte birçok medeniyete ev sahipliği yapmasının yanı sıra, komşu coğrafyalara kıyasla sahip olduğu olağanüstü bitkisel çeşitlilik ve yüksek endemizm oranıyla da dikkat çeken eşsiz bir coğrafyadır. Bu istisnai biyolojik zenginliğin kökeninde ise çok katmanlı coğrafi, jeolojik ve ekolojik faktörler yatmaktadır.
Anadolu florasının bu denli zengin olması, hem güncel hem de paleoekolojik etmenlerin birleşiminden kaynaklanmaktadır. Güncel faktörler arasında, üç majör fitocoğrafik bölgenin (Avrupa-Sibirya, İran-Turan ve Akdeniz) kesişim zonunda yer alması başta gelmektedir. Bunun yanı sıra, belirgin topoğrafik heterojenlik, farklı iklim kuşaklarının varlığı, çeşitli ana kaya formasyonları ve pedolojik çeşitlilik gibi abiyotik faktörler de bu floristik zenginliğin oluşumunda kritik rol oynamaktadır.
Anadolu florasının bu denli zengin olması, hem güncel hem de paleoekolojik etmenlerin birleşiminden kaynaklanmaktadır.
Kuvaterner (Dördüncü Zaman) döneminde, Anadolu coğrafyası Kuzey Yarım Küre’nin karakteristik buzul örtüleri altında kalmamış, bunun yerine “Pluvial Dönem” olarak adlandırılan serin ve yağışlı bir iklim rejimi etkisinde kalmıştır. Bu klimatik özellikler, özellikle termofil bitki türleri için önemli bir refüjiyum (sığınak) alanı oluşturmuştur. Bu süreçte, hem yatay hem de dikey yönlü floral göçler gerçekleşmiş ve çok sayıda Palearktik kökenli bitki türü Anadolu’da yeni yayılış alanları kazanmıştır. Tirheniyen evresinde meydana gelen yoğun tektonik aktivite, topoğrafyada radikal değişimlere yol açarak türlerin yayılış alanlarının parçalanmasına ve böylece allopatrik türleşme süreçlerinin hızlanmasına neden olmuştur.
Holosen döneminde ise, Eremiyal (çölleşme) fazı sırasında Anadolu, İran-Turan floristik bölgesine ait çok sayıda taksonun göçüne maruz kalmış ve aynı zamanda Asya ile Avrupa arasında bitki dispersiyonu için kritik bir biyocoğrafik köprü işlevi görmüştür. Bu paleoekolojik süreçlerin sonucunda, Pleistosen buzul dönemlerinde Avrupa kıtası yıkıcı buzul örtüleri altında kalırken, Anadolu coğrafyası bir glasiyal refüjiyum (buzul sığınağı) işlevi görmüştür. Ardışık glasiyal ve interglasiyal dönemler boyunca hem enlemsel (horizontal) hem de yükseltisel (vertikal) yönde gerçekleşen bitki dispersiyonları, Anadolu’da floristik çeşitliliğin katmanlı bir şekilde birikmesine yol açmıştır. Bu süreç, günümüz Türkiye florasının olağanüstü zenginliğinin temel biyocoğrafik mekanizmalarından birini oluşturmaktadır.

Anadolu’nun jeolojik evrimi, Oligosen döneminde (yaklaşık 34 milyon yıl önce) başlayan denizel ortamdan karasal bir yapıya geçiş süreciyle şekillenmiştir. Bu paleocoğrafik dönüşüm, Kuvaterner dönemindeki glasiyal-interglasiyal döngüler boyunca hem flora hem de fauna için kritik bir biyolojik refüjiyum (sığınak alanı) işlevi görmesini sağlamıştır. Refüjiyum alanlar, özellikle Pleistosen’in son dört buzul çağı (Günz, Mindel, Riss ve Würm) sırasında, stresli iklim koşullarına rağmen biyotik unsurların hayatta kalmasını mümkün kılan ekolojik sığınaklardır. Anadolu’nun nispeten genç bir kıta parçası olması (Alpin orojenezi sonucunda) ve geç denizel regresyon özelliği, çok sayıda bitki taksonu için yeni bir kolonizasyon alanı oluşturmuştur. Bu durum, özellikle Pleistosen megafaunasının ve relikt bitki türlerinin bu bölgede korunabilmesine olanak tanımıştır.
Son Buzul Maksimumu’ndan (~26.500-19.000 yıl önce) günümüze kadar süregelen bu refüjiyal işlev, Anadolu’yu küresel ölçekte floristik çeşitlilik merkezlerinden biri haline getirmiştir. Bu özellik, bölgenin özellikle Palearktik biyocoğrafik bölgedeki eşsiz konumunu açıklayan temel faktörlerden biridir. Bu süreçte, Avrupa’nın büyük bölümünün buzullarla kaplanması, birçok bitki taksonunun Anadolu’ya göç etmesine neden olmuştur. Bu floristik elementler, Anadolu’nun çeşitli ekolojik nişlerinde hayatta kalma şansı bulmuş ve postglasiyal dönemde yeniden kolonizasyon için kaynak populasyonlar oluşturmuştur. Bu biyocoğrafik dinamikler, Türkiye’nin küresel ölçekte önemli bir biyoçeşitlilik sıcak noktası olarak kabul edilmesine yol açmıştır.
Anadolu, biyocoğrafik açıdan benzersiz bir konuma sahip olmasındaki en temel etmenlerin başında üç farklı fitocoğrafik bölgenin (Akdeniz, İran-Turan ve Avrupa-Sibirya) kesişim noktasında yer almasıdır. Bu eşsiz konum, bölgenin floristik zenginliğinin temel belirleyicilerinden biridir. Dağlık topoğrafyası sayesinde Anadolu, Neojen’den günümüze kadar geçen süreçte, Pleistosen buzul döngüleri boyunca önemli bir koruma alanı işlevi görmüştür. Orografik çeşitlilik, mikroiklim alanlarının oluşumuna olanak sağlamış ve bu durum:
- Glasiyal dönemlerde relikt populasyonların korunmasını,
- Kısa mesafelerde belirgin iklim farklılıklarının oluşmasını,
- Lokal adaptasyonlar ve allopatrik türleşme süreçlerinin hızlanmasını mümkün kılmıştır.
Türkiye’nin floristik zenginliği, özellikle yüksek endemizm oranıyla dikkat çekmektedir. Yıllık olarak 40-60 arasında yeni endemik bitki türünün keşfedilmesi, ülkemizi botanik araştırmalarında küresel ölçekte önemli bir merkez haline getirmektedir. Bu keşiflerin büyük kısmı, henüz yeterince araştırılmamış özel habitatlarda gerçekleşmektedir. Anadolu coğrafyasının başlıca endemizm merkezleri ise kısaca şu şekilde özetlenebilir: Gümüşhane’den civarı Otlukbeli Dağları’ndan başlayıp, Amanoslar’a ve Fethiye/Babadağ’a kadar uzanan Toros Dağ silsilesi; Karadeniz Dağları silsilesi; Ağır metallerce zengin Serpantin substrat kuşağı; Jipsli step alanlarından özellikle Orta ve Doğu Anadolu’daki evaporitik formasyonları; Biyoklimatik geçiş zonları olarak değerlendirilen, ülkemizdeki fitocoğrafik bölgelerin kesişim noktaları şeklinde özetlenebilir.
Türkiye’nin floristik zenginliği, özellikle yüksek endemizm oranıyla dikkat çekmektedir. Yıllık olarak 40-60 arasında yeni endemik bitki türünün keşfedilmesi, ülkemizi botanik araştırmalarında küresel ölçekte önemli bir merkez haline getirmektedir.
Ülkemiz özelinde son 20 yıldaki keşifler dikkate alındığında, yüksek potansiyelli yeni bitki türleri keşif alanları:
- Yüksek Dağ Ekosistemleri (>1000 m), alpin zonlar ve kayalık habitatlar
- Serpantin topraklar (özellikle Güneybatı-Güneydoğu Anadolu koridoru)
- Jips/Marnlı alanlar (İç ve Doğu Anadolu’da yoğunluklu)
- Kalkerli substratlar
- Mikroklimatik refüjiyumlar: Derin kanyon sistemleri (örn. Levent Kanyonu), uçurum yüzeyleri, nemli vadi içleri olduğu görülmektedir.
Bitki keşiflerinin yapıldığı özel alanlara en önemli örneklerden biri Levent Kanyonu (Malatya)’dur. Bu kanyon özelinde yapılan araştırmalarda son yıllarda 8 yeni endemik tür tanımlanmış olup, bu alandaki floristik envanter çalışmaları devam etmektedir. Kanyon sistemleri, Pleistosen buzul döngülerinden kalma relikt popülasyonlar için kritik sığınaklar olarak işlev görmektedir. Bu durum bir kanyon sistemi cenneti olan ülkemizde kanyonların, derin vadilerin geçmişin önemli sığınak alanları olduğunu ve yeni keşifler için yüksek bir potansiyel taşıdıklarının önemli kanıtlarından biridir. Özellikle kanyon ekosistemleri gibi ulaşımı zor alanlar, Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik araştırmalarında en az çalışılan habitatlar arasında yer almaktadır. Bu alanların mikroklimatik özellikleri, topoğrafik izolasyonu, edafik özellikleri yüksek oranda lokal endemizmi teşvik etmektedir.

Türkiye’nin bitkisel çeşitliliği üzerine yapılan sistematik çalışmalar, 18. yüzyılda Joseph Pitton de Tournefort’un Anadolu’ya gerçekleştirdiği keşif gezisiyle başlamıştır. Tournefort’un 1700-1702 yılları arasında topladığı bitki örnekleri ve yaptığı gözlemler, bölgenin ilk sistematik botanik verilerini oluşturmuştur. 19. yüzyılda İsviçreli botanikçi Pierre Edmond Boissier tarafından hazırlanan “Flora Orientalis” (1867-1888), altı ciltlik kapsamlı bir eser olup Anadolu florasının ilk detaylı envanterini sunmuştur. Bu çalışma, yaklaşık 12.000 bitki türünü içermekte ve özellikle tip örneklerin büyük bölümünü Anadolu’dan toplanan örnekler oluşturmaktadır.
Türkiye’nin bitkisel çeşitliliği üzerine yapılan sistematik çalışmalar, 18. yüzyılda Joseph Pitton de Tournefort’un Anadolu’ya gerçekleştirdiği keşif gezisiyle başlamıştır.
20. yüzyılda Peter H. Davis editörlüğünde hazırlanan “Flora of Turkey and the East Aegean Islands” (1965-1988), toplamda 9 cilt ve 1 de ek cilt şeklinde ortaya konmuş ve 2000 yılında Türk bilim insanları önderliğinde 2. ek cildi de basılarak onbir ciltlik modern bir referans eser olarak tamamlanmıştır. Bu kapsamlı çalışma toplamda 35 yıllık bir süreçte hazırlanmış ve yaklaşık 9.000 vasküler bitki türünü detaylı teşhis anahtarları, morfolojik betimlemeler ve dağılım haritalarıyla birlikte sunmuştur. Edinburgh Üniversitesi koordinasyonunda yürütülen projede, 125’in üzerinde uluslararası uzman görev almıştır.
Son 25 yılda biyolojik çeşitlilik çalışmaları, özellikle genetik çeşitlilik ve bitki genetik kaynakları bağlamında önemli bir dönüşüm geçirmiştir. 1990’lı yılların başından itibaren hız kazanan bu araştırmalar, Türkiye’nin pek çok kültür bitkisinin gen merkezi olması veya önemli gen merkezleri arasında yer alması nedeniyle özel bir önem kazanmıştır. Bu durum, Türkiye florasına olan ilgiyi artırmış ve floranın modern bilimsel yaklaşımlarla yeniden ele alınması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.
Türkiye’de bitki çeşitliliği araştırmaları oldukça yoğun bir şekilde devam etmekte olup, ortalama her 10 günde bir yeni bitki türü keşfedilmektedir. Bu hızlı bilgi birikimi, mevcut floristik eserlerin güncelliğini korumasını zorunlu kılmaktadır. Ancak uzun yıllar boyunca, hem bilimsel derinliğe sahip hem de halkın anlayabileceği düzeyde Türkçe bir flora eserinin eksikliği hissedilmiştir. Bu ihtiyacı karşılamak üzere, Prof. Dr. Adil Güner liderliğinde Türk botanikçiler tarafından “Resimli Türkiye Florası” projesi başlatılmıştır.
Türkiye’de bitki çeşitliliği araştırmaları oldukça yoğun bir şekilde devam etmekte olup, ortalama her 10 günde bir yeni bitki türü keşfedilmektedir.
Tamamen Türkçe olarak hazırlanan bu kapsamlı eser, yalnızca bilim camiasına değil, aynı zamanda doğa meraklılarına ve koruma çalışmalarına destek veren tüm kesimlere hitap etmeyi amaçlamaktadır. Bu proje, Türkiye’nin biyolojik zenginliğinin belgelenmesi, korunması ve sürdürülebilir kullanımı açısından büyük önem taşımakta olup, hem akademik dünyaya hem de toplumun tüm kesimlerine hitap eden bir referans kaynak olma özelliği taşımaktadır. Eserin tamamlanmasıyla, ülkemizin bitki çeşitliliği konusundaki bilgi birikiminin sistematik bir şekilde derlenmiş olacağı ve bu alandaki büyük bir boşluğun doldurulacağı öngörülmektedir.
“Resimli Türkiye Florası”, Türkiye’nin bitkisel zenginliğini kapsayan ilk kapsamlı Türkçe flora çalışması olarak öne çıkmaktadır. Bu eser, ülkemizin temel biyolojik zenginliği olan bitki çeşitliliği hakkında Türkçe dil engeli olmaksızın doğrudan bilgi sağlayarak önemli bir bilimsel ve kültürel boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır. Projenin temel hedefleri arasında; halkın bitkilerimizi tanımasının sağlanması, biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kalkınma politikalarında bilimsel verilerin kullanımının yaygınlaştırılması yer almaktadır.
Projenin hazırlık aşamasında, 2012 yılında “Türkiye Bitkileri Listesi (Damarlı Bitkiler)” adlı ön çalışma 102 bilim insanı ve bitki ressamının katkılarıyla tamamlanmıştır. Bu temel çalışmanın ardından, 8 editörün bilimsel denetiminde hazırlanan “Resimli Türkiye Florası”nın ilk cildi 2014 yılında yayınlanmıştır. Projenin 30 cilt olarak planlanan yayın serisinin 2030 yılında tamamlanması öngörülmektedir. “Resimli Türkiye Florası”nın yazımı projesi kapsamında, ülkemiz Florası kapsamında yayılış gösteren tüm taksonlara ait revizyonların yapılması gerekliliği kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmıştır. Bu eserde, her türün bilimsel betimi, yayılış haritaları ve teşhis anahtarlarının yanısıra teknik veya suluboya resminin çizilmesi oldukça büyük bir özgünlük katmıştır. Söz konusu bu ulusal projenin tamamlanması ile hem bilim dünyasına hem de halka çok önemli ve büyük bir hizmet sunulacağı beklenmektedir.

Doğanın korunmasına yönelik gerçekleştirilen çalışmalarda belirli bir bölgenin biyolojik çeşitliliğini ve benzersizliğini ölçmek için endemik türlerin alandaki sayısı önemli bir gösterge olarak kullanmaktadır. Son yıllarda dile getirilen “Biyoçeşitlilik Sıcak Nokta’ları” kavramı özellikle medyanın ve dolayısıyla çevreye duyarlı yaklaşımlara sahip insanların da oldukça ilgisini çekti. Dünya genelinde tanımlanmış 36 Biyoçeşitlilik Sıcak Nokta’sı bulunurken ülkemiz bu sıcak noktalardan 3 ünün çakışma noktasındadır. Biyoçeşitlilik değeri yüksek olan bu alanları belirlemek için üç tür çeşitlilik göstergesini kullanır, bunlar: genel tür zenginliği, endemizm ve bir tehdit göstergesidir. “Resimli Türkiye Florası” projesi, ülkemizin bitki çeşitliliğini belgelemek ve korumak adına önemli bir bilimsel girişimdir.
Proje kapsamında, Türkiye florasında bulunan tüm taksonların detaylı revizyonları yapılmakta ve her bir tür için bilimsel tanımlar, yayılış haritaları ve teşhis anahtarları hazırlanmaktadır. Eserin en dikkat çekici özelliklerinden biri, her bitki türünün teknik çizimlerinin ve suluboya resimlerinin özenle hazırlanmasıdır. Bu görsel unsurlar, esere hem bilimsel hem de estetik bir değer katarken, aynı zamanda halkın bitkileri tanımasını kolaylaştırmaktadır. Projenin tamamlanmasıyla, hem akademik camiaya hem de doğa severlere kapsamlı bir referans kaynağı sunulacaktır.
Proje kapsamında, Türkiye florasında bulunan tüm taksonların detaylı revizyonları yapılmakta ve her bir tür için bilimsel tanımlar, yayılış haritaları ve teşhis anahtarları hazırlanmaktadır.
Biyolojik çeşitliliğin korunması çalışmalarında, bir bölgenin ekolojik önemini değerlendirmek için endemik tür sayısı kritik bir ölçüttür. Bu bağlamda, son yıllarda öne çıkan “Biyoçeşitlilik Sıcak Noktaları” kavramı, hem bilim dünyasında hem de kamuoyunda büyük ilgi görmektedir. Dünya genelinde 36 biyoçeşitlilik sıcak noktası belirlenmiş olup, Türkiye bu sıcak noktalardan üçünün (Akdeniz Havzası, İran-Anadolu ve Kafkas) kesişim bölgesinde yer almaktadır. Bu alanların belirlenmesinde üç temel kriter kullanılmaktadır: yüksek tür çeşitliliği, belirgin endemizm oranı ve ciddi habitat kaybı tehdidi altında olma durumu. Türkiye’nin bu sıcak noktalarda yer alması, bitki çeşitliliği açısından ne kadar önemli bir coğrafyada bulunduğumuzu göstermektedir. “Resimli Türkiye Florası” projesi, bu zenginliğin belgelenmesi ve korunması için atılmış kritik bir adımdır.
“Resimli Türkiye Florası” projesinin güncel verilerine göre Türkiye, olağanüstü bir bitki çeşitliliğine ev sahipliği yapmaktadır. Ülkemizde kayıtlı 12.725 damarlı bitkinin (tür, alttür ve varyeteler dahil) bulunmakta olup, bu türlerin 4.447’si (%34.9) endemik statüsündedir. Bu veriler, Anadolu coğrafyasının her üç bitki türünden birinin yalnızca bu bölgeye özgü olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yüksek endemizm oranı, Anadolu’nun biyocoğrafik konumu ve jeolojik geçmişiyle yakından ilişkilidir. Anadolu, dünyanın en önemli bitki çeşitliliği merkezlerinden biri olarak kabul edilmekte ve küresel biyoçeşitlilik koruma çalışmalarında öncelikli bölgeler arasında yer almaktadır. Bu zengin floristik yapı, aynı zamanda ülkemizin doğal mirasının ne kadar değerli olduğunu ve korunması gerektiğini açıkça göstermektedir.

Türkiye’nin endemik bitki türlerinin büyük çoğunluğu, dar yayılışlı “nokta endemikleri” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu türler genellikle:
- Mikroiklimsel özellik gösteren sınırlı alanlarda (kanyon içleri, dağ zirveleri, özel jeolojik oluşumlar gibi),
- Çoğunlukla birkaç kilometrekareyi geçmeyen çok lokal habitatlarda,
- Özel edafik (toprak yapısı) ve klimatik koşullara bağımlı olarak yaşamlarını sürdürmektedir.
Ne yazık ki, Anadolu’nun hızla değişen arazi kullanımı ve artan insan baskısı, bu hassas türlerin %40’ından fazlasını IUCN kriterlerine göre tehdit altına sokmuştur. Özellikle, tarım alanlarının genişlemesi, insan eli ile çıkarılan orman yangınları, aşırı otlatma baskısı, madencilik faaliyetleri, yapılaşma ve altyapı projeleri, iklim değişikliğinin mikrohabitatları etkilemesi gibi faktörler, endemik türlerimizin yaşam alanlarını hızla yok etmektedir.
Bu kritik durum karşısında acil olarak hassas alanların envanterinin çıkarılması, mikrorezerv sistemlerinin oluşturulması, tür eylem planlarının hazırlanması, yerel halkın koruma çalışmalarına entegrasyonu ve ekoturizm potansiyelinin değerlendirilmesi gibi in-situ (doğal ortamında) koruma stratejilerinin uygulanması elzemdir. Unutulmamalıdır ki, bu endemik türler yalnızca ülkemizin değil, dünya biyolojik çeşitliliğinin de vazgeçilmez parçalarıdır ve kayıpları telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracaktır.
Unutulmamalıdır ki, endemik türler yalnızca ülkemizin değil, dünya biyolojik çeşitliliğinin de vazgeçilmez parçalarıdır ve kayıpları telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracaktır.
Dünya tarihi boyunca beş büyük kitlesel yok oluş olayı yaşanmıştır ve bunların her biri binlerce yıl süren jeolojik süreçlerin sonucunda meydana gelmiştir. Ancak günümüzde, insan faaliyetlerinin neden olduğu altıncı bir kitlesel yok oluşun eşiğindeyiz. Bu yeni yok oluş dalgası, öncekilerden farklı olarak çok daha hızlı ilerlemekte ve muhtemelen birkaç yüzyıl gibi kısa bir sürede tamamlanacaktır. Endemik türlerin yok oluşu sadece lokal bir kayıp değil, aynı zamanda ekosistemlerin bütünlüğü için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bir bitki türünün yok olması, ona bağımlı olan 10-30 arası hayvan türünü de riske atmaktadır. Polinatör kayıpları ise küresel gıda üretiminin %35’ini tehdit eden bir boyuta ulaşmıştır. Türkiye’de 2000 yılından bu yana her yıl 2-3 endemik tür daha yok olma eşiğine gelmektedir. Bu kayıplar, ekosistem hizmetlerinde geri dönüşü olmayan bozulmalara yol açmaktadır.
Bu krize karşı acil önlemler alınması gerekmektedir. Mikrorezerv sistemlerinin yaygınlaştırılması, tür eylem planlarının hazırlanması ve biyolojik koridorların oluşturulması gibi koruma stratejileri hayata geçirilmelidir. Aynı zamanda, sürdürülebilir kaynak kullanımını teşvik eden politikalar geliştirilmeli ve ÇED süreçleri bilimsel temelde güçlendirilmelidir. Endemik türlerin korunması için özel bütçeler ayrılmalı ve biyokaçakçılıkla mücadele birimleri kurulmalıdır. Unutulmamalıdır ki doğayı korumak, insanlığın kendi geleceğini korumasıdır. Bu altıncı yok oluş dalgası, tarihte ilk defa önlenebilir olanıdır, ancak zaman hızla tükenmektedir ve acil eylem planlarına ihtiyaç duyulmaktadır.

