Genellikle insan vücudunun dayanıklılığını, uyum gücünü ve yeteneklerini küçümseriz. Doğadaki en güçsüz bedenlerden birisi olduğu görüşü sıklıkla dillendirilir. Gerçekten öyle mi? Tabii ki öyle değil.
Gündelik hayatta düşünür ve konuşurken hatta bilimsel tezler üretirken hep yaşadığımız dönemin koşullarına göre fikir yürütme eğilimindeyizdir. Çok uzak geçmişe dönmeye gerek yok. Elektriğin, internetin, akıllı telefonların, evde musluktan akan suyun, motorlu araçların ve birçok modern ısıtıcının olmadığı beş kuşak öncesindeki nene ve dedenizin yaşam koşullarını bedenlerinin çekmek zorunda olduğu zorlukları düşünmeniz yeter. Genellikle insan vücudunun dayanıklılığını, uyum gücünü ve yeteneklerini küçümseriz. Doğadaki en güçsüz bedenlerden birisi olduğu görüşü sıklıkla dillendirilir. Gerçekten öyle mi? Tabii ki öyle değil. İnsan bedeni doğada görebileceğiniz en dayanıklı ve uyum yeteneği en yüksek canlı vücutlarından birisidir. Buna karşın beynimizi ise yüceltir, eşsiz bir organ olduğunu söyler dururuz. İyi de bu ikisi aynı bütünün ayrılamaz parçaları değil mi? Sanki güçsüz vücudumuzun üzerinde ve onun güçsüzlüğü yüzünden ve güçsüzlüğü nedeniyle beynimiz çok fazla evrimleşmiş gibi davranıyoruz. Beynimiz ile kesintisiz ve ayrılamaz bir birliktelik içinde olan ve aslında beynimizin varoluş nedeni olan bedenimizin gücünü ve dayanıklılığını beynimizin ve de kültürümüzün evrimi açısından çok ama çok göz ardı ediyor ve dahası da çok küçümsüyoruz. Çok yetenekli ve uyumlu bir beyin, tamamen bağlı ve muhtaç olduğu zayıf ve güçsüz bir beden ile birlikte neden evrim geçirmiş olsun ki?
Yıllarca insan ile hayvanı ayıran temel farkı bulmak üzere kafa patlattık. Örneğin “İnsan düşünen canlıdır” veya “İnsan alet üreten canlıdır” ya da “İnsan gülebilen canlıdır” gibi. Ancak hepsinin yanlış olduğu kanıtlandı. Böyle bir temel fark arayışında ısrarlı isek gerçeğe en yakın söylenebilecek cümle “İnsan pentatlon ve dekatlon yapabilen tek canlıdır” olmalıdır. Gerçekte bu zorlu spor serilerinde insan ile yarışabilecek canlı mevcut değildir. Kimi dallarda bazı hayvan türleri daha başarılı olabilir ancak tümünde bizimle yarışabilecek bir tür bilinmiyor. Kilometrelerce koşabilen, yüzebilen, dümdüz kayalara veya yüksek ağaçlara tırmanabilen, uzak mesafelere çok isabetli cisimler fırlatabilen, başka cisimleri ustalıkla kullanabilen bir vücudumuz var. Üstelik çok aşırı hava ve iklim koşullarında dahi bunları yapabilen bir vücuda sahibiz. Vücudumuz bu denli esnek ve güçlü olabilir. Günümüzün refah koşullarını bırakıp geçmiş öykümüze dönelim. Bu nasıl oldu bir bakalım.
Gerçeğe en yakın söylenebilecek cümle “İnsan pentatlon ve dekatlon yapabilen tek canlıdır” olmalıdır.
Avcı-toplayıcı atalarımız milyonlarca yıl tercihen yeni ölmüş hayvanların artıkları, yumurta ve larva olmak üzere hem etobur hem de otobur bir beslenme tarzı ile beslenmişlerdir. Ancak yaşam alanlarında bulunan kalıntılar 1,9 milyon öncesinden beri atalarımızın antilop ve ceylan gibi türleri avlayabildiklerini göstermektedir. Uzunca bir süredir kafaları meşgul eden sorun ise ellerindeki basit taş aletler odundan yapılmış topuz benzeri sopalar veya uçsuz mızraklarla bu hızlı canlıları nasıl avlayabildikleriydi. Sorunun yanıtı aslında halen yapılagelen bir avlanma yönteminin tekrardan dikkatleri çekmesi ile çözülmüş oldu. Bu dayanıklılık koşusu (sebat avlanması) olarak adlandırılan eski bir avlanma yöntemidir. Sebat avlanmasında, uzun mesafe koşu ve yürüyüş yeteneği, takip etme zekâsı, kısmen açık alanlar ve av sırasında ve sonrasında suya erişim gereklidir. Avcı-toplayıcılar, akbabaların gökyüzünde çizdikleri daireleri takip ederek aradıkları leşi bulurlar. Sonrasında leşe koşup, bölgedeki etoburları kovalayıp, kalan eti alırlar. Ya da gece avlanan etobur seslerini dinleyip sabah avın olduğu alana, diğer leşçilerden önce gider, kalan eti alırlar. Bu iki yöntem de avcı-toplayıcıların hem ete vaktinde ulaşmak için hem de eti yırtıcılardan uzağa çabucak taşımak için uzun mesafeler koşmalarını gerektirir. Sebat avlanması aktif av sırasında da kullanılabilir. Genelde tek başına veya bir grup avcı gün ortasında özellikle sıcak altında kovalamak için yalnız ve genellikle olabilecek en büyük avda karar kılarlar. Kovalamaca başlar. Önce av olan hayvan, gölgeye, nefes alıp vererek serinleyebileceği bir yere doğru tüm hızıyla kaçar. Avcılar ise izlerini takip ederek, genellikle yürüyerek, hızlıca hayvanı takip ederler. Dinlenen avı bulunca yine koşarak ve kovalayarak, korkmuş avın daha fazla serinlemesine izin vermeden yeniden kaçmasını sağlarlar. Nihayetinde hızlı yürüyüş ve koşu içeren bu kesintili takip ve kovalamaca sonrasında, avın vücut sıcaklığı ölümcül düzeylere ulaşıp sıcak çarpmasından yere düşmesine veya artık koşamayacak kadar güçsüz düşmesine neden olur. Bu yöntem bugün çok az kullanılsa da hâlâ Güney Afrika’da San halkı, Avusturalya yerlileri ve kimi Amerika yerlileri tarafından uygulanabilmektedir.
Sebat avlanması gibi oldukça güç bir görevi Afrika savanlarının güneşi altında atalarımız nasıl gerçekleştirebiliyordu? Yay şeklinde esneyen insan bacakları depar atmadan sabit tempolu dayanıklılık koşusu sırasında koşunun mâliyetini hızdan bağımsız şekilde sabit düzeyde tutabilirler. Yürüme ile karşılaştırıldığında koşmak yalnızca %30 ila %50 arasında daha fazla enerji tüketir. İlginç bir şekilde 8 kilometrelik bir koşunun her bir kilometresini 4 dakikada koşmak ile 6 dakikada koşmak arasında enerji açısından bir fark yoktur. Ayak kemerimiz yay gibi gerilebilir. Yaysı ayak kemeri koşmanın maliyetini %17 kadar azaltır. Aşil tendonu ise yürürken olmasa da koşma sırasında enerjinin %35’ini depolayıp bırakır. Aşil tendonu insansı maymunlarda 1 cm kadarken insanlarda uzunluğu 10 cm kadardır. Ayrıca kısa ayak parmakları da koşarken ayağı sabitlemeye yardımcı olarak koşmaya yönelik gelişen uyumun bir parçasıdır. Şempanzeler koşu bantlarında ister iki ayaklı olsun ister dört ayaklı olsun eşit mesafe yürütüldüklerinde biz insanlara göre dört kat fazla enerji harcamaktadır. Ortalama 45 kilogram olan erkek şempanze üç kilometre yürüdüğünde 140 kalori harcar. Bu enerji miktarı aynı mesafeyi yürüyen 65 kg ağırlığında bir insanın harcayacağı enerjinin üç katıdır. Şempanzeler günde ortalama 2-3 km yürürler. Buna göre şempanzenin bu mesafeyi yürümek için harcadığı enerji ile iki ayaklı yürüyen bir insan 8-12 km yürüyebilir.
En önemli uyarlanımlardan diğeri, terleyerek kendimizi soğutabilmemizdir. Giderek incelen vücut tüylerimiz ve cildimizde yer alan yüksek miktardaki ter bezimiz bu olanağı tanımaktadır. İnsanlar ile şempanzelerin vücutlarında bulunan kıl yoğunluğu aslında aynıdır ancak bizim vücudumuzdaki kıllar çok incelmiştir. Diğer memeliler kürkle kaplıdır ve bizim gibi ter bezleri yoktur ve terleme yolu ile bizim gibi serinleyemezler. Boydaki uzama, terleme alanını arttırarak vücudun serinlemesini kolaylaştırır. Saatte yaklaşık bir litre kadar terleyebiliriz. Bu miktar sıcak hava koşulları altında tempolu koşan bir atleti serinletmeye yetebilir. Örneğin bu uyarlanım 2004 yılında Olimpik maratonunda sıcaklı 35 derecenin üstünde olmasına karşın saatte ortalama 17,3 km hızla atletlerin iki saat süre ile çok fazla ısınmadan koşmasına izin vermiştir.

Bir diğer uyarlanım ise dışa doğru çıkık burunlarımızdır. Bu yapı soluduğumuz havada çalkantı yaratarak ısı düzenlenmesinde önemli rol oynar. Nefes aldığımızda hava burun deliklerimizden geçer, sonra 90 derece açı ile dönüp bir çift kapakçıktan daha geçip burnumuzun iç kesimine ulaşır. Havanın dalgalanmasına neden olarak burnun iç kesimindeki sümüksü yapı ile temasını arttırır. İçimize çektiğimiz sıcak ve kuru havanın nemlenmesi sağlanmış olur. Bu sayede akciğerler suya doymuş hava sayesinde kurumazlar. Soluk verirken oluşan dalgalanma da nemin tekrar sümüksü yapı tarafından yakalanmasını sağlar. Böylelikle sıcak ve kuru hava şartlarında uzun mesafeli yürüyüş veya tempolu koşular sırasında su kaybının azalması sağlanmış olur.
Sıcak altında ne kadar dayanıklı olduğumuzu kısaca gördük. Ancak atalarımız dünyaya yayılırken soğuk bölgelere de göç etti. Çünkü aslında soğuğa sandığımızdan çok daha dayanıklıyızdır. Birçok uyum yeteneğimiz vardı. Bunların başında soğuğa karşı kullanılan “İzole edici hipotermi” denilen bir uyum şekli gelmektedir. Bu uyum şekli iki yönlü işler ve besleyici gıdaya erişimi olmayan soğuk bölge insanları tarafından geliştirilmiş bir tepkidir. Bu soğuğa karşı etkin bedensel savunma şekli Orta Avustralya’da yaşayan Avusturalya yerlileri tarafından kullanılmaktadır. Bölgenin yerlileri soğuk çöl gecesinde rüzgârı kırmak için üzerlerine dallardan meydana gelen bir örtü örterler. Ateşin sönmesine izin verip çıplak olarak uyurlar. İç sıcaklıkları düşen ortam ısısı ile birlikte yavaşça düşer ve gün doğumunda 4C derece olur. Uykuları gayet sağlıklıdır. Derileri bizim için uyum sağladığımız iklimde zarar görmeden yapabileceğimizden daha fazla soğumaktadır. Bu esnada da metabolizmaları hayati organlarını soğutur ancak enerjiyi koruyarak düşer. Metabolizmaları yine yaşamsal bir risk oluşturmadan bizimkinden daha fazla düşüş gösterecektir. Kafkas ırkından gönüllüler aynı yaşam biçimine maruz bırakıldığında, denekler geceyi titreyerek ve uyumadan geçirmiş, metabolizmaları aniden yükselip düşmüştür. Kuzey Avustralya’da yaşayan Avusturalya yerlileri daha bol gıdaya sahiptir. Bu nedenle bu bölgedeki yerliler soğuğa karşı yalnızca izole edici tepkiyi kullanırlar, böylece soğuğa maruz kaldıklarında deri sıcaklıkları düşer; buna karşın metabolizmaları ve iç sıcaklıkları sabit kalır. Diğer bir savunma sistemini ise Kalahari Çölünde yaşayan Sun halkı ve And Dağlarında yaşayan Perulu yerliler kullanırlar. Bu halkların uyum yöntemi “katı hipotermik” yol olarak adlandırılır. Sadece derilerinin sıcaklığını düşürmezler bütün vücutlarını soğuturlar, böylece kalorilerini korurlar. Son bir uyum yöntemi ise Kuzeyin İnuit halkının yöntemidir. İnuit halkı oldukça yağlı büyük hayvanlar ile beslenirler. Metabolizma hızını düşürmek yerine çok büyük ölçüde arttırırlar. Vücutlarının artan metabolizma ile ısınmasına izin verirler. Bu hayvanlardan besin yolu ile aldıkları muazzam miktarda yağı depolamaz yakarlar. İnuti halkının deri altında herhangi bir şehirli Batılı insandan daha fazla miktarda yağa sahip olmadıkları gösterilmiştir. Deri kıvrım kalınlığı ölçümleri onların bu büyük miktarda yağı vücutlarını ısıtmak için metabolizmalarını arttırarak yaktığını desteklemektedir. İyi de bu yeteneği modern şehirlerde yaşayan insan kayıp mı etti acaba? Burada bir deneyden bahsetmek istiyorum. Deney kısaca şu: Bilim insanları gönüllü erkekleri 14C sıcaklıktaki suyla dolu tanklara her gün bir saat sokup fizyolojik ve metabolik olarak meydana gelenlerin tam kaydını tutuyorlar. Bir deneği dört ile altı hafta boyunca gün aşırı bir saat serinletmenin bile bir vücudu soğuk şartlara alıştırmak için yeterli olduğu görülmüş. Deneyin sonunda görülmüş ki erkekler tankın içinde rahat etmek için deneyin ilk gününe göre yüzde 20 daha az enerji yakmış. Vücudumuzun uyum gücü ile ilgili bilgi veren bu deney bize avcı-toplayıcılıktan ilk vazgeçen toplulukları hesaba katsak bile bedenimizin soğuğa karşı uyum yeteneğini tamamen kaybetmesi için geçen sürenin henüz çok kısa olduğu gerçeğini anımsatmak istiyor. Bundan 60.000 yıl kadar önce Afrika’dan çıkan atalarımız dünyaya yayılıp tüm kıtalarda tutunabilmeyi sadece beyinleri ile değil o beynin üzerinde durduğu ve ona muhtaç olduğu güçlü ve uyum yeteneği yüksek bedenleri sayesinde başarabildiler. Bedenimizin birçok yeteneği, modern hayatta çok kullanmasak dahi var ve her an kullanıma hazır olduğunu sanırım aklımızın bir köşesinde tutmamız gerekir.
Saygılarımla.