Yenidoğan çetesi mi? Nasıl olur? “Yenidoğan” ve “çete” kelimeleri nasıl yan yana gelebilir? İlk gördüğüm andan beri soruyorum kendime, hala anlamıyorum. Sebeplerini anlıyorum ve sonuçlarını görüyorum birçoğumuz gibi. Bu konuda çokça analiz yapıldı, konuşuldu, yazıldı ve hala üzerinde birileri bir şeyler yazmaya, çizmeye devam ediyor, tıpkı benim yaptığım gibi. Devam da etmeli, unutulmamalı!
Arş. Gör. Dr. Sevim COŞKUN
HÜTF Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı
Uyarıları dinlemeyen, gerçekleri görmezden gelen, sebep-sonuç ilişkisini sadece kendi çıkarları doğrultusunda kuran, bunun için hizmet eden ve hizmetkarlar oluşturan yöneticiler değişene kadar; izlenen politikalar ve kurulan sağlık sistemi, insancıl ve toplumcu olana kadar konuşulmalı bu konu.
Ne yazık ki; etik dışı sonuçlarını anlattığımız birçok tarihsel faciaya ek olarak, biyoetik derslerinde bizi dehşete düşüren ve korkunç sonuçları olan, anlatılacak yeni bir örneğimiz var artık.
İnsan, toplum ve politika ilişkisinin nasıl yanlış kurulduğu ve nasıl vahim sonuçlara yol açtığını gösteren vahim bir örnek…
İnsanlığın en küçük yavrularının ve en savunmasız bireylerinin nasıl sistematik bir çıkar çatışmasının kurbanı haline getirilebildiğini gözler önüne seren derin bir utanç vesikası, ağır bir insanlık suçu…
Sağlık Sistemindeki Kaos
Günümüzde gelinen noktada sağlık sistemi tam bir kaos içinde.
Ticari amaçlar gittikçe önem kazandıkça, verilen sağlık hizmetinin insani yönü de aynı hızla göz ardı edilmekte.
Tıbbın hem profesyonel hem etik değerleri yitirilmekte…
Tam bir kamu hizmeti olması gereken sağlık sektörü özelleştirilmiş ve bireysel çıkarlara hizmet eden bir pazar yerine dönüşmüş.
Nerede hasta hakları?
Hastalar endişeli ve korunmasız; artık sağlık sistemine güvenmiyorlar. Hasta yakınları da öyle!
Artık nasıl güvensinler? “Acaba?” larla dolu zihinleri: “Acaba benim bebeğime de mi böyle yapıldı?”, “Acaba benim bebeğim bu yüzden mi artık hayatta değil?” ya da hastanın kendisinin veya bir başka yakınının başına gelenlerden ötürü ortaya çıkan “acaba?” lar…
Nerede hekim hakları?
Nerede profesyonel ve etik değerleri olan hekimler? Çok çabaladılar, bu sistemi değiştirmeye çalıştılar, sistemin yanlışlıkları konusunda yöneticileri uyardılar. Mesleki itibarlarını ve değerlerini korumak için direndiler ama çok yaralandılar; kendilerine rağmen hastalarını korumaya çalıştılar ama çok fazla şiddet gördüler. Kimi çabalamaktan vazgeçti, kimi yurtdışında yeni bir hayat kurmak zorunda kaldı, kimi küstü ve mesleği bıraktı, kimi ise öldü! Bazıları henüz vazgeçmedi; bir şeyleri düzeltmek ve değiştirmek için hâlâ çabalıyorlar. Bir dinleseydiniz onları, bu noktaya gelmezdi işler.
Nerede hemşire hakları?
Hastaların en yakınında olan, her türlü bakımı veren, gerekirse gözünü kırpmadan hastanın başında bekleyen, onun ihtiyaçlarını anlayan, pandemide yoğun bakımda görev alan, deprem olsa bile önce küvözlerdeki bebekleri korumaya çalışan hemşirelerimiz var bizim. Ancak onlar da çok hırpalandı, eğer bir de yoğun bakım hemşiresi olarak görev yapıyorlarsa, artık tüm sorgulayan gözler üzerlerinde!
Nerede tüm sağlık çalışanlarının hakları?
Bu sistemde layıkıyla çalışanlar yıprandı, çetelere hizmet edenlerse kazandı (mı)? Hayır, kazanmadılar. Artık elleri suça bulandı, bundan sonra da hep öyle anılacaklar.
Sonuç olarak geldiğimiz noktada, bu yanlış politikaların yol açtığı karanlık olaylarla dolu sağlık sisteminde aslında herkes kaybetti.
Sağlıkta Dönüşüm mü Yoksa Çöküş mü?
Türk Tabipleri Birliği’nin 2003 yılında yürürlüğe koyulan Sağlıkta Dönüşüm Programı’na yönelik 20 (yirmi!) yıldır kamuoyuyla paylaştığı öngörülerin ve yaptığı uyarıların bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum:
Halkın sağlık sorunu kamu sağlık kurumlarını özelleştirerek, özel sağlık kurumlarını sermayenin insafına terk ederek çözülemez.
Bu durum yoksul halkın sağlık hizmetine ulaşmasını zorlaştırırken hekim emeği sömürüsüne neden olacak, mesleki bağımsızlığı zedeleyecektir.
Hastaneler halkın sağlık gereksinimine göre değil de karlılık üzerinden yıkılıp yapılırsa “garantili” bir biçimde doldurulmaları da gerekecektir.
Sağlıkta Dönüşüm Programı, “müşteri, işletme, tasarruf” gibi tüm kavramlarıyla insani değerleri ve insanı unutturmaya, hekimleri “hastalık satan” basit bir insan gücüne dönüştürmeye çalışmaktadır.
Yan yana gelemeyecek olan iki sözcük olan sağlık ve tasarruf aslında “yaşamdan tasarruf” anlamına gelmektedir.
Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın yol açtığı piyasalaşmış sağlık ortamında, “daha fazla kar hırsı” sınır tanımamaktadır.
Bilim dışı, akıl dışı, vicdan dışı bu yaklaşımların son örnekleri sanki bir toplumsal travma arzulanıyormuş gibi son günlerde tüm toplumun tanıklığında sergilenmektedir.
Sağlıkta Dönüşüm Programı, insanlıktan kopuş anlamına gelmektedir.
Çok ciddi halk sağlığı sorunu halini alacak olan ve halkın sağlık hakkını gasp eden bu uygulama aynı zamanda hekimlik uygulamasına tarihimizin en büyük ve en kötü müdahalesi anlamına gelmektedir.
Hasta müşteri haline getirilmekte, hekimler ve diğer sağlık çalışanları, hasta memnuniyetini almış oldukları eğitimin gereklerinin ve meslek etik ilkelerinin önüne almak zorunda bırakılmaktadır.
Sistem, iyi hekimlik değerlerini ortadan kaldırmakta, sağlık alanında yapılan değişikliklerle birlikte nitelikli sağlık hizmetini geri dönülmez bir şekilde yok etmektedir.
Küreselleşen kapitalizmin etkisiyle, ülkemizin kaynakları özelleştirilerek sermayeye sunulmuştur.
Sağlık, eğitim, vb. insanlığın tüm kazanımları sermayenin kar alanlarına dönüşmüştür.
Sağlıkta Dönüşüm Programı, sağlığı bütünüyle ticarileştirerek piyasanın basit bir “aracı” haline getirmiştir.
Sağlık hizmetini sadece alınıp satılan ve işletmelerin kar edip, hükümetlerin tasarruf yaptığı bir pazar olarak algılayan “Tüccar siyaset” anlayışı, sağlıkta yarattığı karmaşaya hiçbir etik ve vicdani değeri içermeyen ve hekimliğin en temel değerleri ile bağdaşması imkânsız olan bu uygulamayla son noktayı koymuştur.
“Sağlıkta Dönüşüm” adı altındaki sağlık politikaları, sağlık sorunlarını hızla artırmış, hükümet ise bunun sorumlusu olarak hekimleri ve sağlık çalışanlarını gösteren açıklamalar yaparak, onları hedef haline getirmiştir.
Hasta ile hekim karşı karşıya getirilmiştir.
Sağlıkta dönüşüm programı, piyasalaşma sağlık ortamındaki barışı, huzuru bozmuştur.
Sağlık ortamının tamamen piyasa koşullarına ve dinamiklerine terk edilmesi anlamına gelen bu programın doğal sonucu olarak kamudan özele kaynak aktarımı devasa boyutlara ulaşmıştır.
Hastaneler için işletme, hastalar için müşteri, çalışanlar için sözleşmeli dönemi başlamıştır.
Sağlık Bakanlığı icracı olmaktan çıkarılıp, düzenleyici ve denetleyici bakanlık haline getirilmiştir.
Sağlıkta koruyucu hekimlik yerine tedavi edici hekimliği özendiren, sağlık hizmeti tüketimini esas alan sistemin bir süre sonra beklendiği üzere sosyal güvenlik kurumlarının çökertilmesinden başka bir anlam taşımadığı anlaşılmıştır.
Ödeme güvencesini tamamen yitirmiş, çalışanları birbirine düşüren, sağlıkta kaliteyi düşüren performans uygulaması gelmiştir.
Mevcut sağlık politikalarının bir uzantısı olarak özel hastanelerde iyi hekim değerlendirme kriteri, performans veya ciroya indirgenmiştir.
Sağlık hizmetine ulaşmak için her kademede ödenen katkı-katılım payı ve ilave ücretler giderek arttırılmıştır.
Hastalar ve yakınları sağlıkta dönüşüm programının yarattığı olumsuzluklardan, niteliksiz sağlık hizmetlerinden, her gün bir yenisi eklenen katılım paylarından yılmıştır.
Tüm bunların sonucunda bozuk bir sağlık sistemi, tedavi olamayan hastalar, çalışanlara yönelmiş öfke ve şiddet meydana gelmiştir.
Sağlık alanı sürekli değiştirilen düzenlemeler ve getirilen torba yasalarla alt üst edilmiş, her yeni düzenleme bir öncekiyle yarışırcasına hekimlik başta olmak üzere sağlık mesleklerinin özüne zarar vermiş, yurttaşların ücretsiz, nitelikli sağlık hizmeti almasını olanaksız hale getirmiştir.
Sağlığın piyasalaşması adı altında her türlü etik dışı davranışı destekleyen, teşvik eden bir sistem kurulmuştur.
Sağlıkta Dönüşüm Programı, Sağlıkta Çöküş Programı haline gelmiştir.
“Sağlıkta Çöküş Programı”na dönüşen “Sağlıkta Dönüşüm Programı”na DERHAL son verilmelidir.
Sağlıkta tasarruf ölümdür! “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adı altında sürdürülen YIKIM POLİTİKALARI DURDURULMALIDIR.
Koruyucu sağlık hizmetlerini değil tedavi edici hekimliği ön planda tutan, toplum yerine bireyi öne koyan, dayanışma yerine rekabeti ön plana çıkaran, sağlığın bir hak olduğu ilkesinin, dolayısıyla sağlıkta kamucu anlayışın terk edilmesini getiren “Sağlıkta Dönüşüm Programı”ndan vazgeçilmelidir.
Sağlık, bir insan hakkı olduğundan asli olarak kamusal bir hizmet olarak sunulmalıdır.
Sadece etik ve bilimsel değerlere dayalı olarak hekimlerin mesleki bağımsızlığının ve klinik özgürlüğünün sağlandığı bir ortam geliştirilmelidir.
Toplumun her bireyi ihtiyacı olduğu zamanda ihtiyacı olduğu kadar nitelikli, eşit, ücretsiz, yaygın ve ulaşılabilir sağlık hizmeti alabilmelidir.
Hekimlik mesleğinin etik değerleri korunmalı ve toplumun daha iyi ve güvenli sağlık hizmeti alabilmesi için mücadele edilmelidir.
Bu mücadele insanlık mücadelesidir, bu mücadele hak ve adalet mücadelesidir.
Buradan hareketle, geldiğimiz bu vahim noktanın sebep ve sonuçları gayet açıktır. TTB tarafından net bir şekilde ortaya koyulduğu gibi Sağlıkta Dönüşüm Programı hem toplum sağlığını hem hekimlik mesleğini olumsuz etkilemiş; sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi yoksul halkın bu hizmetlere erişimini zorlaştırmış; sağlık sektöründe etik dışı ticari yaklaşımlar sistematik sorunları beraberinde getirmiş ve halk sağlığını tehdit eder hale gelmiştir. Ancak; hekimlerin, meslek örgütlerinin sesine kulak verilmemiş ve yanlış politikaların uygulanması konusunda ısrar edilmiştir. Bu ısrarın sebebi, halkın daha iyi bir sağlık sistemi vaadiyle kandırılıp, ticari amaçların aracı olarak kullanılmasıdır.
Apaçık görüldüğü üzere sağlık hizmeti kamusal bir hak olarak sunulmadıkça ve hekimlik meslek etiği değerleri korunmadıkça hasta hakları ve sağlıkta adalet mücadelesi eksik kalacaktır.
Amaç – Araç İlişkisi
Tıp etiği tartışmalarında önemli bir yere sahip olan Kant’ın deontolojik etiğine göre; ilkesel olarak hiçbir insan amaca araç edilmemelidir. Yani insanları yalnızca bir amaca ulaşmak için “araç” olarak kullanmak, onların temel değerlerini ve özgür iradelerini yok saymak demektir ve Kant’ın kategorik imperatifine aykırıdır. Kategorik imperatif ise tüm eylemlerimizi yönlendirmesi gereken en önemli ahlaki kuraldır. Buna göre her insan doğuştan gelen bir değere, yani haysiyete sahiptir ve bu değerden ötürü bir nesne gibi muamele görmemelidir. Bu bağlamda birini yalnızca araç olarak kullanmak, ona hak ettiği saygıyı göstermemek ve onu bir nesne gibi kullanmak anlamına gelir. Bu nedenle hastalar, bir araştırmada yer alan kişiler veya herhangi bir birey, kendi içsel değerlerine saygı duyulmadan yalnızca tıbbi bilgi edinmek, bir tedaviyi denemek veya başka bir hedefe ulaşmak için kullanılmamalıdır.
Bebekler ve çocuklar da tıpkı yetişkinler gibi saygı ve haysiyetle muamele görmeyi hak eder. Bu nedenle onların savunmasızlıklarına karşın, onları her türlü ihmal ve istismardan korumak, onların en üstün çıkarlarına göre hareket etmek yetişkinlerin görevidir. Dolayısıyla bebeğin ve çocuğun refahını hiçe sayan ve onu bir gelir kaynağı olarak gören herhangi bir eylem etik açıdan kabul edilemez.
Özellikle ticari hedeflerin aracı haline getirilen sağlık sistemlerinde, insanın amaca araç edilmemesi ilkesi ihlal edilmektedir. Tıbbın etik açıdan en temel ilkeleri “hastaya zarar vermemek” ve “hasta yararını öncelemek”tir. Her hastaya kendinde bir amaç olarak yaklaşmak ve hastanın özerkliğine, haysiyetine saygı göstermek hem profesyonel hem de etik bir zorunluluktur.
Peki insanın amaca araç edilmemesi ilkesi ihlal edilirse ne olur? Tarihte bunun birçok örneği vardır ve bu örnekler -ne yazık ki- oldukça trajik sonuçlara yol açmıştır. Yenidoğan çetesi olayı da bu ilkeyi ihlal eden bir insanlık suçu olarak tarihteki yerini alacaktır.
Bu bağlamda aşağıdaki olayları hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Nazi Tıbbı
Nazi Almanyası döneminde tıp etiğinin sistematik olarak ihlal edildiği birçok örnek yaşanmıştır. Öjeni programları uygulanmış, toplama kamplarında tutulan insanlar üzerinde ölümcül deneyler yapılmıştır. Bu eylemler, Nazi rejiminin ideolojik hedefleri için insanları araç olarak kullanmanın korkunç örnekleridir.
Bu dönemde Nazi hekimlerinin öne çıkan politik kimlikleriyle ortak oldukları insanlık suçları ile yenidoğan çetesinin işlediği insanlık suçu arasındaki benzerliği yine Gazete Bilim’de yayınlanan “İnsanlığa karşı suç işleyen sağlık çalışanları, yozlaşan etik değerler, sağlıkta dönüşümün beklenen sonuçları…” başlıklı yazısıyla Prof. Dr. Nüket Örnek Büken çok güzel bir şekilde anlatmıştır; okumanızı tavsiye ederim. Bu olayların hepsi mesleki sınır aşımlarıdır ve tıp etiği ihlalleridir. Barındırdığı eylemler -eylemin niyeti, eylemin kendisi ve eylemin sonuçları- açısından kötücül ve insanlık dışıdır. Bu olaylarda yer alan hekimler, hümanist kimliklerini kaybetmişlerdir.
Tuskegee Sifiliz Deneyi
ABD’de U.S. Public Health Service tarafından 1932-1972 yılları arasında yürütülen bu deney, etik dışı uygulamaları nedeniyle tarihte büyük tepki çeken klinik araştırmalardan biridir. Sifilizin doğal seyrini gözlemlemek amacıyla Alabama, Tuskegee’de yaşayan 600 Afrikalı-Amerikalı erkek üzerinde yapılmış; katılımcıların 399’u sifiliz hastasıyken, 201’i kontrol grubunu oluşturmuştur. Araştırmanın amacı doğrultusunda, bu araştırmada yer alan kişiler 40 yıl boyunca tedavi edilmemiştir.
Katılımcılar ücretsiz tıbbi muayene ve yemek gibi teşviklerle ikna edilmiş; kendilerine hastalıkları hakkında doğru bilgi verilmemiş ve “kötü kan (bad blood)” adı verilen bir rahatsızlık için tedavi edildikleri söylenmiştir. Hastalara sifiliz teşhisi konmamış ve penisilin gibi etkili tedavilere erişimleri engellenmiştir. Halbuki penisilin, 1940’larda sifiliz için etkili bir tedavi olarak kabul edilmeye ve yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yani araştırmacılar, hastalığın ilerlemesini gözlemlemek amacıyla katılımcıları tedavi etmekten bilerek alıkoymuşlardır.
Araştırmaya katılan ve sifiliz hastası olan 399 erkeğin çoğu, penisilin tedavisinden mahrum bırakıldıkları için hastalığın ilerlemesiyle birlikte çeşitli sağlık sorunları yaşamış ve hayatını kaybetmiştir. Çünkü sifiliz hastalığı tedavi edilmediği için hastaların kalp, beyin, sinir sistemi ve diğer organlarında ciddi hasarlar oluşmuştur.
Associated Press tarafından 1972 yılında yapılan bir haber, araştırmanın etik dışı uygulamalarını ortaya çıkarmış ve kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açmıştır. Katılımcılar, araştırmacılara duydukları güvenin kötüye kullanılması nedeniyle derin bir psikolojik travma yaşamış; başta Afrikalı-Amerikalılar olmak üzere toplumda tıbbi otoritelere karşı duyulan güven sarsılmıştır.
The Assistant Secretary for Health and Scientific Affairs, araştırmayı incelemek üzere bir heyet oluşturmuş ve bu heyet, yapılan araştırmanın “etik dışı” olduğu ve katılımcılara verilen zararın, elde edilen bilimsel bilginin çok ötesinde olduğu sonucuna varmıştır. Bunun üzerine araştırma derhal durdurulmuş ve hem katılımcılara hem de ailelerine tazminat sağlamak için yasal süreç başlatılmıştır. Dava, 1974 yılında 10 milyon dolarlık tazminatla sonuçlanmıştır. Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton da yapılan bu etik dışı araştırma için 16 Mayıs 1997 tarihinde resmi bir özür dilemiştir.
Araştırmanın etik açıdan en sorunlu yönü, katılımcıların araştırmanın gerçek doğası hakkında bilgilendirilmemeleri ve dolayısıyla çalışmaya katılmak için gerçek bir onam vermemiş olmalarıdır. Ayrıca bu araştırma Kant’ın “insanı amaca araç etmeme” ilkesinin açık bir ihlalidir. Araştırmacılar, katılımcılara sifiliz teşhisi koymamış ve onları tedavi etmemiş; onları yalnızca tıbbi bilgi elde etmek için bir araç olarak kullanmış; katılımcıların refahını ve özerkliğini göz ardı etmişlerdir.
Sonuç olarak Tuskegee Sifiliz Deneyi, ırkçılığın ve tıp etiği ihlallerinin bir örneği olarak tarihe geçmiştir. Bu bağlamda tıbbi araştırmalarda etik ilkelerin ve insan haklarının önemini hatırlatan karanlık bir örnektir. Bu olay; aydınlatılmış onam, hasta hakları ve tıbbi araştırmaların etik standartları konularında önemli değişikliklere yol açan 1979 tarihli Belmont Raporu’nun da hazırlanmasında etkili olmuştur.
Peki yenidoğan çetesi olayı yarından günümüze bakıldığında nasıl değerlendirilecektir? Aktörleri nasıl cezalandırılacaktır? Yapılan etik ihlallerin sonuçları neler olacaktır? Kim özür dileyecektir?
Bize Lazım Olan Şey…
Yazımın sonunda biraz felsefi düşüncenin öneminden ve ahlak felsefesinin toplumu değiştirebilecek etkisinden bahsetmek istiyorum. Çünkü iyi ahlaki değerlere sahip olduğumuzda; evrensel etik değerlere ve insan haklarına saygılı bir şekilde eylediğimizde ve politikalar ürettiğimizde artık çeteler, kötü sağlık sistemi, masum olmayan ticari hedefler gündemimizde olmayacaktır.
Ekim ayının başında Oxford Üniversitesi’nde günümüzün etik sorunlarına odaklanan bir enstitü kuruldu: the Uehiro Oxford Institute. Enstitünün açılışına yazdığı popüler felsefe kitaplarıyla tanınan ünlü felsefeci Nigel Warburton davet edildi ve Warburton burada bir konuşma yaptı. İlgilenen okuyucular bahsettiğim videoyu UehiroOxfordInstituteChannel adlı YouTube kanalında “Philosophers do it in armchairs and other myths: the inaugural UOI lecture by Dr. Nigel Warburton” başlığıyla bulabilirler.
Bu konuşmanın sonlarına doğru Warburton, önemli bir İngiliz kadın felsefeci olan Elizabeth Anscombe’un “Mr Truman’s degree” adlı yazısına değinmekte ve şunları söylemektedir: “Felsefenin hiçbir şeyi değiştirmediği, sadece kelimelerden ibaret olduğu fikri hakkında kısaca konuşmak istiyorum. Bu kolayca çürütülebilir. Hepimizin bildiği bir örnek var: Peter Singer. (…) Peter Singer dünya üzerinde büyük bir etki yarattı. (Düşünceleri) insanların nasıl yediğini, ne yediğini, hayvanların refahını, dünyadaki paranın nasıl dağıtıldığını etkiledi. Onun felsefesinin her şeyi olduğu gibi bıraktığını söyleyemezsiniz. (…) Bir ahlak filozofunun ünlü bir vakasını düşünün. İnanılmaz derecede önemli bir konuyla ilgili olarak kamuoyuna müdahale ediyor: Japonya’ya atom bombalarının atılması. (…) (Eski ABD Başkanı) Truman 1956’da onursal bir derece için aday gösterildiğinde, Elizabeth Anscombe (…) buna ahlaki gerekçelerle karşı çıkıyor(du). (Anscombe) Truman’ın o bombaları atarken, düğmeye basarken masum insanları öldürdüğünü savundu. Savaşı bitirme amacına ulaşmak için masum insanları öldürüyordu. Bu, bazı sonuççuların “amaç araçları meşru kılar” diyeceği bir şey, ama o bunu sorguladı.
(…) En azından, bu tür bir felsefe bile dünyayı değiştirir. Anscombe, Truman’ın onur derecesi almasını engelleyemedi, yani bu anlamda istediği sonuca ulaşamadı. Ama insanlar değiştiklerinde, iyi bir ahlak felsefesi sunduğunda ve bu düşündürücü olduğunda, farklı bir kavramsal çerçeve sağladığında, hayal gücü gösterdiğinde ve dünyayı farklı görme olasılığını gösterdiğinde bunu kutlamalıyız. Doğru yönde ilerliyoruz.”
Bunu paylaşmamdaki sebep; karşılaşılan etik dışı eylemlerin sorgulanmasının ne kadar önemli olduğunun bu konuşmada altının çizilmesi. Yapılan eylemler, iyi ahlaki değerler çerçevesinde yapılmalı ve eyleyen kişiler de eylemlerinin sonuçlarına karşı sorumluluk taşımalı. Bu nedenle yapılan politikalar da bu zeminde yapılmalı ve hiçbir kimse bundan dolayı zarar görmemeli; hiçbir kimse amaca araç edilmemeli. Aksi durumlar meydana geldiğinde de sesimizi yükseltmeli ve o yanlış durumu başkalarının da fark etmesini sağlamalıyız.
Yine söz konusu videoda vurgulanan “iyi” olana ihtiyaçtan yola çıkarak yazımı şöyle bitirmek istiyorum. Bizim sağlık sistemine değil “iyi sağlık sistemine”, politikalara değil “iyi politikalara”, yöneticilere değil “iyi yöneticilere” ihtiyacımız var.
Cumhuriyetimizin 101. Yılını kutlarken; bugüne kadar “iyi”ye dair neler olduğunu hatırlayalım. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’i kurarak ve yaptığı devrimlerle bize bunun mümkün olduğunu gösterdi. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında akıl, bilim ve etik ile hareket edip, biz de “iyi”yi yeniden mümkün kılalım.