Arkeolojiden Psikolojiye ve Sanata Dönüşüm
Yaşam, tarih öncesi insanlar için kaotik bir yapıdaydı, yaşadıkları dünyayı anlama çabası, korkuları, endişeleri, arayışları benliklerinde ve zihinlerinde düzensizlik yaratırken, bunu dışa aktararak ifade etme çabası da tekrardan bütünlüğe gelebilme, toparlanma çabası olarak görülebilir.
Yazar: Devran Tan
Psikiyatrist, Psikoterapist, Sanat Terapisti
Prof.Dr., Nişantaşı Üniversitesi Psikoloji AD
Sosyal öğrenme nedir?
Sosyal öğrenme, canlıların bilgi, beceri ve deneyimleri çevrelerinden öğrenme şeklidir. Aristoteles, hayvanların davranışlarını imitasyon yani taklit, kopyalama yoluyla öğrendiklerini belgeleyen ilk kişidir. Darwin de, maymunların birbirlerini taklit ettiklerini, taklit etmenin ise hayvan içgüdüleri ile insan akılcılığı arasındaki köprü olduğunu göstermiştir. Hayvanlar arasında sosyal öğrenme yiyecek bulma, eş bulma gibi durumlarla sınırlı iken, insanlarda sosyal öğrenme kültürel öğrenme şeklidir. Bir kişi, kültüründeki birçok şeyi deneyerek veya hata yolu ile öğrenemez. Başkalarından öğrenmenin maliyeti, her şeyi deneyerek, keşfederek, deneme yanılma yoluyla öğrenmenin maliyetinden çok daha düşüktür.
Bununla birlikte, her nesilde çevresel değişiklikler meydana geldiğinde, bireylerin deneme yanılma yoluyla öğrenmesi uyum sağlayıcıdır.
Avcı-toplayıcıların bir kısmının ergenlik ve erken yetişkinlik döneminde evden ayrılarak uzak yerlere yolculuk yaptıkları bilinmektedir. Bu avcı-toplayıcılar, ‘forager’ olarak da bilinir. Araştırmalar, bu seyahat ve kamplar arası etkileşimin, toplayıcıların yaşamları boyunca yaklaşık 1000 bireyle tanıştığı anlamına geldiğini göstermektedir. Toplayıcı çocukların sosyal öğrenme (yani diğer pek çok kişiyi izleyebilme ve kopyalayabilme) ve ayrıca daha fazla yeniliğe maruz kalma ve bunları gözlemleme için sahip olabileceği çok sayıda fırsatın anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
Arkeolojik yapıların sembolik anlamları üzerine
Antik sembollerin mitolojik veya dini kökenleri bulunabilir. Tarih öncesi kültürlerde üretilen sembollerin çoğu karmaşık olmasına ve zaman zaman soyut ve geometrik biçimde görünmesine rağmen, heykellerde de sayısız varyasyonla ortaya çıkan bir konudur. Psikolojik açıdan bütünlüğü, bütünleşme çabasını temsil ettiği düşünülmektedir.
Jung, bilinçdışının, bir bütünlük duygusu ortaya çıkarmak ve yaşamlarımıza anlam katmak için iletişim kurmaya çalıştığına inanıyordu.
Bir sanat eseri kolektif bilinçdışından kaynaklanan arketipler üreten bir rüya gibidir.
Jung’a göre, hayvan imgeleri yalnızca büyülü ayinler için değil, aynı zamanda bilinçdışıyla ilgili diğer nedenlerle de ifade edilmiştir. Örneğin bir birey vahşi bir hayvanla, ağaçla ya da herhangi bir nesneyle bilinçdışında bir iletişim ve aktarım geliştirmiş olabilir. Yani, bazı çizimler sadece bireysel bir anlam taşıyabilir. (Resim-1)

Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi
Yaşam, tarih öncesi insanlar için kaotik bir yapıdaydı, yaşadıkları dünyayı anlama çabası, korkuları, endişeleri, arayışları benliklerinde ve zihinlerinde düzensizlik yaratırken, bunu dışa aktararak ifade etme çabası da tekrardan bütünlüğe gelebilme, toparlanma çabası olarak görülebilir. Mağaralarda gördüğümüz semboller veya resimler, her zaman için bir anlam ifade etmeyebilir veya sanatsal anlam taşımayabilirler. Karalama olarak karşımıza çıkma ihtimalleri de olduğundan herşeye anlam yüklemek yanlış olacaktır. Bugünden geçmişi, duygu ve düşünce biçimi olarak kesin bir ifadeyle çözümleyemesek de, arkeolojik yapılar sihirli, efsanevi düşünceden ampirik, bilimsel düşünceye dönüşümü aktarmaktadır.
Nesnelere aktarılan anlamlar
Bir topluluğun kendi üzerinde hissettiği baş edemediği kötü diye nitelendirdiği bir olay, düşünce, duygu veya hastalık bir bireye veya sembolik olarak bir cisme, insan eliyle yapılan bir nesneye, figüre aktarılarak atılabilir veya yok edilebilir. Bildiğimiz günah keçisidir artık aktarımı alan. Bazı durumlarda aktarım doğrudan ve törensizdir, bazılarında ise bir lider ve hatta tüm topluluğu içeren karmaşık bir tören gerektirir. Bu düşünce tarzı, iyi ve kötü olanı bölme ve kötü olandan elden çıkarma yoluyla bir ayrılma sürecini varsayar.
Nesnelere aktarılan anlamları oluşturan unsurları, desteği ile kapılarını bizlere açan Şanlıurfa Arkeoloji Müzesinden örneklerle ifade etmeye çalışacağım.
Efsanevi düşünce nedir?
Özelliklerin ve durumların aktarılabilir olduğu fikri efsanevi veya mitik bir Dünya görüşüne dayanmaktadır. Temsil edilen ile gerçek olan arasında bir ayrım yoktur. Uyku ile uyanıklık arasında, yaşam ile ölüm arasında olduğu gibi, rüya dünyasının gündüzünkiyle kaynaşmasıdır. İçinde büyü ve sihir vardır.
Ampirik (deneysel)-bilimsel dünya görüşünde özne ve nesne arasında bir ayrım varken, efsanelerde veya masallarda böyle bir ayrım yoktur. Burada hayal edilen ile gerçek olan arasında hiçbir ayrım yoktur. Çevreyle olan uyum, özellikle erken aşamalarda nesneler aracılığıyla müzakere edilir. Kelime ancak daha sonraki aşamalarda erişilebilir hale gelir. Bu, Resmin (Arkeolojik parçalar, yapılar, anıtlar) o zamanlar için kelimelerin bulunmadığı bir bilme biçimi sunduğu fikrine karşılık gelir. Ancak daha sonra kelimeler görüntüyle birleşip ifadeye dönüşür.
Bir resimde hayal gücünüzü kullanarak herşeyi yapabilirsiniz, olmayanı oldurabilir, olmasını istediğiniz bir dünya yaratabilirsiniz. Bir hikâyede tüm karakterleriniz olağanüstü güçlere sahip olabilir, onlara istediğiniz diyaloğu yazabilir veya sessiz bırakabilirsiniz. Bir heykele, yapıta insan ve hayvan sembolleriyle şekil verebilir, evcilleştiremeyeceğiniz bir hayvanı veya sahip olmadığınız bir nesneyi şeklen yaratabilirsiniz. Eser tamamlanmıştır, ait olduğu kişiye veya topluluğa geleneksel anlamda olumlu veya olumsuz anlamda duygusal bir arınma aracı olmuştur. (Resim-2)

Efsanevi-Mitik düşüncede büyüleri homeopatik veya taklit büyü ve bulaşıcı büyü olarak tanımlayabiliriz.
Homeopatik veya taklitçi büyü
Benzerin benzerini ürettiği ve bir etkinin nedenine benzediği inancıdır. Bu, fiziksel olarak bağlantısız şeyler arasındaki bağlantıya olan inançtır. Çocuğun yetişkinleri taklit ederek dil ve eylem becerilerini kazanma şekline benzer. Denmek istenen, ‘seni taklit edersem ya da arzumu resmedersem senin üzerinde güç kazanırım.’
Taklit büyünün en yaygın şekli, bir düşmana zarar verme niyetiyle görüntülerin yapılmasıdır. İmgeler yapılır ve imge acı çektikçe amaçlanan kurbanın da acı çekeceği inancıyla içlerine iğneler yapıştırılır.
Taklit büyüsü her zaman kötü niyetli değildir. Doğumu ve ardından emziren bebeği taklit etmek amacıyla bir oyuncak bebek yapılır; bu, kadının daha sonra hamile kalacağı beklentisiyle tabi tutulduğu karmaşık bir törenin parçasıdır. (Resim-3)

Bulaşıcı büyü
Bulaşıcı büyü, bir kişinin bir parçasına, hatta ona ait olan bir şeye sahip olmanın, o kişi üzerinde güç sahibi olmak olduğu anlayışıyla çalışır. Bütünün kaderi, parçanın kaderine bağlıdır.
Bir insanın en önemsiz bedensel parçasını, hatta efsaneye göre onun gerçek parçaları olan adını, gölgesini, aynadaki yansımasını ele geçiren kişi, o adam üzerinde güç kazanmış, onu ele geçirmiş olur.
Bunlar arasında gölgeyi ruh olarak algılayan insanlar da vardır, bir kişinin gölgesini yaralamak kişiyi yaralamaktır.
Dünyayı anlama çabası hayal gücüyle başlar, tüm yaşamı sihirli gücü varmışcasına kontrol edebildiği yanılsaması dönüşerek gerçeği bulma ve anlama çabasına dönüşür.(Resim-4)

Müzenin zihinlerimizde, duygularımızda nasıl bir etkisi vardır?
Müzeye giren ziyaretçi hangi eserden, hangi odadan seyre başlayacağını seçmekte özgürdür.
Bir resimden, sembolden, ifadeden, işaretlerden veya renklerden etkilenebilir. Bir eserle özdeşim kurabilir ve onunla zaman geçirebilir; bakar inceler, sonra diğerine geçse de adımlarını takip ederek kendisini etkileyen bir esere geri dönebilir. Onu geri dönmeye teşvik eden bağlantılar kurabilir eserlerle ve kendisiyle, kendi yaşamıyla.
Bazen de hızlıca gezer. Zihni fotoğraflamış olsa da gördüğünü henüz üzerinde düşünmeye hazır değildir, ta ki hazır olana kadar.
Etkileşim o anda olduğunda ise bir koltuk, dinlenecek bir yer bulabilir ve daha detaylı düşünebilir, eserle bütünleşmenin yol açtığı hayallere dalmanın keyfiyle.
Böylece yavaş yavaş müzedeki eserlerin dünyasına giriş yapar. Onların hikayesini merak ederken kendi hikayesiyle teması, yeni yapılan bir resme dönüşür, bu resim bittiğinde çerçeve içinde yerini alır kişinin zihninde etki bırakarak.
O dönemin insanlarına ait kazılardan elde edilen buluntular, eserler müzede izleyenle buluştuğunda zihinlerde temas işte böyle başlar. İzleyici buluntulara baktığında, o dönemin yaşantısını zihninde canlandırmaya çalışırken düşünür, anlatılan veya söylenen anlamlarının yanında kendi zihninde yansımalar da oluşur. Aktarım ve karşı-aktarım ile karşılaşır.
Aktarım ve karşı-aktarım: Neolitik insanlar ile ziyaretçi arasındaki ilişki
Peki, bu iki kavram ne demek derseniz? Kazı buluntuları, örneğin heykel veya kaplar, aletler o dönemden neolitik insanın elinden çıkar. Neolitik insan bir heykel ya da heykelcikler yapmıştır, bugün müzeyi gezen ziyaretçi onun yaptığına bakarken zihinler bir kesişme yaşar. İki bakan gözün birleştiği yer, bir sahnede veya tören alanında gibi birbirine karışır. Bu etkileşim ziyaretçinin içinde tetikleyici veya itici bir güç yaratabilir. Neolitik insan ne gördü, düşündü de yapmıştı, aktarmaya çalıştığı neydi? Bir duygu, yaşanmışlık, bir hikâye anlatıyordu, tam olarak ne demek istediğini henüz bilemesek de, o heykel vasıtasıyla onun aktardığı aktarım, bizim hissettiğimiz ya da düşündüğümüz ise karşı-aktarımdır. (Resim-5)

Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi
Müzedeki eserlere atfedilen anlamlar
Müzeler, kişinin kendisi, diğer insanlar ve dünya hakkında daha fazla bilgi edinmek için sanatın izlenmesine, yapımına ve yorumlanmasına odaklıdır. Müze, insanlara ilgi çekici ve özgür bir öğrenme ortamı sağlar.
Müzeye giren birçok nesne bulunduğu mekân ya da ortamdan koparılmış olduğundan, öncelik nesnenin geldiği kaynağın tespitiyle başlar, sonra nesnenin kendisine odaklanılır. Araştırmada nesnenin kendi kadar, geride kalmış diğer kültürel öğelerinin de araştırılması gereklidir.
Müzedeki eserlerin işlevleri de benzerdir. Bazen büyülü güce sahip tılsımlar olarak kullanılırlar, bazen de yalnızca dostluk simgesi, hatıra, anıt veya günlük yaşamın parçası bir eşya olabilirler.
Bir nesnenin ya da eserin tılsım olarak güçlenmesi
Bir nesnenin ya da eserin tılsım olarak güçlenmesi, nesneye yüklenen büyülü bir tutumun sonucudur. Bazen nesnenin üzerindeki sembolün, mizansenin durumu abartılır; nesneye gerçek, somut varoluşunu aşan bir hal, ek bir statü verilir. (Resim-6)

Bir nesneyi bu şekilde zenginleştiren düşünme tarzının sihirli bileşenleri vardır: Ne kadar geçici olursa olsun her olayın büyülü-efsanevi bir “anlamı” yok mudur? Ormanda bir fısıltı ya da hışırtı, toprağın üzerinde hızla süzülen bir gölge, suda titreşen bir ışık: bunların hepsi doğası ve kökeni itibariyle zaten bir sihir gibidir.
Müzeyi gezen izleyicinin düşündükleri veya söylemleri sabit kalmayabilir, hiçbir yorumun her zaman geçerli olmayabileceği gibi, nesne ile etkileşimi kendi dünyasında da yeni pencerelerin açılmasına yeni yorumlamaların ortaya çıkışına neden olur. Zihnimizde yaşadığımız tüm bu duyguların, düşüncelerin, sorgulayışların, arayışların içimizdeki süreci bir doğuma benzer, zamanı geldiğinde zihnimizdekilerle bilinçsizce kaynaşma, farklılaşma ve ondan ayrılarak onu bir resme, sanat eserine, bir nesneye, buluşa veya kelimelere aktarma değişimdir, dönüşümdür. Hem bu süreç tılsımlıdır hem de ortaya çıkan ile onun doğmasına vesile olan arayış tılsımlıdır.
Birbirini izleyen dönemlerdeki nesnelere baktığımızda, değişime tanık oluruz, zihin değişiyordur, hareket halindedir, yeni keşfedişler, farkındalıklar vardır. Eser, onu yapanın veya ait olduğu topluluğun bir parçası olarak tanımlanmış olabilir, iyi ya da kötü yönde ‘harikalar yaratmaya’ muktedir olarak deneyimlenebilir.
Eseri yapanla, izleyici hiçbir zaman biraraya gelemeyecek olsa da eser aracılığıyla her ikisi arasında bir bağ kurulur. İzleyicide beliren o dönemin insanlarının kimler olduğuna, hatta nasıl insanlar olduğuna dair soruların doğru bir tahmin olmasından ziyade izleyicinin böyle özel bir deneyim yaşaması önemlidir.
Bir izleyici olarak müzede gördüklerimiz, sergilenenler geçmişimizden bugüne, bugünümüzden geleceğe uzanan bir fotoğraf, tılsım gibidir.
Not: Neolitik dönem eserlerin bulunduğu Aktopraklık Arkeopark ve Rıdvan Çelikel Arkeoloji Müzesi ziyaretleri de önerilmektedir.
Kaynaklar
Lagana, L. (2016). Jungian Aesthetics, Symbols And The Unconscious. Proceedings of ICA 2016 “Aesthetics and Mass Culture”.
Schaverien, J. (2021). The revealing image: Analytical Art Psychotherapy in Theory and Practice. Jessica Kingsley Publishers.
Terashima, H., & Hewlett, B. S. (2016). Social learning and innovation in contemporary Hunter
Gatherers: Evolutionary and Ethnographic Perspectives. Springer.