“Korku alanı bir konfor alanını yaratır ve herkesin konfor alanı kendine göredir. Bunun gelirle giderle veya konumla da ilgisi yoktur. Aristokrat birisi de kendince bir konfor alanına sahip olabilir.”
Prof. Dr. Tayfun Uzbay
Röportaj: Emrah Maraşo
Transkripsiyon: Beyza Kaplan
Tayfun Uzbay’la yeni çıkan kitabı “İnsandan Topluma Öğrenilmiş Çaresizlik”i konuştuk ve merak edilen birçok konunun üzerinde durduk. Bu kapsamlı röportaj umarım sizin de ilginizi çekecek… Üsküdar Üniversitesi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı ve Nöropsikofarmakoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü olan Uzbay aynı zamanda GazeteBilim Yayın Kurulu Üyesi.
Öğrenilmiş çaresizlik kavramı eskiden beri bana hep bireysel bir mesele olarak çaresizliği veya bireyin “suçu”nu, birey ilgili bir sorumluluğu çağrıştırır. Gerçekten öyle mi yani öğrenilmiş çaresizlik bireysel bir mesele mi yoksa bunun toplumsal kökenleri var mı? Varsa ne düzeyde o toplumsal kökenler?
Güzel soru, aslında birçok konuyu bireyselleştiriyor ve bireysel düşünüyoruz. Öğrenilmiş çaresizlik de aslında bireye özgü bir durum, bildiğin gibi bireyler toplumları oluşturuyor ve öğrenilmiş çaresizlik bir toplumun içindeki bireylerde yaygınlaştıkça bunun giderek topluma da bir yansıması oluyor. Gerçi ne kadar yaygınsa yansıma da o kadar güçlü oluyor, ancak bu yansımanın etkisi her zaman yaygınlık ile ilişkili olmayabilir. Örneğin, toplumun idol olarak gördüğü, toplumu yönlendirme ve yönetme potansiyeli olan, lokomotif gibi toplumu sürükleyen ve yükünü çeken kişi veya kritik yönetici gruplarda ortaya çıkmışsa toplum üzerine etkili olumsuz yansımaları oluşacaktır. Toplum çeşitli bireylerden oluşuyor. Bu bireyler belli gruplar halinde belli görevleri icra ederek bir toplumsal yaşamı ortaya çıkarıyor. Bu toplumsal yaşamın içinde toplumu yönlendiren kanaat önderleri veya lider öğrenilmiş çaresizliğe düşmüşse, bunun topluma yansımaları çok sert olabilir. Bunun izlerini tarihte bazı lider ya da yöneticilerin neden olduğu ağır toplumsal bunalımlarda görebiliriz. Sonuç olarak, öğrenilmiş çaresizlik ve sonuçları toplumda da görülebiliyor ve toplumun içinde yaşayan hiçbir kesim bunun etkilerinden muaf değil. Olumsuz yansımalar bir şekilde “tuzu kuru” olarak tarif edilen daha iyi yaşam koşullarına sahip insanlara da ulaşır.
Kitlesel öğrenilmiş çaresizlik herkesi etkiler
Yaygın yoksulluk toplumsal öğrenilmiş çaresizliğinin bir sonucudur. Kitabımda Nijerya’dan örnek verdim. Başka örnekler de var ve maalesef cahil bırakılan ve kolay sömürülen toplumlarda öğrenilmiş çaresizliğin yayılması çok kolay. Hatta sömürgelere aslında çaresizlik enjekte ediliyor, yani öğretiliyor. Bir şekilde öğrenilmiş çaresizliğin içine insanların itilmesi sağlanıyor ve yoksulluk yaygınlaştıkça bir toplumda belli bir kesimin belki işleri yolunda gidiyor ama nüfusla orantılarsak bunun çok küçük bir kesim olduğunu görüyoruz. Bunlar sağlıklı ve güzel yaşıyor, her türlü hizmete kolayca erişiyor ama aynı coğrafyada ya da ülkede büyük yığınlar ciddi sıkıntılar çekiyor. Toplumsal bunalım ve sıkıntı arttıkça sistemin tıkanması ve gerilimin “tuzu kuru” kesime yansıması da kaçınılmaz oluyor. Örneğin, Rönesans ve Fransız Devrimi gibi dünya çapında önemli sosyal ve siyasal değişimlere yol açan hareketlerin ortaya çıkış nedeni budur. Rönesans, engizisyon baskısı altında bunalan ve artık bu basınca dayanamayan kitlelerin bunalımından ortaya çıktı. Büyük Amerikan ekonomik krizi de daha sonra dünyada büyük değişikliklere yol açacak olan II. Dünya Savaşı’nın zeminini oluşturdu. Kitlesel veya kolektif öğrenilmiş çaresizlik eninde sonunda buna yol açan veya bunu teşvik eden güçlerin de başını ağrıtır. Bunun tarihte birçok örneği var.

O halde şöyle diyebilir miyiz? Kitlesel öğrenilmiş çaresizlik bir süre sonra kitlelerin karşı duruşuyla, tepkisiyle birlikte aslında öğrenilmiş umuda da dönüşebilir, tam tersine karşıt süreçlerini doğurabilir? Tabii bu her tarihsel süreçte geçerli değil ama bazı tarihsel süreçlere baktığımızda böyle.
Bu da güzel bir soru. Bu sorunun doğal olarak bir sosyolojik ve ayrıca antropolojik tarafı var. İnsanlık tarihini de burada iyi bilmek lazım. Çok fazla sınırlarımı aşmak istemem. Sadece sosyoloji ve antropoloji değil, siyaset bilimi alanında uzman kişiler belki buna daha iyi cevap verebilirler ama soruyu biraz basite indirgeyerek biz de fikir yürütebiliriz.
Öğrenilmiş çaresizlik aslında umudun bittiği bir yerde ortaya çıkıyor. Yani umut tamamen ortadan kalkmış oluyor. Burada toplumu ateşlemek için, bir kıvılcımın ortaya çıkması gerekiyor.
Osmanlı ve öğrenilmiş çaresizlik
Aklıma hızlıca gelen milli kurtuluş mücadelemiz. Osmanlı Devleti büyük bir devletti. Dünya çapında büyük bir imparatorluk hâline geldi. Dünyada tarihinde etkili olmuş imparatorluk sayısı çok fazla değildir. Osmanlı büyük ve etkili bir imparatorluktu ama zaman içerisinde giderek zayıflamaya başladı. Bunun en büyük nedeni Rönesans aydınlaması sonrası dünyayı etkileyen bilimi ve bilgiyi ıskalamasıydı. Rönesans aydınlanması sonrası en önemli çıktılardan bir tanesi matbaadır. İnsanlar MÖ 4000’lerde yazıyı bularak bilgileri kayıt altına almaya ve sonraki kuşaklara yazılı olarak aktarmaya başladılar. Bu çok önemli. Bilginin kaydı ve iletilmesi ile ilişkili bundan sonraki en çarpıcı gelişme matbaanın bulunmasıdır. Bu, bilginin daha hızlı ve daha çok yaygınlaşmasına yol açtı. Ancak Osmanlı İmparatorluğu matbaayı 273 yıl kadar göz ardı etti. Bunun belli bir süre içinde farkına varıldı ve bilimle aydınlanan Batı’ya yetişme çabaları oldu ama ipin ucu kaçtıktan sonra toplamak zor oldu. Çünkü yeniliğe ve reformlara karşı sürekli bir direnç de sergilendi. Standart tarihe bakarsak sürekli iki ileri bir geri gidiş vardır. Mesela II. Mahmut ile başlayan bir yenileşme hareketi var. Sonra ona ket vurulmaya çalışılıyor. Daha sonra giderek batıdaki yükseliş, batıdaki konfordaki artış veya batıdaki kazanımlar dikkat çekiyor ama halka yayılamıyor. Genellikle İstanbul ve Saray çevreleri ile sınırlı kalıyor. Örneğin, konuşuluyor, değil mi? İşte Osmanlı padişahları birkaç dil bilirdi, sarayda çalışanlar gayet eğitimliydi, Enderun’da güzel memurlar yetişirdi, falan. Bunları biliyoruz ama genel olarak bu eğitim toplumun bütün katmanlarına yayılmadığı zaman bir sorun ortaya çıkıyor. Osmanlı bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödedi. Viyana’dan sonra artık geri çekilme dönemi başladı.

Çünkü dünyada artık ulus devletler ortaya çıkmaya başladı Rönesans Aydınlanması ile birlikte. 1789 Fransız Devrimi öncesi Fransa’da ve Avrupa’da Derebeylikler vardı ve bu derebeyliklerin hükümranlığı altında yaşayan insanlar vardı. 1789 Devrimini bu yönüyle pek konuşmayız ama aslında ciddi bir toprak reformu da olmuştur burada ve insanlar üretime geçmiştir. Artık böyle fethetme veya kılıç veya silah zoruyla bir yerlere hâkim olmaktan çok üretimle ayakta kalma veya üretimle zenginleşme amacı vardı. Bunun için de akıllı ülkeler eğitimi ve bilimi kullandılar. Bugün dünyada yine aynı savaşlar, aynı sıkıntılar, itiş-kakış devam ediyor, ama baktığımız zaman buna karşı koyabilecek toplumların, bilim ve teknolojide ileriye gitmiş olan ve eğitime önem veren toplumlar olduğunu, bunların kolay kolay yıkılmadığını, sıkıntı yaşamadığını, bireylerinin daha rahat nefes aldığını ve öğrenilmiş çaresizlik ve bunun sonucu çıkabilecek yoksulluk gibi problemlerin o ülkelerde çok fazla görülmediğini fark ediyoruz. Bir öğrenilmiş çaresizlik örneği olarak mesela sürekli kaybedilen savaşlar ve Kurtuluş Savaşı’nın öncesinde Anadolu’nun durumunu göze alalım. Elimizde kala kala Misak-ı Milli’yle tarif edilen büyük ölçüde Anadolu’dan ibaret bir toprak parçası var. Elimizde kalan parçada bir İstanbul var. İstanbul’da bir hayat sürülüyor. Yabancıların ticaret yaptığı, zengin olduğu ama Türklerin daha çok maraba olduğu… Anadolu’ya doğru geçersek Anadolu’da yoksulluğun had safhaya vardığı, salgın hastalıkların bulunduğu, nüfusun bayağı azaldığı… Tabii nüfusun azalmasının bir nedeni var. Biz savaşlara artık adam bulamayınca 15-16 yaşında çocukları cepheye göndermeye başlıyoruz. İşte çok bildiğimiz konulardır Kayseri Lisesinin mezun vermemesi, “Hey 15’li 15’li” türküsünün folklorümüze girmesi gibi… Bütün bunlara baktığınızda Anadolu’da müthiş bir öğrenilmiş çaresizlik, kitleselleşmiş veya kolektif öğrenilmiş çaresizlik dediğimiz bir durum söz konusu. Yani halk yoksul ama bu yoksulluk, sıtma ve trahom kanıksanmış durumda. İnsanların belki ineği yok, öküzü yok, kendisi toprağı sürerek bir şeyler kazanma çabasında. Böyle bir yer.

Kolektif öğrenilmiş çaresizliği yenmiştik
Ve bu koşullar altında bir kıvılcım çıktı ortaya. Ve bu kıvılcım bir Kurtuluş Savaşı başlattı, bir varoluş mücadelesi başlattı. Ve tüm olumsuz koşullara rağmen işgal altındaki bir ülke işgali kırarak ve arkasından da o günkü modern dünyanın gereği olan devrimleri çok hızlı bir şekilde hayata geçirerek büyük bir ulus, devlet olmayı başardı, kim ne derse desin. Yani 29 Ekim 1923 yılında kurulan, önümüzdeki günlerde 101. yılını kutlayacağımız Cumhuriyetle beraber gerçekten tam bağımsız bir ülke ortaya çıktı. Ülke bilim ve eğitimin üzerine inşâ edildi. Eğitim ve bilimle toplum hızla ayağa kalktı. Verem tamamen ortadan kalktı, trahom, sıtmayla mücadele edildi. Aşılama faaliyetleri yapıldı. Türkiye kendi uçağını üreten, kendi aşısını üreten, kendi ilacını üreten, kendi bireylerine çok iyi eğitim veren, yurtdışına birey gönderen, eleman gönderen, onları Türkiye’ye döndüren bir ülke oldu. Yani orada bir şey öğreniyor ama beyin göçüne tâbi olmuyor, Türkiye’ye geliyor ve Türkiye’de önemli işler yapıyor. Tabii bir şansımız da Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nda Hitler’in zulmünden kaçan, altyapısı iyi Almanların burada gelip bize sığınarak çalışmaları ve birtakım altyapılar kurup organize etmesi oldu. Üzerindeki ölü toprağını atıp ayağa kalkan ve bir kolektif öğrenilmiş çaresizliği tamamen ortadan kaldıran bir millet var ki zaten kitapta da söylemiştim, orada bununla ilgili bölümde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözü var. Bu işte, kolektif öğrenilmiş çaresizliğe karşı bir eylemdir. Kişisel yani bireysel öğrenilmiş çaresizlikle ilgili de Hope Jahren’in bir sözü vardır. “Kaktüsün çölde yaşamasının sebebi çölü sevmesi değil, çölün onu henüz öldürememiş olmasıdır” der. Evet, kaktüs gerçekten de bir çöl bitkisi değildir aslında. Kaktüs çöl imkânlarında, çölün öldüremediği tek bitki türüdür. Tek canlı türü sadece kaktüsler olabiliyor orada. Diğerleri yetişmiyor. Gece çok soğuk olur çöller, gündüz de 50 derece olur. Gece sıfır dereceye kadar hatta eksilere kadar düşebilir bazı yerlerde. Bu ısı farkından ortaya çıkan ortamda nasıl beceriyorsa su depolayabiliyor kaktüs kendi içerisinde ve hayatta kalmayı başarabiliyor.

Kitlesel öğrenilmiş çaresizlik dayatması
Kitlesel öğrenilmiş çaresizlik ya da kolektif öğrenilmiş çaresizlikle ilgili şunu da ekleyebilirim: İnsanlara, kitlelere dayatılan bir şeydir bu. Genellikle kontrolsüzlüklerin olmadığı, kontrolün çok fazla olmadığı, kuralsızlıkların ortaya çıktığı, hukukun çok fazla adaleti temin etmediği, ki bu çok önemli bir noktadır, bütün bu kolektif öğrenilmiş çaresizliklere bakın, ekonomisi kötü olan, yoksulluğun arttığı ülkelerde en net göreceğiniz şey hukukun adaleti sağlamamasıdır. Hukuk vardır ama kamu vicdanı hukuka karşı güvensizdir. Yani kimse hukuka çok fazla güvenmez.
Dürüst insanın değiştirici gücü
Bir de şöyle bir gerçek var: Toplumların içinde dürüst insanlar da vardır. Bunların sayısı da az değildir ama kuralsızlık, hukuksuzluk ve adaletin sağlanamaması giderek daha fazla sayıda insanın işini bir şekilde çözmeye çalışmasıyla yürür. Yani kuralsızlık ve yanlış davranışlar toplumda bulaşıcıdır. İyileri de kendi içerisine alır ve giderek daha geniş bir tabana yayılır. Ama şöyle de bir gerçek var: Bozuk olan düzen sürdürülebilir bir düzen değildir hiçbir zaman. Dünya tarihinde çok fazla da örneği vardır. Bazen çok zayıf bir mazlumun kısık bir sesi, çığlığı Romanya’da olduğu gibi koskoca bir sistemin çökmesine yol açabilir. Çavuşesku biliyorsunuz sarayında konuşuyordu, kalabalık yığılmıştı, en güçlü olduğu dönemdi, sadece bir kişi yuh diye bağırdı kalabalığın içinden ve bu bir anda bambaşka bir yere götürdü olayı. Bazen dürüst bir insan, doğru davranan bir insan bir şirketin kaderini, bir şehrin kaderini, bir ulusun kaderini değiştirebilir. Yani Mustafa Kemal’in çıkışı da bir ulusun kaderini değiştirmiştir. Oradaki üzerindeki ölü toprağını eliyle atıp toplumun yeniden ayağa kalkmasına ve yeniden kendine bulmasına yardımcı olmuştur.
Öğrenilmiş çaresizlik kavramı nereden çıktı? Bilimsel literatüre nasıl girdi? Biraz da bundan bahseder misiniz?
Öğrenilmiş çaresizlik çok eski bir kavram, eminim Neandertallerde hatta çeşitli Hominidlerde bile vardır çünkü memeli hayvanlarda var, bunu biliyoruz.
Öğrenilmiş çaresizlik deneyi
Bunun için illa Homo sapiens sapiens olmak gerekmiyor ki öğrenilmiş çaresizliğin bilimsel olarak tarifi gene hayvanlar üzerinden, bir memeli olan köpekler üzerinden yapılmıştır. Amerikalı bir deneysel psikolog olan Martin Seligman isimli bir bilim insanının 1970’li yıllarda yaptığı çalışmalar sonucu ortaya çıkmış bu kavram. Burada Seligman aslında Ivan Pavlov’un koşullanmış şartlı refleks kavramından etkileniyor. Acaba umutsuzluğun ya da mücadeleyi terk etmenin böyle bir koşullanmış tarafı var mı gibi… Deneyinde köpekleri iki bölmeli bir yere alıyor. Bir bölme emniyetli bir bölme, öbür bölmede ise köpeklere elektrik şoku veriliyor. Arada bir kapı var. Şok alan köpek kapıdan geçip kendini emniyetli bölgeye atıyor. Bir süre sonra hayvan, bu taraftan şok gelirse oraya gitmesi gerektiğini öğreniyor. Daha sonra hayvanın geçşine izin veren kapı kapatılıyor. Şok veriliyor, hayvan ne yaparsa yapsın şoku aldığı taraftan öbür tarafa geçemiyor. Ve her türlü yolu deniyor, uğraşıyor, tırmalıyor, bakıyor olmuyor en sonunda şok alsa bile artık kapıya gitmiyor. Yani duruma razı oluyor. Daha fenası bir süre sonra kapıyı yeniden açık bırakıyorlar. Kapı yeniden açık, hayvana yeniden şok veriliyor ama hayvan gene gitmiyor, kapı açık olmasına rağmen oradan gitmiyor. Biraz zorlanırsa, teşvik edilirse, gönülsüz olarak kapıya yönelebiliyor.

Daha sonra, Fransız farmakolog Roger Porslot farelerde bir depresyon modeli tarif etti. Fareyi su dolu büyük bir kavanoza koydu. Farenin yapabileceği hiçbir şey yok. Suyun üstünde kalmaya gayret ediyor ama çıkabileceği bir kara parçası yok. Etrafı tamamen suyla çevrili ve belli bir süre sonra hayvan burada mücadeleyi bırakıyor, tamamen umutsuz bir şekilde suyun üzerinde hareketsiz bir şekilde kalıyor. Bu bir depresyon modeli olarak farmakoloji çalışmalarında veya biyoloji çalışmalarında, nörobiyoloji çalışmalarında kullanılıyor. Buradan şunu da çıkarıyoruz, öğrenilmiş çaresizlik en çabuk ve en kolay şekilde depresyona yol açabiliyor. Ciddi bir depresyon tablosu ortaya çıkıyor ve bu depresyon sadece bireylerde olmuyor, toplumda da oluyor. Toplum da depresif bir toplum olabiliyor. Hareket etmiyor, tepkisiz, hareket kabiliyeti azalan bir topluma dönüşebiliyor. Öğrenilmiş çaresizlik bence yüzyıllar boyunca veya on binlerce, yüz binlerce yıl boyunca olan bir şey. Bu vardı hep. Ama bunun bilimsel literatüre girişi, tarif edilişi, tanımlanışı ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşiyor.
Psikiyatrik rahatsızlıklar ve öğrenilmiş çaresizlik
Öğrenilmiş çaresizlikle psikiyatrik rahatsızlıklar arasında da bir ilişki kuruyorsunuz kitapta. Aslında orada hem insan sağlığı açısından hem de nörolojik temelli bir izaha girişiyorsunuz deyim yerindeyse. Burada belirleyici etken hangisi? Hangisi hangisini tetikliyor? Yoksa karşılıklı ve birbirini besleyen bir süreç mi var?
Tabii ki bu karşılıklı olarak birbirini tetikleyen süreç ve zaman içerisinde gerçekleşiyor. Bu da olayın pekişmesine yol açıyor. Bu öyle güçlü bir pekiştiri ki köpek örneğine tekrar geri dönersek, kapı açık olmasına rağmen gitmiyor. Orada bir yol var gidebilecek ama bunu denemek dahi istemiyor, denemiyor ve o şoku yiyerek olduğu yerde kalıp hayatını sürdürmeye çalışıyor. Şimdi illa elektrik şoku düzeyinde veya bu kadar ekstrem örnekler gerekmiyor. Hayatın bize ne zaman, ne getireceği hiç belli olmuyor. Hayatta bazen çok sert bir takım olumsuzluklarla karşılaşabiliyor insan. Ve hiçkimse bundan muaf değil. Yani geliriniz ne kadar yüksek olursa olsun, ne kadar iyi konumda olursanız olun muaf olamıyorsunuz. Allah kimseye göstermesin, çok sevdiği bir yakınının kaybı insanda büyük bir şok etkisi yaratabiliyor. Aynı şekilde ölümcül ve zor bir hastalık tanısı alması da… Ya da siz sağlıklısınız ama bakmakla mükellef olduğunuz çocuğunuz ya da anneniz, babanız hasta olabiliyor. Alzheimer ve şizofreni gibi hastalıklar, örneğin, bunlar kronik ve çok zahmetli hastalıklar. Bunları yaşamak çok zor. Bir tarafta sevdiğiniz bir yakınınız var, bir tarafta ona bakmaya gayret ediyorsunuz ama olmuyor. Tüm bunlar hep hayatın bize getirebileceği şeyler ama illa bu kadar sert olması gerekmiyor. Bazen süreğen iş yerinde mutsuz olma, okulda mutsuz olma, yaşadığı çevre içerisinde kendini çok iyi ifade edememe gibi sorunlar ortaya çıkıyor.
Depresyon ve kaygı bozukluğu öğrenilmiş çaresizliğin büyük sonuçları
Öğrenilmiş çaresizlik çok sert hayat değişikliklerinde hızlıca ortaya çıkabileceği gibi hayattan hoşnut olmadığınız, alanınız daraltılmış, mesela buna mobing diyorlar artık yani iş yerinde, evde, ailede, yaşadığınız mahallede, toplumda dışlanmış, kendini ifade edemeyen ya da orada mutlu olmayan bir durumdaysanız, buralarda da öğrenilmiş çaresizlik ortaya çıkabiliyor, gelişebiliyor. Öğrenilmiş çaresizlikle birlikte ilk önce anksiyete ortaya çıkıyor. Yani kaygı bozukluğu ve hızlıca bu depresyona dönüyor ve ciddi şekilde majör depresyonun ortaya çıkmasının en büyük nedeni bence öğrenilmiş çaresizlik oluyor. Zaten hayvan modeli olarak da kullanılıyor ama insanlar bunun çok da farkında değiller. Yani mesela depresyonu kendileri de mutsuz hissetmekle özdeşleştiriyorlar. Yani “çok mutlu değilim, depresyondayım” gibi ya da stresle özdeşleştiriyorlar. Bakın stres her zaman var, stressiz bir dünya yok. Stressiz bir alan yok. Her alanda, her yerde biz stresle karşı karşıyayız ve bir miktar stres zaten bizim sağlıklı yaşamamız, bağışıklık sistemimizin kendini yenilemesi ve bizim daha dirençli ve daha düzgün bir şekilde hayatla mücadele edebilmemiz için gereken bir şey. Ama biz stresi yönetemiyorsak ve stres bizi yönetmeye başlamışsa veya bir öğrenilmiş çaresizlik geliştirmişsek, oradan biz depresyona kolaylıkla geçiş yapabiliyoruz. Öğrenilmiş çaresizliğin en büyük iki sonucu depresyon ve kaygı bozukluğu. Bir de posttravmatik stres bozukluğu dediğimiz bir durum var. Bu, geçmişte yaşadığınız ağır bir travma veya travmatik bir sürecin o anda size çok fazla bir şey yapmaması ama bu süreç kalktıktan sonra oraya flashback yaparak veya oradaki süreçlerin ileriki hayatınızı etkilemesi suretiyle ortaya çıkan kaygı bozukluğu ve depresyonla birlikte yürüyen bir başka tablo. Tabii sonuçta posttravmatik stres bozukluğunun belirtileri de gene depresyon ve anksiyete belirtilerinin bir karışımı olarak bizim karşımıza çıkıyor.

Öğrenilmiş çaresizliğin tetiklediği hastalıklar
Peki şizofreni, epileptik nöbetler, Alzheimer, otizm gibi hastalıklar öğrenilmiş çaresizlikle tetiklenir mi? Tetiklenebilir. Mesela şizofreni, bipolar bozukluk daha da kolay ortaya çıkabilir. Ama bu hastalıklar aynı zamanda öğrenilmiş çaresizlikten daha fazlasını içerir. Bunların bir genetik arka planının yanısıra nedenini henüz tam bilmediğimiz nörobiyolojik bir zemini vardır. Gerçi her bir hastalık için bazı mekanizmalar ileri sürülmüş ve tedaviler buna göre planlanıyor ancak belirsiz çok fazla şey var. İlaç tedavileri de maalesef sadece belirtileri geçirmekle sınırlı kalıyor. Hayat boyu hastalar bu ilaçları kullanıyor. Alzheimer gibi bazıları ilaca rağmen ilerliyor. Orada pek bir şey yapamıyoruz. Kitapta da şunu belirtmeye çalıştım: Bu hastalıklar öyle öğrenilmiş çaresizliğin bir sonucu olmaktan çok, bu hastalıklar birlikte yaşamak zorunda olan insanlara bir öğrenilmiş çaresizlik getirir ve onların depresyona girmesine neden olur. Yine kitapta, şizofreniden örnek verdim, otizmden örnek verdim. Bazen de hastalık, öğrenilmiş çaresizliğin bir sonucu değil ama hastalar öğrenilmiş çaresizliğe girebiliyorlar burada. Çünkü ne yaparsa yapsın, iyileşmiyor bir türlü. Yani sürekli ilaç almak zorunda. İlaçların çeşitli yan etkileri var. Yakınlarına bakmakla mükellef olan kişiler zor durumda kalıyor. Madde bağımlılığı da böyle bir şeydir. Bunlar bir noktadan sonradan hem öğrenilmiş çaresizliğe yol açabiliyorlar hem de tedavi mümkün olmadıkça yakın çevrelerine sıkıntı yaratabiliyorlar. Ama bu hastalıklara sahip olup hayatını sürdürebilen insanlar da var. İlham verici olsun diye kitapta gerçek hikâyeler de verdim. Elyn Saks gibi, Temple Grandin gibi insanlardan bahsettim. Otizme rağmen, şizofreniye rağmen başarılı olabiliyorlar. John Nash, Nobel Ödülü’ne kadar uzanabiliyor şizofreniye rağmen. Yani başa çıkılmayacak durumlar da değil. Hastalıklar kısmını da bu şekilde özetleyebilirim.

Bilinçli farkındalığın önemi
Yani örnek verdiğiniz insanlar bu hastalıklarının farkındalar, zorlukların da farkındalar. Ama bir yandan da mücadele ediyorlar ve bu şekilde, yani çok gerçekçi bir temelde bakıyorlar bu duruma. Biraz da umutları sanırım o gerçekçi temelden ve çabadan kaynaklanıyor.
Aynen Emrah Bey, kitabın başlangıcında bilinçli farkındalık diye bir şeyden bahsediyorum. Bu altı çizilmesi gereken bir şey. Bilinçli farkındalık çok çok önemli. Yani bizde bir farkındalık var, etrafımızda her şeyin farkındayız ama bunun bilinçli bir şekilde farkına varıyor muyuz? İşte çok güzel söyledin sen az önce. John Nash’in de, Elyn Saks’ın da hastalıkla mücadele ederken ortak noktası bu. John Nash’in filmini izledin mi bilmiyorum. Filmde çok enteresan bir sahne vardır. Eşi artık üzüntüden çıldırma noktasına gelmiştir. Nash’ın banyo küvetine koyduğu boğulmak üzere olan bebeği kurtardıktan sonra, “yeter artık” der. Büyük bir tepki gösterir ve annesinin evine gitmek üzere arabaya biner. Yağmur yağıyordur ve Nash arabanın önüne kapaklanarak gitmesine engel olur. Orada çok önemli bir şey söyler, o sahne çok önemli. Bilinçli farkındalık orada oluşuyor. Diyor ki orada eşine, “gördüğüm (halüsinasyonlarında görüyor) çocuk ve adam hiç büyümüyor, hiç değişmiyor”. Böylece hasta olduğunun farkına varıyor ve kabulleniyor. Hastalığı kabullendikten sonra hastalıkla mücadele etmesi daha kolay hale geliyor. Yani bu kabulleniş çok önemli.
Acıya anlam verip mücadele etmek
Acıyı kabullenmek de çok önemli. Acı hayatın içerisinde olan bir şey ama siz acıya bir anlam katabiliyorsanız veya o acıyı neden çektiğiniz konusunda bir bilinçli farkındalığa sahipseniz acıyla daha iyi mücadele edebiliyorsunuz. Ya da acının size zarar vermesinin önüne geçebiliyorsunuz. “İnsanın anlam arayışı” çok moda bir terim. Herkes hayatına bir anlam arıyor, anlam katmaya çalışıyor. Hayata anlam katmanın yolu aslında bu bilinçli farkındalık. Bir şeylerin farkında olmak. Mesela iradeniz, özgür iradeniz asla başkası tarafından esir alınamaz. Esir düşebilirsiniz, tutuklu olabilirsiniz, bütün özgürlükleriniz elinizden alınabilir ama nasıl yaşayacağınıza, nasıl duracağınıza karar verme iradesine siz sahipsiniz. İdam edilebilirsiniz. İdama nasıl gideceğinize, kendinizin karar verme hakkı vardır. Bu kararı siz verirsiniz.
Engizisyon ve Bruno’nun özgür iradesi
Kimse size zorla bir şey yaptıramaz. Bununla ilgili çok fazla örnek var. En çarpıcı olanlardan biri Engizisyon kurbanı Giardano Bruno’dur. Engizisyon döneminde bilim yapmak, gerçekleri söylemek çok zor. Kiliseyle iyi geçineceksiniz, engizisyonla iyi geçineceksiniz, her şeyi söylemeyeceksiniz ama Bruno gibi bazı aykırı insanlar da var ve her şeyi korkusuzca söylüyorlar. Engizisyon ona bir fırsat veriyor, söylediklerini geri alırsa, yani tükürdüğünü yalarsa ve topluma da yanıldığını açıklarsa, dokunmayacağını söylüyor. Belki biraz dövecekler, hapsedecekler, hafiften işkence yapacaklar ama sonuçta bırakacaklar. Aksi takdirde yakılacak. Bruno yanmayı göze alabiliyor ve burada onun bu kararına engizisyon ne yaparsa yapsın engel olamıyor. Yani bilinçli bir şekilde tercihini yapıp tarihe kazınıyor. Yakıldığı yerde bugün bir heykeli var. Öte yandan Woody Allen’ın da enteresan bir sözü var. “Öldükten sonra ölümsüz olacağıma yaşarken ölümsüz olmayı tercih ederim”. Tabii bu bir başka bir bilinçli farkındalığa dayalı tercih. Sonuç olarak, özgür iradenizi kimse gasp edemez. Yani siz esaret altında kitap da yazabilirsiniz, şiir de yazabilirsiniz. Hayatınızı yönlendirmek sizin elinizde, kendi düşündüğünüz şekilde yaşayabilirsiniz. Ya da istenildiği şekilde hareket edersiniz, bunu çeşitli nedenlerle, özellikle uyum sağlamak ve hayatta kalmak için yaparsınız. Yani sisteme, ortama adapte olmak, ömrünüzü uzatıyorsa adapte olmak da yine sizin elinizde olan bir şeydir. Yani insanın özgür iradesi elinden alınabilecek bir şey değil ve acıya katacak olduğunuz anlamı da ancak siz katabilirsiniz. Başkası sizin yerinize bir şablon yazamaz.

Siz cehalet bilimi kavramını bildiğim kadarıyla Türkiye’de ilk ve sıklıkla kullanan bir bilim insanısınız.
Dünyada da az kullanan kişilerden biriyim aslında.
Çok da güzel vurgu yapıyorsunuz hocam, faydalanıyoruz ve hem bugünün Türkiye gerçeğine hem de dünya gerçeğine de oturuyor. Çünkü geçtiğimiz dönemde bir pandemi yaşadık, orada bilimle bilim dışının bir mücadelesi vardı ve siz de bu mücadelede ön saflardaydınız. Toplumu aydınlatmak için kitaplar yazdınız, röportajlar verdiniz, yazılar kaleme aldınız. Bu bana şunu düşündürdü: Öğrenilmiş çaresizlik safsataya, bilim dışına insanları daha fazla mı yönlendiriyor? Şu yüzden de soruyorum: Mesela kitapta nöroplastisite(beyin esnekliği) örneği veriyorsunuz. Yani bunu kişisel gelişimcilerin hep böyle olumlu kullandıklarını vurguluyorsunuz ama tamamen olumlu bir kavram da değil diyorsunuz. Neticede, o beyin esnikliği farklı bir noktaya da götürebilir diyorsunuz. Sözü uzatmayayım, size bırakayım. Ne diyorsunuz bu konuda?
Beynimizin içindeki “nöron” toplumu
Beynimiz nöronlardan oluşuyor. Nöronlar dışında daha özellikli başka hücreler olup olmadığını da bilmiyoruz. Belki de mikroskop teknolojimiz onları görmeye yeterli değil. Beyindeki birçok bilinmezliğin altında da bunlar yatıyor olabilir ama bugün bildiğimiz bir gerçek var, nöronlar kendilerini yeniliyorlar, birbirleriyle bağlantı kuruyorlar ve sadece bir nöron birçok başka nöronla çok değişik olasılıklarla kombine bağlantılar kurabiliyor. Yani beynimizde nöronlar birbirleriyle konuşuyorlar. Sanki beynimizin içinde bir toplum var gibi düşün. Beyindeki nöronlar bir araya gelerek, bağlantılar kurarak bizim çeşitli faaliyetleri yürütmemize yardımcı oluyorlar. Ve bu bağlantıları kurarken birbirleriyle iletişimlerini serotonin, dopamin, noradrenalin gibi çeşitli kimyasallarla sağlıyorlar. Yeni bir şeyler öğrenme beyinde yeni bağlantıların oluşması anlamına geliyor. Kitapta da gayet güzel, anlaşılır bir örnek verdiğimi sanıyorum. Londralı taksi şoförlerinin beyinlerinde bellekle ilgili bölüm diğer insanlara göre daha büyük. Sebebi bellekle ilgili beyin bölgelerini çok kullanmaları. Çok kullandığınız bir yerde bağlantı daha fazla oluyor, daha çok nöron üretiliyor; dolayısıyla o bölgede bir faaliyet var ve o faaliyet neticesinde o bölge daha büyük olabiliyor.
Nöronlar kendilerini yeniliyorlar, birbirleriyle bağlantı kuruyorlar ve sadece bir nöron birçok başka nöronla çok değişik olasılıklarla kombine bağlantılar kurabiliyor.
Cehalet bilimi hayatta kalmamızı azaltıyor
Öğrenme çok önemli. Öğrenme yoluyla biz bilgi ediniyoruz ve bilgi sayesinde de sağ kalıp, hayatımızı sürdürüyoruz. Yani gerçek bilgiye sahip olmalıyız ki hayatta kalabilelim. Hayatta kalabilmemiz için bizim doğru bilgileri almamız ve bu doğru bilgilerin uygun olanlarını belleğimize kaydetmemiz ve kullanmamız gerekiyor. Eğer bilgiyi yanlış elde ediyorsak veya yanlış kullanıyorsak hayatta kalma şansımız azalacaktır. Agnotoloji ya da cehalet bilimi dediğimiz kavramda bilgiye ulaşma var ama hatalı bilgiye ulaşıyorsunuz. Hatalı bilgiye ulaştığınız zaman hayatta kalma veya sağlıklı olma şansınız azalıyor.
Hastalıkların nöroplastisitesi var
Beynin nöroplastisite organizasyonu, duygularımızı yönlendirme, düşüncelerimizin ortaya çıkması gibi faaliyetlere de aracılık ediyor. Nöronların kendilerini yenileme ve sürekli yeni bağlantılar kurma yeteneği ve bağlantısallık özelliğine dayanarak “beyninizin mimarı olun”, “beyninizi yeniden inşa edin” gibi sloganlar ortaya çıktı. Beynimizi sürekli yeniden inşa ediyoruz zaten. Uykuda bir rüya görürken ona göre bir bağlantı var. Uyanıkken ona göre bir bağlantı var. Tartışırken ona göre bir bağlantı var. Az konuşalan ya da hiç konuşulmayan bir konu: Hastalıkların bir nöroplastisitesi var. Yani depresyona giren bir hastanın, şizofreni olan bir hastanın, otizm olan bir hastanın nöronlar arası bağlantısallığı, olmayanlardan farklı. Burada bizim göremediğimiz şöyle bir şey var: Depresyondaki veya şizofreni hastası birinin beynindeki mimariyi oluşturan bağlantı şekli normale göre nasıldır? Bunu görüntüleyemiyoruz. Bir başka konu, acaba burada bağlantılar mı yanlış, yani yanlış bağlantılar kurularak mı oluyor ki bu kısmen doğrudur, yanlış bağlantılar olabilir. Yoksa, görev tarifi değişik, farklı nöronlar mı ortaya çıkıyor? Gene aynı bağlantı sağlanıyor ama nöronların görev tarifi değişik. Yani birinde olumlu bir şey yapacaksınız ama öbüründe şiddet uygulayacaksınız mesela.

Bağlantısallığı görüntüleyemiyoruz
Bunu bilmiyor muyuz yani o bağlantısallığı, bağlantısallık süreçlerini?
O bağlantısallığı göremiyoruz. Biz sadece şunu görüyoruz: Öfkeli bir kişide nöroadrenalin artmıştır, stres hormonları artmıştır diyoruz. Borderline kişilik bozukluğundan bahsediyoruz. Bazı problematik durumlar, ruhsal problemler şiddete yol açabilir diyoruz. Ama şimdi bazen de bakıyorsunuz, sıradan mülayim bir insan suç işleyebiliyor. O anda ne olduğunu, beyinde nasıl bir mimari ortaya çıktığını herkes için standart ve net olarak bilmiyoruz. Depresyon mesela, kronik süreğen bir hastalık. Bu devam ettiği müddetçe acaba bağlantılar daha farklı bir konformasyonda mı oluşuyor? Bunu göremiyoruz. Yani biz nöronların birbirileriyle bağlantı kurduğunu ve kurulan bağlantıda bazı yetersizlikler olduğunu varsayıyoruz.
Nöron sayısı ve bağlantılardaki değişimleri deniz salyangozu (Aplysia) gibi basit canlı formlarında görebiliyoruz. Hayvan yeni bir şey öğrendiği zaman nöron sayısı ve bağlantı sayısı artıyor. Onun zaten çıplak gözle bile görülebilecek büyüklükte az sayıda nöronu var. Bunların sayısında artış ve azalma olduğunu ve bağlantıları çıplak gözle görebiliyoruz. Bunu Eric Kandel gösterdi ve Nobel Ödülü aldı. Ama insan beyni deniz salyongozu ile mukaye edilemeyecek kadar büyük ve karmaşık. Muhtemelen insan beyninde de böyle bir şeyler oluyor ama bunu görebilmek için mevcut görüntüleme yöntemlerinden çok daha derin ve özellikli bir teknolojiye sahip olmamız lazım. Bu neden önemli? Eğer depresyonda farklı bir yapılanma, farklı bir mimari oluşuyorsa bu mimariyi tekrar eski hale nasıl getireceğimize kafa yorarak depresyonun tedavisini kökten bir tedaviye döndürebiliriz. Yani kısa sürede ve kesin tedavi olur. Kronik bir hastalık olmaktan çıkar ve uzun süreli ilaç kullanma zorunluluğu ortadan kalkabilir. Halen ilaçlar bazı faydalara sahip olsa da kısa sürede etkili bir tedavi sunmuyor. İşte bunlar hâlâ bu alanda gelişmeye ihtiyacımız olduğunu gösteriyor sonuç olarak.
Eğer depresyonda farklı bir yapılanma, farklı bir mimari oluşuyorsa bu mimariyi tekrar eski hale nasıl getireceğimize kafa yorarak depresyonun tedavisini kökten bir tedaviye döndürebiliriz.
Her insan için geçerli bir mutluluk formülü?
Kitapta bir bölüm var ve başlığı da şu: Mutluluğun formülü. Birincisi mutluluğun formülü mümkün mü? İkincisi ve bununla bağlantılı olarak soruyorum. Sonuçta milyonlarca insan var. Onların hepsini kapsayan bir mutluluk, genel bir mutluluk formülü olası mı?
Mutluluğu nasıl tarif ettiğinize göre mutluluk değişiyor. Mutluluğu hazla birleştiriyorsanız, haz almadan mutlu olamazsınız.
Haz odaklılık tuzaklar hazırlıyor
Haz almak çok istediğimiz bir şey. Hepimiz haz almaktan hoşlanırız ama haz almakla mutluluk arasında doğrudan bir ilişki yok aslında. Hatta haz odaklı olmak, size birtakım tuzaklar hazırlıyor, mutlu olmak için yolunuzu zorlaştırıyor. Çünkü haz dediğimiz olay beynimizin ödül devresiyle ilişkili bir durum. Burada çeşitli beyin bölgeleri var. Bunların Latince isimleri var. Yazdım onları kitapta. Buradan dopamin salıveriliyor vs. ama mesela uyuşturucu maddeler de aynı işi görüyor. O da haz oluşturuyor. Şimdi eğer mutluluk hazla mümkün olsa uyuşturucu bağımlılarının hepsinin mutlu olması lazım. Neden mutsuz oluyorlar veya neden acı çekiyorlar sonradan? Çünkü burada bir tuzak var. Maalesef bağımlı oluyorlar ve bağımlı olunan madde alınmadığı zaman bu sefer yoksunluk dediğimiz bir tablo ortaya çıkıyor. Bu yoksunluk krizinde insanlar acı çekiyor ve bu acı ancak madde yerine konduğu zaman ortadan kalkabiliyor. Bu da uzun vadede başka organların hasar görmesine sebep oluyor ya da kişi artık bunları almak istemiyor. Bunlar kimyasal maddeler ve zarar veriyor. Ayrıca sadece uyuşturucu olarak bakmamak lazım. Başka bağımlılık türleri de var. Alışveriş bağımlılığı gibi, yeme bağımlılığı gibi. Bugün özellikle bizim ülkemizde ciddi bir sorun var. İnsanlar ne kadar farkında bunun bilmiyorum ama herkesin kredi kartı var elinde ve kredi kartlarının limitleri kazancın çok çok üzerinde ve insanlar kredi kartıyla yaşamlarını sürdürürken öbür taraftan kredi kartının borcunu öbür kredi kartıyla kapatmaya çalışıyorlar, borçlanıyorlar ve sürekli alışveriş yapıyorlar. Burada evet alışveriş yaptığınız anda bir haz alıyorsunuz, yeni bir şey alıyorsunuz ve biraz tatmin oluyorsunuz ama bu süreklilik kazandığı ve bağımlılığa dönüştüğü zaman size bir mutluluk getirmiyor. Parayla veya mevkiyle ya da imkânla mutluluk mümkün olsaydı o zaman bütün zenginlerin çok mutlu olması gerekirdi ama dünyanın en mutlu adamı kimdir diye sorsam herhalde Elon Musk’ı falan bana söylerler ama adamın ben çok mutlu olduğuna inanmıyorum. Yani mutsuz anları daha çoktur ve o da sürekli bir mutluluk arayışındadır.

Kendinle barışık olma ve kendini tanıma
Şimdi mutluluk formülü dediğiniz başlığa gelelim. Kitapta mutluluğu matematiksel bir formül ile ifade etmeye çalıştım. Belki matematik hocaları eleştirebilirler ama basit bir denklem. Pay ve paydaya çeşitli değişkenlerin konduğu basit bir kesir. Bir şeylerin eşiği var hayatımızda. Mesela herkes için duruma göre de değişebilen bir gülme eşiği vardır. Bir espri derecesine göre ya yüksek sesle kahkaha atarsın, ya hafif tebessüm edersin. Bu bir eşiğe bağlıdır. Kimi insan en küçük bir komiklik gördüğünde hemen kahkahayı salıverir mesela. Onun eşiği oldukça düşüktür, hemen tepki verir. Hastalıktan gidelim. Epilepsiyi uyaracak bir eşik de vardır. Uyarı bu eşiği aştığı andan itibaren epileptik nöbet başlar. Aynı şekilde mutluluğun da bir eşiği var. Şimdi bu eşik ne kadar iddialı ise, ne kadar yüksekse o kadar tehlikeli. Beklentiniz ne kadar yüksekse mutlu olabilmeniz o kadar güç. Formülde belkenti paydada yer alıyor. Onu paydaya koydum alt tarafta. Pay kısmında ise doğal yetenekleriniz, bu doğal yetenekleri hayata geçirme ve geliştirme becereniz ve imkânlarınız var. Siz doğal yeteneklerinizi hiç tanımıyorsanız mesela doğal olarak yeteneğiniz olmayan alanlarda bir şeyler yapmaya çalışacaksınız ve çok defa zaten başarısız olacaksınız ve burada zaten iş doyumunuz olmayacak, keyif almayacaksınız hayattan. Aşağıda beklenti çok yüksekse, yukarıyı yüksek bulduk diyelim. Yukarıda diyelim ki rakam olarak 10 bulduk. Ama beklentiniz 100. 10’u 100’e böldüğünüzde gene 0 noktalı bir rakama ulaşacaksınız. Yani yine mutlu olamayacaksınız. Beklentiyi bilinçli farkındalıkla doğru bir yere koymak gerekiyor. Yani kendimizi iyi tanımamız gerekiyor ve yeteneklerimize yatırım yapmamız gerekiyor. Yetenekli olduğumuz alanı doğru yakalamamız gerekiyor. Tabii doğru yakalamak yetmiyor. Buna yatırım yapmak önemli. Dünyanın en yetenekli tenisçisi olun, çalışmıyorsanız Wimbledon’da oynayamazsınız ya da oynadığınız turnuvanın başlarında elenirsiniz. Dünyanın en iyi, en akıllı, en yaratıcı bilim insanı ya da yazar yeteneklerine sahip olun. Kendinizi geliştirecek faaliyetlere girmiyorsanız ve üretmek üzere çalışmıyorsanız belli bir süre sonra körelmeye başlarsınız. Formülün paydasında yer alan beklenti dediğim şey aslında mütevazı olmayı da temsil ediyor. Ya da hayata daha yumuşak, daha sakin bakmak… Evet, çok yetenekli bir yazar olabilirim. Ödüller almayı hedefleyebilirim ama ödülü olmazsa mutlu olamam yaklaşımı ne kadar çok eser üretirseniz üretin beklenti abartılı ve yüksek olduğu için size mutluluk getirmeyecek. Çok iyi bir koşucuyum ama mutlaka her yarışta altın madalya almalıyım yaklaşımı beklentim ise… Bunun için ne mümkünse yaparım. Doping bile yapabilirim mesela. Bağımlılık yapan birtakım maddelerle, uyarıcılarla daha iyi yazdığımı düşünüyorsam, bu sefer onları kullanmaya başlayabilirim. Yani burada ince bir çizgi var ama herkesin anlaması gereken bir çizgi var. Bazen mutlu olmaya çalışırken beklentinizin size hazırladığı tuzaklara düşerek daha mutsuz ve problemli bir yaşama sahip olabilirsiniz. Sonuçta herkesin mutluluğu kendine. Burada dopamine bağımlı olmaktan, yani hızlı uyarı ile haz odaklı olmaktan çok kendinle barışık olma ve kendini tanıma önemli. İşin eğer hobin gibiyse o zaman daha mutlu olacağın kesin. Ama öbür türlüyse işten zevk alamıyorsun. Ya işi sevmiyorsundur ya yeteneğin yoktur ya da başka problemler vardır. Bunu çözmek için de ilaç alayım, ya da destekleyici, takviye edici bir şeyler alayım, onu alayım, bunu alayım dediğiniz andan itibaren iş başka bir noktaya doğru gidiyor. Yani mutluluğun formulü basitçe kendini ve yeteneklerini tanıyıp geliştirmek ve beklentiyi küçük tutup azimle çalışmaktan geçiyor. Formülü kısaca böyle özetleyebiliriz. Biraz mütevazı olmak gerekiyor. Ama bu “ya boş ver olursa olur olmazsa olmaz” değil. Hayır, ısrarla çalışmak gerekiyor. Israrla denemek ve ısrarla çalışmayı sürdürmek gerekiyor ama beklediğimiz şeyler hemen olmayabilir. Hiç olmayabilir ama ortaya bir şeyler koyarsınız ve koyduğunuzda da, yani ortaya koyduğunuz şeylerle de haz almayı, mutlu olmayı, onlarla da kendinize saygı göstermeyi öğrenmeniz gerekiyor.
Israrla çalışmak gerekiyor. Israrla denemek ve ısrarla çalışmayı sürdürmek gerekiyor.
Son olarak şunu söyleyeyim: İnsan farkına varmıyor çok defa ama nefes alıp verebilmek ve bir günü sağlıklı geçirmek, herhangi bir tehlikeli hastalıkla karşı karşıya olmamak, herhangi bir tehditle karşı karşıya olmamak ve dingin, rahat, sakin bir yaşam sürmek çok büyük bir özgürlük ve çok büyük bir mutluluk kaynağı aslında. Kitapta “Hiçten Saadetler” diye benim ilkokul Türkçe kitabımdan esinlendiğim bir konu da vardı. Dışarıda kar yağışını bir sobanın başında izleyip demli çayını içerken ne güzel manzara diye keyif alan insanın durumu… Yani bunlar aslında bizim elimizde olan şeyler.
Konfor alanı öğrenilmiş çaresizlik alanıdır
Kitapta beni etkileyen önemli yerlerden biri şuydu: Konfor alanının aslında bir korku alanı da olduğunu söylüyorsunuz hocam. Bunu biraz açabilir misiniz? Yani ikisi arasında nasıl bir ilişki var?
Konfor alanı aslında toplumun kolektif öğrenilmiş çaresizlik alanı gibi. Yoksulluğun yaygınlığı ya standart bir seviyede olmak aslında bir konfor alanı yaratıyor. Mısır firavunları piramitleri yaptırırken kendilerine kulluk eden epeyce adam çalıştırmışlardır. Bunların bir şekilde karınları doyuyordu ve yapmaları gereken iş buydu. Kölelik sistemi de köleler için bir kolektif öğrenilmiş çaresizlik çerçevesinde konfor alanı sunmuştur. Bütün dünyada tartışıldı ama bu, filmlerde ve edebiyatta da çok vardır. Okumuşsundur sen de bir yerde belki, örneğin “Tom Amcanın Kulübesi” diye bir kitap vardı bizim zamanımızda. Çizgi romanı da vardı bunun. Orada beyazların yanında hizmetçi olarak siyahlar bulunuyordu. Oralarda geçen diyaloglar vardır mesela. Çocuk ya da sistemde aykırı biri bunu sorguladığında büyükleri der ki: “Biz dünyaya böyle geldik, bu bu şekilde yaşayacağız ve halimize şükretmeliyiz”. Yani onlar efendi, biz köleyiz. Bunu kabul etmiş oluruz ilk başta, doğrudan doğruya. Bu her ne kadar bu kapsamda pek değerlendirilmese de bir konfor alanı. Çünkü oradan dışarı çıkamazsınız. Ona razı olarak kendinizce güvenli bir alanda yaşarsınız. Bir çiftlikte yaşıyorsunuz. Size bir kulübe veriyorlar. Karnınız doyuyor ve buradan daha ötesini düşünmüyorsunuz. Bu şuna da benziyor biraz: Ben bir kasabada doğdum. Kasabada bir ilkokul okudum, kasabada ortaokul, kasabada lise okudum ancak askerliğimi yaparım, gelirim ve babamın dükkânında küçük çapta ticaret yaparım. Küçük yerlerde ve geleceğe dair hedefleri olmayan insanlar genelde böyle düşünür. Eğitimde bir fırsat eşitliğiniz de yoksa oradan dışarı çıkmanız iyice imkânsızlaşıyor. Kimse bunu denemek istemiyor. İşte korku alanı dediğimiz şey.
Gelişimin önündeki en büyük engel konfor alanı
Ben bu alanı terk edersem, küçük bir dükkanda ticaret yapmak yerine bilim insanı olmaya ve üniversitede ders vermeye yönelik bir hayal kurarsam beni çevreleyen bu konfor alanının dışına çıkmam gerekir. Burada korku alanı devreye girer. Konfor alanını terk etmenin riskleri vardır. Alanı terkedip başaramazsam dükkana da dönemeyeceğim. Ya da hedefe ulaşamadan arada ufalanıp gideceğim bir yerlerde. Kölelerin, efendilerinin çiftliklerini terk etmemesi gibi burada da ben bu alanın dışında bir hiçim yani bu alanın dışına çıkmamam lazım ve burası benim, hiç değilse durumumu koruduğum bir alan, dışarı çıkarsam bundan da kötüye gidebilirim düşüncesiyle eyleme geçmekten vaz geçerim. Bu korku alanı bir konfor alanını yaratır ve herkesin konfor alanı kendine göredir. Yani bunun gelirle giderle veya konumla da ilgisi yoktur. Aristokrat birisi de kendince bir konfor alanına sahip olabilir. Bazı yetenekleri vardır ama bunları asla geliştirmek istemez veya işini geliştirmek istemez, kendini geliştirmek istemez. Bir yerde yuvarlak bir daire çizer kendine ve sürekli bunun içinde kalmayı düşünür. Konfor alanın dediğimiz şey özetle bu. Yani gelişimin önündeki en büyük engel. Halbuki insan gelişime açık bir canlı, kendini geliştirebilecek bir canlı. İşte bu gelişmelerin sağlanabilmesi için ilk önce mevcuda kanaat getirmemek ve buradan dışarı çıkmak lazım. Buradan dışarı çıkmak için de dışarı çıktığınızda ne yapacağınızın bir planı olması lazım. Yine aynı noktaya dönüyoruz. Yeteneklerinizin farkında olmanız lazım. Konfor alanını aşarak öğrenme alanına geçmeniz gerekiyor. Burası kendinizi geliştireceğiniz ve donanımınızı artıracağınız bir yer. Ben akademisyen mi olmak istiyorum? Neye ihtiyacım var? Benim yabancı dil öğrenmem lazım mesela. Ya da ben bir sporcuyum, bir futbolcuyum mesela ama ben acaba hangi mevkide oynamaya daha uygunum? Sağ bekte oynayacaksam bir sağ bek için olması gereken özellikler neler ve bende neler eksik? Bunları nasıl tamamlayabilirim? Ticaret yapıyorsam yaptığım ticarette daha doğru stratejiler nasıl uygulayabilirim ve bunun için neye ihtiyacım var? Uluslararası bir ticaret yapacağım. O zaman oturup uluslararası ticaretin kurallarını okumam lazım. Öğrenme alanı bir hazırlık alanıdır ve burayı iyi değerlendirirseniz, öğrenme alanında tekamül ederseniz, buradan gelişim alanı dediğimiz çok daha iyi bir alana geçersiniz. Bu şu anlama gelir: Yaptığınız işte çok daha iyi olursunuz. Hem kendinizle barışık olursunuz hem insanlar sizi kıskanabilir ama uzun vadede takdir edilirsiniz. Yani birtakım eserler bırakabilirsiniz. Herkesin kitap yazması, herkesin öğrenci yetiştirmesi, herkesin Avrupa ve Dünya rekoru kırması gerekmiyor. Hepimizin bırakabileceği bir iz vardır hayatta. Gelişme alanına terfi eden ve kendini geliştirebilen herkes yaşadığı hayata anlamlı ve kalıcı bir iz bırakabilir. Aslında hayatın anlamı dediğimiz şey de budur. Konfor alanıyla ilgili Paulo Coelho’nun söylediği çok güzel bir söz var: “Gemi limanda emniyettedir ama geminin amacı limanda olmak değildir”. Hep limanda kalırsanız bir yere gidemezsiniz.

Kesinlikle, bir söz daha vardı öyle, “dünya insanın beşiğidir ama insan sonsuza kadar beşikte kalamaz” diye.
Aynen öyle, yani gayet güzel bir söz bu da.
Konuşulmayan tek şey öğrenilmiş çaresizlik
Kitaba “anlam”dan başlıyorsunuz. Anlam nedir? Daha sonra örneklere geçiyorsunuz. Kendi yaşadıklarınızdan da bahsediyorsunuz. Şu açıdan önemli: Türkiye’de pek çok kitap var, kişisel gelişim kitapları vesaire, insanlara tavsiye veren, öneri sunan… Onlar bana bir yanıyla dışarıdan masal anlatmak gibi geliyor. Fakat siz bizzat bu tür zorlukların içinden gelen, bu zorlukları yaşayan bir insansınız. Kitapta da ayrıntılarıyla bahsediyorsunuz. Ayrıca bunu daha da genişleterek yazacağınızı, ayrı bir kitap haline getireceğinizi belirtiyorsunuz. Bu bakımdan bence de çok çarpıcı ve öğretici bir eser kitabınız. Siz aslında hem kişisel anlamda hem de bilimsel temelde bir kişisel gelişim kitabı mı yazdınız? Bu iddiayı mı ortaya koymak istediniz bu kitapta?
Öğrenilmiş çaresizlik ciddi bir problem ve kimse farkında değil. Yani herkes depresyonu konuşuyor, anksiyeteyi konuşuyor, kişisel gelişimi konuşuyor, konfor alanından çıkmayı konuşuyor değil mi? Hep bunları konuşuyoruz. Kitaptaki bütün kavramlar çok konuşulan kavramlar. Konuşulmayan tek şey öğrenilmiş çaresizlik. Ben kitapta şunu anlatmaya çalıştım: Birincisi, dünyanın her zaman zor bir yer olduğunu. Tamam, şu anda bir teknoloji çağında yaşıyoruz. Engizisyon döneminde değiliz. Peki engizisyon döneminden daha iyi bir dönemde miyiz acaba? Bunu bir sorgulamak lazım. Benim ilk bölümde söylediğim bir şey var. Dünya her zaman yaşamak için zor bir yerdi. Yani toplum açısından düşünürseniz bu zorluk devam edecek, ediyor da zaten. Ama öbür taraftan da iyimser olmamızı gerektirecek çok şey var. Yani dünya evet kötüye gidiyor gibi gözüküyor ama mesela bugün kölelik ayıp ve lanetli bir şey. Ama köleliğin çok normal olduğu bir dönem var veya insanın insana eziyetinin çok da tepki görmediği, çok normal kabul edilebildiği dönemler var. İnsanlık ileriye doğru gidiyor.
Hayıflanmak yerine çaba göstermek
Kitabımda da bahsetmiştim, tutuklanıp cezaevine konulduğum süreçte ki olaya da şöyle bakmak lazım: Ben bir bilim insanıyım ve iddialı bir bilim insanıyım. Laboratuvarım alanıyla ilgili dünyadaki 15 iyi laboratuvar arasında ve harika bir noktaya gelmişim. Amerika’da, San Diego’daki iki önemli profesörle çok yakın ilişki kurabilmişim. Orada gitmişim, seminer vermişim ve proje geliştirme aşamasındayım, bir şirket gelmiş, ben keşfinizin startup şirketi olabilirim diyor. Bunlar çok önemli işler. O dönemdeki ivmem de çok iyi yani yıllık makale yayınlayışım, aldığım atıf sayım her şey çok iyi ama tam ortasına her şey yolunda giderken ne olduğunu anlamadığımız bir şekilde bir rüzgara kapılıp kendinizi cezaevinin içinde buluyorsunuz. Bu çok zor bir durum. Beni ziyarete gelen bir psikiyatrist hocam şunu dedi: Sen davranışsal nörobilim üzerine çalışan, yazılar yazan birisin. Cezaevi sürecinin insan beynine ve davranışına etkisini içeride gözlemleme şansın var. Birçok kişi bu konuda yazıyor ama işin bilimsel mutfağında olup birebir deneyimlemiş olmak önemli. Viktor Emil Frankl örneği vardır. O da toplama kamplarında kalmış birisi. Benimkisi bir toplama kampı değil. Viktor Emile Frankl ile benim şartlarım mukayese edildiğinde ben daha şanslı gözüküyorum ama yine de bu çok ciddi bir problem. Üstelik de bu olurken annem kemoterapi alıyor. Benim için kusursuz fırtına gibi bir şey, birçok şey bir araya geliyor. Laboratuvarınız kapanıyor. Tamam iftiraya uğradığınız anlaşılıyor, sizi salıveriyorlar sonra beraat ediyorsunuz ama sizin bir yere getirdiğiniz ve iddia ortaya koyduğunuz laboratuvar bugün var mı? Yok. Bugün bir vakıf üniversitesinde 11 yıldır debelenip duruyorsunuz kaldığınız yerden daha iyi bir noktaya gelebilmek için. Türkiye ortalamasının üzerinde yine bir şeyler yapıyorsunuz ama başınıza bunlar gelmeseydi hangi noktada olurdunuz. Buna rağmen hâlâ çalışıyorum. Bu tip, topluma yönelik kitapları yazmaktaki bir amacım da yaşım ilerliyor bir taraftan. Deneyimi toplumla paylaşmak, arkada bir şeyler bırakmak ve insanları bilgilendirmek istiyorum. Öğrencilerimi de iyi yetiştirmeye çalışıyorum ve yaptığım işi önemsiyorum. Ama böyle bir şey başıma gelmeseydi de tam tersine teşvik edilseydim belki de dünyada şizofreni konusunda dikkate değer önemli bir şey yapmış bir bilim insanı olabilirdim. Ortaya koyduğum yaklaşım işleyecek miydi? Gerçekten buradan bir ilaç kademelerini geçen bir ilaç çıkabilir miydi? Bunları bilmiyorum. Belki de çıkacaktı. Belki oraya doğru gidecekti. Gidemedi. Olabilir. Ne yapalım? Sonuçta Türkiye’de yaşıyoruz ama burada oturup da hayıflanmak yerine çaba göstermek gerekiyor. Benim başıma da böyle bir şey geldi. Kitapta da yazdım. Ben ödüllere de başvurdum. Niye başvurdum? Biraz takdir edilmeyi istedim, biraz da oradan gelecek parayla belki bir araştırma yapabilirim diye düşündüm. Çünkü projelerim de pek kabul görmüyor eskisi gibi. Şimdi bu noktada yapılacak yine bir şeyler olması lazım. İşte kitap yazmak bunlardan bir tanesiydi. Ben sadece de bu kitabı yazmadım. Bununla eş zamanla bir tane de referans kitap çıkardım. Yani ders kitabı da çıkardım. Şimdi bugün yine bipolar konusunda çok değerli bir bilim insanıyla birlikte, bir psikiyatristle birlikte yayınladığımız bir bipolar kitabı, tercüme ettiğimiz bir bipolar kitabı çıktı. Makale yazmaya devam ediyorum. Ama şizofreni alanına belki de kalıcı bir şey koyacak ve bugün takdir edilecek ya da evet çabaladık ama bu böyle olmuyor denecek bir noktayı kaçırdık onu yapamadım. Önemli bir ödüle başvurdum, kaybettim tabii biraz da mağdur olduğum için; içeride insanlar bir şeyler söylüyorlar. Örneğin bir jüri üyesi, “hocam siz zamanda çok iyi çalışmışsınız ama ivmenizde 10 yıldır biraz düşüş var, yukarı doğru giden sürekli bir trend göremiyoruz”. İyi de sizi de hapsedersek ve dört-beş yıl abuk subuk davalarla uğraştırırsak sizin de trendiniz yukarı doğru gitmez.
İyi insanın önemi
Sonuç olarak, çakıldığımı da kimse söyleyemez. Hâlâ ayaktayım ve ilerlemeye çalışıyorum. Ben gençlere örnek olmak istiyorum. Yani bu ülkeden gidip başka ülkede bir şeyler yapmak yerine burada kalıp mücadele etmek ama böyle mücadele etmek istiyorum. Ben bir siyasetçi değilim. Siyaset yapmak istesem gidip bir partiye üye olurdum. Mücadelemi bu şekilde götürmeye çalışıyorum. Kitaplarda ortaya koymaya çalıştığım iddia budur. Beklentim düşük. Bu kitapları çok satsın ya da çok ünlü olayım diye yazmadım. Bakıyorum bazen mesela cehalet biliminde eleştirdiğim bazı cehalet bilimcileri kitap fuarına geldiklerinde kuyruk oluyor. Biz oturduğumuz zaman üç beş kişi yani bizi bilen kişiler gelip imzalattırıyorlar. Ama şöyle de bir şey var: Mesele üç beş kişi olması veya üç beş bin kişi olması değil. Ne dedim konuşmamın bir yerinde? Bazen iyi bir insan tüm sistemi değiştirebilir. Dolayısıyla nitelikli azınlığa hitap etmek, nitelikli bir azınlık tarafından takdir edilmek de önemli. Belki bıraktığınız şeyleri başkaları değerlendirebilir.

İradenizi kimse elinizden alamaz
Ben her şeye rağmen cezaevinde makale ve referans kitap yazmayı da başardım. Devam etmekle olan projeyi iyi kötü tamamladım. Bunları uluslararası yayına da dönüştürdüm. Dedim ya, iradenizi kimse elinizden alamaz. Bakın cezaevinde kitap yazmak, makale yazmak benim tercihimdi ve buna hiçbir şekilde engel olamadılar. Konforsuz bir ortamdı, evet. Rahat çalışamıyordum. Çok defa elimle yazmak zorundaydım birçok şeyi. Ama buna rağmen ben bunu yazdım ve yayınlandı, çıktı. Engel olamadılar. Bu yayınların yarın hangi etkiyi yaratacaklarını, benim laboratuvarımı mühürleyen, benim laboratuvarımı engelleyen, benim akademik hayatıma darbe vurmak isteyenler tahmin edemezler. Belki yarın öbür gün, bilemiyoruz, 30 yıl sonra, 40 yıl sonra, biri bu yayınlardan yola çıkarak ortaya önemli bir bilimsel iddia koyabilir. Ama beni haksız yere içeri atan savcıyı ve hâkimi kimse hatırlamayacak. Bundan eminim.
Hocam çok teşekkür ederiz gerek bu güzel ve değerli kitabınız için gerekse röportaj için. Çok çok sağ olun.
Ben teşekkür ederim vakit ayırdığın ve kendimi ifade etmeme imkân sağladığın için.